Pazardan yeni getirdiğim mandalina, kokusu, rengi, aromasıyla ruhumu uykusundan uyandırmıştı; içimde anlam veremediğim lirik bir hava, mutluluk ve yüzümde tebessüm. Elimde tuttuğum sanat eserine öylece bakıyor, sanatçısının dokunuşlarını ve bu dokunuşlardaki gizemi düşünüyorum: Saf sanat. Beni benden alıp sanatçısına âşık eden kusursuz sanat! Dışarıdan bakıldığında birçok şeye benzetebileceğimiz fakat hiç birisi olmayan, sadece kendisi olan güzellik. Dokunduğunda sırlarını hemen söyleyecekmiş gibi samimi, sırları öğrenmeye geldiğinde erişilmez ve ketum. 

Meraklıyız, illa çözeceğiz bu sırrı… Paramparça ediyoruz bu güzelliği: Dış kabuğunu ayrı, iç kabuğunu ayrı, özünü, çekirdeğini ne varsa ayırıyoruz. Fiziğine, kimyasına bakıp tarif ediyoruz; Su, şeker, selüloz, yağ asitleri, aminoasitler, vitamin ve minerallerden oluşmuş narenciye ailesi mensubu sıradan bir meyve... Parçaları ölçüsünce alıp aklımızın yettiğince birtakım işlemlere tâbi tutup bir araya getiriyoruz; mandalinanın kendisini yapmak mümkün olmuyor elbette, lakin en azından suyunu yaptık, tadalım bakalım. Tadıyoruz, onlarca, yüzlerce kere tadıyor, tekrar deniyoruz; aynı kompozisyonu yakalamak ne mümkün. Bir eksik var, fakat ne?
Bu yazıya hazırlanma sürecinde, Baran dergisinin son sayılarında yer alan “Yüksek İslâm Enstitüsü Boykotlarını” anlatan yazı dizilerine başlanmış olması beni oldukça şaşırtmış ve sevindirmişti. Zira Küfrün, “İslâm’ı yok ettim” dediği bir dönemde küllerinden yeniden doğup ayağa kalkma serüveninde baş aktör olan BD-İBDA’nın, rolünü çalıp ortalıkta gezinen sahte kimliklerin deşifre edilmesi meselesine ilişkin, uzun süredir özel bir şeyler yazmak istiyordum. Tevafuk oldu.  

1998 yılı baharında Ankara’dan Tuzla’ya, akrabalık bağları gereği kendisiyle tanışmaya giderken Mahir ÇAYAN hayranı, kendi fikirlerimden başka doğru fikir olmadığından emin, yarı ateist, yarı komünist birisiydim. Evinde misafir olduğum 4 günde bütün fikirlerim tepe taklak olmuş, hayatım boyunca aradıklarımı bulduğum o kapıda, o güne kadar biriktirdiğim bütün gurur ve kibri çöpe atıp, o kapının ebedi hizmetçiliğine razı duygularla en kısa sürede tekrar dönmek üzere kendisine veda etmiştim. Onunla kaldığım süreçte yaşadıklarım 3-5 ciltlik eser olur. Özetle “kendini bilmek”, “zevken idrak”, “iman” ve “kendinden zuhur” meselelerini benim arayışlarıma öyle güzel nakşetti ki aradan geçen 21 yıla rağmen o günlerin sarhoşluğu ile yaşıyorum. 

“21. yüzyıl benim yüzyılım olacak.” Mücadele pratiğinin nasıl işlediğinden bahsettikten sonra söylemişti bu sözü. O meşhur “Ben bıçak yaptım, isteyen adam keser, isteyen ekmek” sözünü de o bahsin içerisinde ilk defa o gün duymuştum.

