Son 200 yıldır Müslüman coğrafyada İslâm’ın nasıl anlaşılması gerektiği temel tartışma konularından biri olmuştur. Bir yandan sûfî hareketler ve farklı felsefî temayüller öte yandan ise modern selefîlik gibi güncel hareketler ile milliyetçilik gibi ulus merkezli düşünceler çözüm önerileri getirmeyi hedeflemişlerdir. Bu tartışmalar bağlamında yer alan İslam ile nasıl bir ilişki kurulmalı ki mevcut ahvali değiştirmeli meselesi, ahlak meselesi ile doğrudan alakalıdır. Çünkü ahlakı, insan fiillerinin değer yargıları ile tasnifi olarak görürsek eğer, Müslümanların kendilerine has bir dünya görüşünün karakterize olduğu bir alan demek de mümkün olmaktadır. Bu bağlantıyı fark ettiğimizde meselenin ne denli hayati olduğu anlaşılmaktadır. Böylesi bir bağlamda düşüncelerini geliştiren Taha Abdurrahman, modern dönemde dindarlık ve dolayısıyla ahlaklı olmayı incelediği Dinî Amel ve Aklın Yenilenmesi adlı eserini kaleme almıştır.

Fas doğumlu bir düşünür olan Taha Abdurrahman (1944-) hem klasik İslâmî ilimler hem de Fransa’da modern felsefe eğitimi alarak iki farklı geleneğin iç tartışmalarının farkında biridir. Yazarımız Arap dünyasında tartışılan akıl, akılcılık, rasyonalite gibi kavramları merkeze alarak ahlak meselesine farklı geleneklerin imkanları ile yeni bir yaklaşım getirmeyi hedeflemiştir. Eserini de bu bağlamda akıl, amel ve ahlak kavramları ekseninde oluşturmuştur. Biz de öncelikle kitabın kısa bir tasvirini sunacak ardından da kendi kanaatlerimizi aktaracağız.

Abdurrahman kitabını üç ana başlığa ayırmıştır. Bu ana başlıkları oluştururken hareket noktası çağdaş akıl tartışmalarının eksiklerini gidermek ve düşüncede bütünlüğü yakalamaktır. Bu gaye ile şekillendirdiği kitabının üç ana başlığı sırasıyla: Soyut, rehberlik edilmiş ve desteklenmiş akıldır. Yazar bu akıl çeşitlerini incelerken kitabın başında ifade ettiği, çalışmasının iki dayanak noktası olan tecrübe ve düşünceyi esas alır. Kitabın devamında göreceğimiz üzere tecrübeyi imana has kılan Abdurrahman, kendi iman tecrübesinin teşrihini yapması neticesinde bütünlüklü bir düşünce sistemi ortaya koyduğunu ifade etmektedir.

Abdurrahman, ilk kısımda soyut aklın önce temel dayanak noktalarını, ardından özel ve genel sınırlarını incelenmiştir. Yazarın sırasıyla her ana başlığı, alt bölümlere bölmesi neticesinde sistemli bir kitap görüntüsü ortaya çıkmıştır. Soyut akıl ile ilgili meseleler kelam ve felsefe üzerinden incelenmiş ve temelde bu akıl türünün sınırlılığı vurgulanmıştır. Soyut aklın hakikate ulaşmada ve dini anlamada aşamayacağı sınırlar bulunmaktadır. Bu durumu örneklendirmek adına özel ve genel sınırlar başlığında, İslâm tarihi içerisindeki Allah’ın sıfatları tartışmasına ve modern felsefede soyut akla yönelik yapılan eleştirilere değinir Abdurrahman. Sıfatlar tartışması adeta dil oyunlarına mahkûm kalmakla neticelenmiş, modern felsefe ise aklın sınırlılığını göstermiştir.

Soyut aklın eksikliklerinin hakikati ve dini anlama noktasındaki bizi alıkoymaması gerektiğini ifade eden yazar bu hususta rehberlik edilmiş akla bir geçiş yapar. Rehberlik edilmiş akıl, ameli esas alması itibariyle soyut akıldan üstündür. Burada kastedilen amel ise her türlü amel olmayıp dinin emrettikleridir. Bu noktada amel ile irtibatlı olarak incelenen ilimler fıkıh ve selefî ekolleridir. Abdurrahman, amel merkezli din anlayışlarını soyut akla kıyasla daha dindar bir birey tipini ortaya çıkardığını düşünür. Ancak rehberlik edilmiş akla da sorunlar musallat olmaktadır. Bunlar taklit ve siyasileşmektir.