Evden ayrılırken o güne kadar basılmış bütün eserlerinden birer adedini ablam kolilere doldurmuş ve yıllardır özlemini çektiğim, ancak o zamana kadar farkına varmadığım eserleri büyük bir iştah ve hevesle okumaya başlamıştım. Eşimin öğretmen olması nedeniyle şubat tatilinde yeni bir ziyaret planlamaktaydık. Ne yazık ki aralık ayında gerçekleşen operasyonla ceza evine gönderilince 16 yıllık ayrılık başladı. Metris ve Kartal sürecinde kendisini ziyaret etme imkânımız oldu. Bolu’da bir kez görüştükten sonra birinci dereceden akrabalar dışındakilere yasak getirilince çıkıncaya kadar görüşemedik. Ablamlara gidip geldiğim süreçte bir sefer de telefonla görüşebilmiştim.

Cezaevinden çıktıktan kısa bir süre sonra, bir aile dostunun yazlık evinde, Mudanya’da kalmıştı. Biz de koşarak oraya gittik ve 8-10 gün kadar birlikte kaldık. Özlemimizi bir nebze giderdikten sonra 16 yıl yol gözlemiş ve her gün umutla davanın bir adım yol kat etmesini beklemiş birisi olarak sordum:

-Eserlerinizde hakikati bütün çıplaklığı ile ortaya koyup çözüm yollarını gösterdiniz. Görünüşte muhafazakâr bir iktidar var. Kadrolar üstadın ve sizin çıraklarınız ile arkadaşlarınızdan oluşuyor. Fakat aileniz açlığa terk edilirken, siz her gün işkenceye tâbi tutuldunuz. Sözde tahliye edildiniz fakat işkence devam ediyor. İçeri girdiğinizde çocuklar ufacıktı, toplumdan izole, boynu bükük büyüdüler. Bizler bile Mirzabeyoğlu’nun yakını olduğumuz için vebalı muamelesi gördük, akrabalarım, komşularım çekinerek ya da hor görerek baktı hep. Ak Partililer iktidara geldiğinde yaptığı ilk iş üfürükten ilçe müdürlüğünü elimden almak oldu. Ben zeki bir insan değilim, belki biraz da aptalımdır. Fakat azıcık aklımla sizin hakikati temsil ettiğinizi sezebilmiş ve köleniz olmak için her şeyimi verecek duygulara sahip biriyim. Bu memlekette onca güç sahibi, akıllı profesör, siyasetçi, bürokrat, iş adamı, sanatçı, aydın vs. varken niye biri çıkıp bu adam hakkı söylüyor demiyor?  

-Her şey nasip!

Dedi ve bana mümin ve kâfir meselesini anlatmaya başladı. (Anlattıklarının bu bölümü kelimesi kelimesine aynı değil, anlattıklarını anladığım şekilde aktarıyorum):

Müminin kumaşı su, kâfirinki ateştir. Su hayat verir. Ateş yok eder. Aslında ikisi de aynı şeyi yapar, dokunduğuna kendi tarzına göre şekil verir. Tohuma ateşle hayat verilmeyeceği gibi demire de suyla şekil verilmez. İlahi rahmet bu şekilde tecelli etmiş.

(Ve devam etti konuşmasının bu bölümünde eseriyle hemen hemen aynı şeyleri söylediği için bu bölümü “İnsan” kitabından aynen aktarıyorum)

«İstikamet eğrilikle farklılaştığı için, eğrilik olmadığında görülecek bir istikamet de yoktur. 

HEPSİ VARLIKTA BİR YOL ÜZERİNDEDİR -MÜNKİR VEYA MÜMİN, HEPSİNDEN RAZI OLUNMUŞTUR… Bu müşahede sahibi, âlemin imkânını müşahede ediyor olabilir. İmkân ise âlemin hastalığının -illetli olmasının!- sebebidir. Hastalık bir meyildir ve meyil istikametin zıddıdır. ÂLEM İÇİN İMKÂN ORTADAN KALKAMAYACAK ZÂTÎ BİR NİTELİKTİR. NE YOKLUK NE DE VARLIK ESNASINDA İMKÂN ÖZELLİĞİ ORTADAN KALKMAZ. Öyleyse hastalık âlem için zâtî bir nitelik olduğu için, meyil-eğrilik de zâtîdir. O halde istikamet yoktur. Âlemin hastalığı müzmindir ve ortadan kalkması beklenemez. Bununla birlikte âlem ve oluş, hikmetin gerektirdiği ve selim aklın âlemin yararına olduğunu bildiği şeylerden hareketle gerekli gördüğü durumlar sebebiyle karışımların yeridir; çünkü yükümlülük emredilmiştir, âlemde her bir şeyin aynı mizaçta olması mümkün değildir. Mizaçlar farklı olduğu için, âlemde “bilen ve daha çok bilen”, “faziletli ve daha fazla faziletli” kimseler olmuştur.

MÜNKİR VE MÜMİN HEPSİNDEN RAZI OLUNMUŞTUR… Allah kâfire Müslüman olmayı emretmiş, fakat kâfir için Müslümanlığı yaratmamıştır. Kâfir için küfrü dilemiş, fakat küfrü emretmediği hâlde yaratmıştır. Herkese, ezeldeki istidadı gereği dileme ve emir… Üstadım’ın dediği gibi, Allah kullarını kendi istediği gibi yaratmıştır.

Küfür bahsini de içine almak üzere, mesele şudur: “Siz günah işlemeseydiniz, Allah günah işleyen, tövbe eden ve Allah’ın kendilerini bağışladığı bir topluluk getirirdi” Allah sevgilisi böyle buyuruyor ve ÂLEMDE GERÇEKLEŞEN HERŞEYİN, İLÂHÎ BİR İSMİN HÜKMÜNÜ ORTAYA ÇIKARDIĞINA DİKKAT ÇEKİYOR. Âlemde gerçekleşen her şey, Allah’ın isimlerinin tasarrufu altında… Bu kasıtla söylenmiştir:

“Bu âlemden daha güzeli yok!”

Kâfir de, Allah’ın “ Mudıll-Yoldan Çıkarıcı” isminin tasarrufu altında… Son tecridde, Âlem’de her şey Allah’ın mahlûku ve topyekûn insanlık, istese de, istemese de Resûlü’nün kadrosu. Âleme böyle bir vahdet gözüyle bakarken, -mümin veya münkir, hepsinden razı olunmuştur!-, böyle bir hakikat varken, müminin buna aykırı zannedilebilecek emrolunduğu hususlar hakkında ne demeli? Ki, İslâm’da çelişki zannedilen ve “hoşgörü” edebiyatıyla Müslümanları pasifize etmeye çalıştıkları nokta da buradadır.

İmâm-ı Rabbanî Hazretleri: Herkesin temenni ettiği bir şey vardır. Bu fakirin temennisi de Allah’ın düşmanlarına ve Resûlullah’ın düşmanlarına karşı sert ve şiddetli olunması, bu hâinlerin aşağılanması, İlahlarının tahkir edilmesidir…

(…) 

Allah için aşk, Allah için buğz; “küfrü kendi nefsiniz içinde tahkir etmeyiniz, o Allah’ın zuhurlarından bir kısımdır” dedikleri budur…»

Bütün bunları anlatırken defalarca telegramcıların tacizine uğramış ve onlarla ilgili de çokça konuşmuşken, bu süre zarfında ablamın hazırladığı yemeğin de buz gibi olduğunu biliyorken konuşmasını sonuna kadar zevkle dinlediğimi hatırlıyorum.

Bizler mümin olduğumuza iman etmiş ve bu iman üzere yaşamaya gayret ediyoruz. Ancak mümin mi yoksa kâfir mi olarak son nefesi vereceğimizi bilmiyoruz. Kâfirin durumu nedir acaba? Kâfir olduğuna iman etmiş midir? Yoksa ne yaptığı bilmez bir vaziyette akıntıya karşı kürek mi çekmektedir. 