Taklit, kişiyi sahih bir akıl düşüncesine götüren amelde ortaya çıkan boşluktur. Fıkhın problemi olan taklidin bulaştığı fiilleri yapmacık olmaktan da kurtulamamaktadır. Siyasileşme problemi ise bilhassa selefîliğin düştüğü bir durumdur. Selefilerden, selef amellerine dönüş ile mevcut Müslümanlık meselesini çözümüne kavuşturması beklenirken siyaseti merkeze alarak düşüncelerini geliştirmişler ve bireysel varoluşu göz ardı etmişlerdir. Yazar, bu noktada rehberlik edilmiş aklın her ne kadar soyut akla kıyasla olumlu yanları olsa da yine yetersiz kaldığını düşünür. Bu nedenle bir üst akıl türü olan desteklenmiş akla yönelmemiz gerektiğini söyler.

Desteklenmiş akıl diğer iki akıl türünden farklı olarak tecrübeyi ve sûfîliğin ahlaklandırıcı vasıflarını esas alır. Yazar desteklenmiş aklın kişisel hislerin harekete geçmesi olarak yakın temasa geçtiği ve hemhal olması nedeniyle en üstün akıl olma sıfatını hak ettiğini düşünür. Bu akıl ile hem soyut aklın sınırlılığı aşılmış hem amel noktasında gerekli davranışlar yerine gelmiş hem de taklit ve siyasileşmede gördüğümüz problemler insan tecrübesinin her an canlı tutulması neticesinde çözülmüştür. Ayrıca sûfîliğin esas almış olduğu rol model ilişkisi, selefle olan irtibat desteklenmiş aklın ahlaklanma düzeyinin de ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Yazar bu üç akıl türünden en yükseğinin desteklenmiş akıl olduğunu düşünür. Akıl türlerinin hakikati anlamanın dışında Allah’a yaklaşma, yakınsama ve kurbiyet kurmak gibi düzeyleri de bulunmakta ancak tam bir şekilde desteklenmiş akıl mârifetullaha ulaşabilmektedir. Ayrıca akıllar arasındaki bu hiyerarşi durumu, üsttekinin olumsuz olması hâlinde alttakini de etkilemesi ancak alttan gelen kötünün üstü etkilememesi gibi bir neticeye de götürmektedir yazara göre.

Yazar, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi dindarlık seviyesi ile ahlaklı olmak arasında doğrudan bir bağlantı kurmaktadır. Benzer tartışmaları Hâris el-Muhâsibî ve Hakîm et-Tirmizî gibi sûfîlerde de görmek mümkündür. Yazar da zaten kitap boyunca sûfîlikte görmüş olduğumuz şekilde tecrübeyi esas alan bir düşüncenin ahlak zemininde olmasını ve soyut akıl yürütmeler ile böyle bir hedefe ulaşılamayacağını göstermeye çalışmaktadır. Ancak bu noktada sorulması gereken ilk soru tecrübi bilginin ahlak tartışmasında bizi nereye taşıyacağıdır. Ahlak felsefesi tarihinde de gördüğümüz üzere ahlaklı olmayı tecrübeye dayandıran düşünürler olmuştur. Ancak bu durumda ortak bir zemin keşfedebilmek ve insanların katkıda bulunabileceği bir düşünce ortaya koyabilmek oldukça zorlaşmaktadır. Yazar sûfî tecrübenin biricikliğinin farkında olsa da buna yönelik geçerli bir çözüm sunamaz.

Kitabın başlığında ifade edilen dinî ifadesi, kitap boyunca kendini hissettiren bir sıfattır. Soyut akıl kısmında evrensel bir akıl yapısından bahsediliyor olsa da rehberlik edilmiş akıl bölümüyle birlikte İslâmî düşünce merkeze geçmektedir. Yazarın buradaki ifadesine göre amelin akıldan üstün olmasından kasıt her amel değil, İslâmî ameller içindir. İslâmî ameller dışında var olan amellerin soyut aklı iyiye yöneltmesi ve doğrultması mümkün değildir. Bu durum tabiî olarak akıllara şu soruyu getirmektedir: İslâm-içi bir ahlak ve amel anlayışının insanlık için ne kadar genel geçer bir yanı bulunmaktadır? Yazarın bu noktada tavrı İslâmî bir bakış esas alınmadığı sürece eksik bir insan anlayışı olacağı yönündedir.