Goethe, Tolstoy, Nietzsche, Picasso gibi dehaların İslâm’ı didik didik ettikleri her şeyini kabul ettikleri ve hayranlıklarını saklamadıkları halde iman edemediklerini başka bir bahiste Kumandan anlatmıştı. Evet, başa döndük.

-Her şey nasib! Allah istemedikten sonra ne yapsan boş!

Kâfirin penceresinden bakalım: Kuran’ı hatmettiniz, hadisleri su gibi yuttunuz, üstüne bütün ilimleri adınız gibi biliyorsunuz. Ateşin her şeyi yakıp yok ettiği ve sonuçta elde yine ateş kaldığını görmüş, suyun her şeye verdiği hayat ve şiire âşık olmuşsunuz. Arada tülden ince bir perde var ve orayı geçemiyorsunuz. Ne yaparsınız? Elbette çıldırırsınız. Ya bütün gücünüz ve hırsınızla kıskandığınız suya hücum eder onu kızgın bir buhara dönüştürerek az da olsa içiniz ferahlar ya da Nietzsche gibi ölümle ateşinizin söneceğini düşünüp kendinizi yaşayan ölüye çevirirsiniz. 

Kâfirin ulaştığı bilgi ve diktiği putlara bakınca “kendini bilme” dersine bizden çok çalıştığı aşikâr. Ateşi ateşe atsan yanar mı? Kâfirin cehennem ateşinden korkmaması belki de bundandır. Kim bilir? Mandalinanın bütün tazeliğini hissedip yaydığı koku ve tadın oluşturduğu şiiri yaşamakla, kabuğuna dokunduğu anda yakıp yok ettiği güzelliği küle döndüren haz arasındaki farkın, farkında olmak, ateşten daha fazla acı veriyor olmalı.
Kumandan’ın sıkça kullandığı ironik bir hadise; Picasso’dan sanat adına tüyo almak için koşarak Fransa’ya giden yurdum ressamının aldığı tavsiye;

- “Ben sizin oralardaki zenginliklerden besleniyorum, sen niye geldin ki” dedikten sonra muhtemelen bizimkine içten içe acımış ve onun yerinde olmak için her şeyini verebileceğini düşünmüş olmalı. Müminler ya da mümin geçinenlerin bu dersten sınıfta kalmışlığı yetmezmiş gibi kâfirin kuyruğuna takılmış olmasının ahmaklıktan başka bir şey olmadığını anlatmış olduk sanırım? 

Kumandan’ın İnsan kitabından iki paragraf;

«“Allah indinde din, İslâmdır” mutlak ölçüsü… Bu bir yönüyle Allah Sevgilisi’nin, Tebliğ ettiği, “din” deyince akla gelen din. Diğer yönüyle, “Emrolunduğun gibi doğru yolu tut!” mealindeki ayet ve Allah’ın, Sevgilisine, “Sen de ki, benim ve sizinle ne işlendiğini bilmem” mealindeki ayeti… Hazret-i Ömer’in , “kendisine bir işte istidat verilen, ona devam etsin!” buyurması.

Din, İslâmdır. İslâm, Resûlü’nün gösterdiği yoldan Allah’a teslimiyet; bu da itaat ve inkıyaddır. (İnkıyad: Boyun eğme, teslim olma. İtaat etme. İmtisal… İmtisal: Numune kabul etme, bir şeyin suretine girme.) Bu itibarla, Allah’ın kendisi için koyduğu nizam ve şeriata uymakla vasıflanan kimse dine bağlı ve fiili itaatin aynı bakımından onu kuran kimse olur. Nasıl ki namaz kılar; böyle olunca dini kurar; “Allah indinde din İslâmdır”ı isbat eder.»
Bir yanda İslâm’ı isbat ile görevlendirilmiş, diğer yanda İslâm’ı inkârla görevlendirilmiş insanlar… İnkâr cephesi harıl harıl çalışırken isbat cephesi uykuda... “Mümin ve münkir hepsinden razı olundu” Bu ikisinden biri olamayan ne olacak peki? Eyvah, eyvah! 

İster mümin ol, ister münkir, mesuliyetin var. Ezeldeki istidadın doğrultusunda isbat etmekle vazifelendirilmişsin. Yan gelip yatamazsın. Kendi cephendeki mesuliyeti bırakıp karşı cepheye kuyrukçuluk hiç yapamazsın. Karşı taraf cepheni yağmalarken kıyıda köşede yumuşak yumuşak abdest alıp namaz kılmakla, zikir çekmekle hiç kurtulamazsın. Vazifelisin vesselam. 

Vazife şuuruna ermiş birini Allah’tan başka kim durdurabilir? Kumandan’ın bütün eserleri “kendini bilme” ve “vazife şuuru” üzerinedir. Tilki Günlüğü ve Ölüm Odası serileri bu arayışta sonsuz bilinmeyenli soruların hepsinin cevabının aynı yere çıktığını gösteren ruh aynası gibidir.

Vazife şuurunu bu kadar net tarif edip, dava arkadaşlarını, kendini bilmekle ödevlendirmiş, “Zaman”ın bütün ilimlerini hatmedip, kendimizden üstün saydığımız kâfirin bilgisinin müminin yitik malı olduğunu göstermiş... Vazife şuurundan bir an bile kopmadan, ”Kendinden zuhur” pratiğiyle paslanmaya terk edilmiş İslâm kılıcını kınından çıkarıp kâfire doğrultmuş. Müslümanlar üzerindeki ölü toprağını silkeleyip milyonların harekete geçmesine öncülük etmiş birisine kâfir, “Nobel ödülünü” verecek değil ya.

Küfrün bilhassa son yüz elli-iki yüz yıldır yoğun emeklerle çarpıttığını, yok ettiğini sandığı İslâm, bir anda, Üstad gibi bir dehanın eliyle tekrar bütün hüviyetiyle meydan yerine dikiliyor; küfrün kurduğu tuzaklar onun tarafından tek tek teşhir ediliyor, anlatılıyor. Anlatılan bu hakikatin peşine düşen Kumandan, bu fikirlerin “bünyeleştiği” şahıs olarak 70’li yılların Akıncı pratiği ve BD-İBDA hareketiyle ezik kitlelere umut oluyor. Çok kısa sürede hiç ummadıkları boyuta ulaşan hareket elbette küfür tarafından tehdit olarak algılanıp önlemler alınıyor. İşbirlikçi yapılanmalara rüşvet veren küfür, bu yapılanmaların iktidar olmasını sağlayarak maddi imkânsızlıklara mahkûm ettiği Müslümanların bir kısmını parayla tanıştırıyor. Paranın tadını alan bazı Müslümanlar küfrün gölgesinde, ter dökmeden mücadele edebileceklerini iddia ederek cenk alanını terk etmiş olmalarına rağmen BD-İBDA hareketinin kitlelere artan ivmeyle sirayet ettiğini fark eden küfür, 28 Şubat’ı da içine alan süreçte tekrar hücum ediyor. Ve meydanlarda yine en önde BD-İBDA hareketi var. Küfrün bu atağı şehitler verilmesine ve çok sayıda mücahidin Kumandan’la birlikte cezaevlerine konulmasına yol açarak hareketin büyük darbe aldığı izlenimi yaratsa da aslında “eşik değer” aşılmış, artık hareket gerekli kütleye ulaşmıştır.
Tuhaf olan harekete ilham verip meydanlarda bedel ödeyen kadro hapislerde çürürken, birileri koltukları kapmış, liberal politikalarla İslâm adına ahkâm keserek iktidarını ayakta tuttuğunu sanıyordu. Bu tezatlık bana, elektrik ve elektrikle çalışan her şeyin bu günkü halini kendisine borçlu olduğumuz Tesla’nın yokluk içinde ölüp giderken ampul icatçısı Edison’un General Motor’u kurup dünyaya hükmeden A takımına girmesi hikâyesini hatırlatır…