Kitapla ilgili değerlendirebileceğimiz diğer bir mesele ise hiyerarşik aklın meşruluğudur. Hiyerarşik olarak en alt tabakada bulunan soyut akıl, bildiğimiz anlamda nazari akla denk düşmektedir. Abdurrahman, nazari aklı klasik dönemde gördüğümüz şeklin hilafına hakikate eriştirme noktasında eksiklikleri bulunduğunu ve bu nedenle bu problemleri aşmak için ameli akla geçiş yapmak gerektiğini düşünmektedir. Ancak teorik ve pratik akıl eskiden beri bildiğimiz bir ayrımdır. Bunların ilki değişimine müdahale edemediğimiz varlık alanına denk düşüyorken ikincisi bizim fiillerimiz ile oluşturduğumuz alana denk düşer. Bu anlamda bu akıl türlerini birbirine indirgemek ne kadar mümkündür sorusu akıllara gelmektedir.

Abdurrahman’ın özgün bir yaklaşım getirdiği diğer bir mesele ise ilimler tasnifidir. Klasik dönemde teorik ve pratik akla mukabil olarak metafizik veya kelam ile pratik akıl veya fıkıh arasında pay edilmek neticesinde ortaya çıkan hiyerarşik ilimler tasnifi, Abdurrahman’ın eserinde farklılaşır. Ona göre ilimler hiyerarşisinde alt tabakada kelam ve felsefe; bir üstünde fıkıh ve yöntem olarak selefîlik ve en tepede Sûfîlik bulunmaktadır. Bu şekilde yapmış olduğu tasnif ile gayeyi esas alan bir bilim anlayışı olduğunu, bu gayenin de Allah’a yakınlaşma, hakikat bilgisine erişme ve ahlaklanma olduğunu söyleyebiliriz.

Değinmemiz gereken son mesele ise yazarın yapmış olduğu kavramsallaştırmalardır. Henüz ilk kısımlarından itibaren kitabın bölümlenmesinde karşılaştığımız sistemli düşünce, tek tek kavramların incelenmesinde de karşımıza çıkmaktadır. Yazar kitabın başında ifade ettiği imânî tecrübenin teşrihini davranışların analizi üzerinden gerçekleştirmiştir. İnsan davranışlarının miktarını düşündüğümüzde bu durumun zorluğu ortadadır. Ancak yazarın yer yer içinde kaybolmamıza yol açan detaylı incelemeler ile bu işin altından kalktığını ifade etmemiz mümkündür. Bu noktada bir uyarıda bulunmak adına, tecrübenin incelenmesi hususunda yöntemin metafizikî bir faaliyet olmayıp, fenomenler üzerinden gerçekleştiğini hatırlatmamız gerekir.

Taha Abdurrahman’ın hem kıta hem de analitik felsefesine olan vukufiyeti ile klasik İslâm düşüncesini bir araya getirmesi neticesinde böylesi bir kitap ortaya çıkmıştır. Özellikle Muhammed Âbid el-Câbirî (1936-2010) ile aynı ülke ve dönemde yaşadıklarını düşündüğümüzde karşılıklı okumalar yapmanın zengin bir verim ortaya çıkartacağı muhakkaktır. Câbirî’nin eserlerinde yapmaya çalıştığı İslâm tarihinde rasyonel akıl eleştirisini, Abdurrahman da farklı bir cihetten yapmaktadır. Abdurrahman’ın hedeflemeye çalıştığı projenin daha şümullü ve sûfî tecrübenin esas alındığı bir perspektiften ortaya koyulduğunu ifade etmemiz mümkündür.

Akıl tartışmalarının yaşayan tüm düşünürlerin bir şekilde dokunduğu bir tema olduğunu söylemek mümkündür. Bilhassa modern dönemde merkeze oturan bu tartışma bahsi, yoğun bir muhteva meydana getirmiştir. İslâm dünyasının Batı fikriyatı ile olan irtibatı neticesinde akıl kavramı Müslümanlar için de farklı bir anlama gelmeye başlamış, modern öncesi dönemde kelam, felsefe ve tasavvuf gibi ilimlerin kendi içlerinde tartıştıkları meseleler bağlam değişikliği yaşamıştır. Aradaki bu gerginliği fırsata çevirmek isteyen Taha Abdurrahman’ın serinin ilk kitabı olduğunu söylediği Dinî Amel ve Aklın Yenilenmesi’nde bu tartışmalara özgün bir şekilde yanaştığını ifade etmemiz mümkündür.

Baran Dergisi 750. Sayı