Liberallik güzeldi de içi boş olduğu halde İslâm adına laf olsun diye ahkâm kesmek bile Anadolu’nun dirilişini gün gün besliyordu. Her ne kadar bu diriliş tuzaklarla çevrelenmiş, çeşitli önlemler alınmış olsa da durum küfrün hoşuna gitmiyor ve yeni kumpaslar planlıyordu. 

Dikta rejimleri ne yaparlarsa yapsın sonunda kendi başını yemeye mahkûm olur. Zira her fikir kendi zıddını üretir ve bu zıt kutup dikta rejimini paranoyaklaştırarak rejimin sonunu kendi eliyle hazırlamasına vesile olur. Emperyalizm bu durumu iyi bildiği için Kemalizm gibi dikta rejimlerini uzun süre desteklemekten ziyade fasılalı destekleme ve “demokrasi kılıflı dikta” modelini geliştirmiştir. Bu modelde millet kendisini iktidarda sanıp özgür iradesiyle yönetildiğine inanır. Bu, emperyalistler için iyi bir seçenek gibi görünse de neticede ipin bir ucunu millete kaptırmıştır. Kaptırdığı bu ucu darbeler yoluyla geri alır, gerekli düzenlemeyi yapıp tekrar bırakır. Lakin ipin ucuna alışan kitle ikide bir elindekini bırakmaktan hoşlanmaz ve gardını buna göre alması gerektiği şuuruna erer.

28 Şubat darbesi milletin gardını sağlamlaştırıp atağa geçme şuuruna ulaştığı noktadır. Bu durumu fark eden emperyalistler farklı arayışlara girmişlerdir. Bu süreç sadece bizle sınırlı olmayıp ezilen bütün milletler için benzer şekilde seyretmektedir. Direniş şuurunu kırmak için kesenin ağzı açılmalı ve rüşvet verilmeliydi, öyle de oldu. Bolca borçlanma karşılığında gerçekleşen büyüme üretimden çok tüketim ve bir miktar refah artışı olarak gerçekleştirildi. Sıra alınan borçların ödenmesine gelinceye kadar oynanan tiyatroda Müslümanlar kötü bir sınav verdiklerini, kendi evlatlarının dinden uzaklaşmış, vatan ve millet sevgisinden bihaber zombilere dönüştüklerini gördüklerinde anlamaya başladılar. Emperyalizm zombilerin bir kısmına cübbe giydirmişti, direnen millete onlar aracılığı ile umut vaat ediyordu. Liberal muhafazakârlar her türlü rezalete rağmen hala iktidarda kalmalarına anlam veremese de millet ısrarla onları istiyordu.

Milletin bu ısrarı emperyalistleri işkillendirdi.

-Ulen yoksa bizim liberal muhafazakârlar arkamızdan iş mi çeviriyor?

Ve cübbeli zombilerin düğmesine basıp peş peşe komutlar vermeye başladılar. Gezi sürecinde anladı ki emperyalistler, millet, “millet meclisi”ne sızmış. Eyvah, eyvah! Hazırlıklar başlasın, derhal millet meclisine gerekli ders verilsin. Her şeyin kolay olmasına alışmış emperyalistler “gümm!”diye çıkan sesi duyunca donup kaldılar. Cübbeli zombiler duvara toslamışlardı. 

15 Temmuz gecesi, bir yanda muhafazakâr liberallerin pazarlık ve gidişata göre renk verme hesaplarına sahne olurken, meydanları dolduran yiğitlerin şanlı direnişi ile milletin lehine sonuçlanan bir destana sahne oldu.
Oldu da ne oldu? Muhafazakâr liberalizme devam! 

Ağayı da küstürdünüz.

Para veren yok.

Hâlâ neyin liberalizmi? 

Anlayan beri gelsin. Bunca yıldır liberalizmin geldiği nokta zombiler ordusu. Taze et kokusu nerden gelirse oraya gidecekleri belli. Aha işte, yaşadıkları ilk sıkıntıda belediyeleri sattıkları gibi iktidarınızı teslim etmeye hazırlanıyorlar.

Kendinize gelin artık. Başından beri Anadolu’nun uyuyan ruhunu uyandıran Üstad ve uyanan ruhları kıyama kaldıran Kumandan vardı direksiyonda. Sizler meselenin duble yol ve tünel olduğuna o kadar inanmışsınız ki otomatik pilotta giden aracı sürdüğünüzü sanıyordunuz. Oysa sizi buraya kadar getiren Üstad ve Kumandan’dı. Hadi şimdi de sürün görelim. Burası yol ayrımı beyler.

“Ya İslâm’la yükselir, ya da inkârla çürürsün

Bu yol mezarda bitmiyor, gittiğinde görürsün”

Bundan sonra iki ihtimal var. Emperyalistlerin yeni bir rüşvet ve sahte refah tuzağı ile Kemalizm’i hortlatarak zombileşmeyi hızlandırma projesini seyredip umutlarımızı 100 yıl sonraki bahara bırakacağız.

Ya da yıllarca kanımızı emen “demokrasi kılıflı dikta modeli”nin kılıfını yırtarak, İslâm sancağını açıp, altında toplananlarla topyekûn kıyama kalkacağız. Siz isteseniz de istemeseniz de bu kıyam yakın haberiniz olsun. 
Kumandan’ın şahadetinden sonra gönüldaşlar arasında yaşanan umutsuzluk dalgasını takip eden günlerde gerçekleşen bir zuhurat sonrası, Saadettin Ustaosmanoğlu ağabey.

-“Şehitler ölmez! Diyor ve buna inanıyoruz değil mi? Eee! Ölmüyorlarsa ne yapıyorlar? Öylece bizi yukarıdan seyir mi ediyorlar? Evet, onlar ölmez, diridirler. Ayetle sabit. Bizi seyre dalmış da değiller. Onlar mücadeleye devam ediyorlar. Çünkü onlar bu davaya öylesine âşıktılar ki Yüce Mevla onları aşkından ayırmaya kıyamadı. Onlar bizimle. Onlar perdenin arkasında var gücüyle cihad ederken bize umutsuz olmak yakışır mı?”
Dediğinde çoğumuz buna anlam veremedik belki de.

Şanlı İslâm ordusu, başında Kumandanı kıyama kalkmış geliyor. Bunu iman sahiplerimiz görmezden gelse de küfür görüyor ve Kumandan’ın başına binbir çorap örüyor. Her türlü kirli propaganda ile toplumun gözünde öcüleştirirken, şahsına etmedik işkence bırakmıyor.

Madem küfür için o kadar tehlikeli ise neden yok etmediler de, işkence etmeyi seçtiler?

-Kumandan 70’li yıllarda yapacağını yapmıştı zaten. Hareket ivmelenmiş, “kendinden zuhur” ile gider olmuştu. Son dönemde;

-“Nice olmazlar olur oldu.”

Sözünü, Ak Parti destekçiliği olarak yorumlayanlar oldu. Mesele Ak Parti değildi. Mesele süreçti. Bu sürecin görünen kaptanı Ak Parti olduğu için desteklemekte beis yok. Lakin destekleyelim derken liberalizmin akıntısına kapılan Müslümanlardan çektiklerimiz de aklımızın bir kenarında yazılı.

“Nice olmazlar olur oldu” Ak Parti olsa da, olmasa da, olmazlar olmaya devam edecek. Lakin Ak Parti ile olursa daha güzel olur elbet. Söylenen özetle buydu.

Kumandan’a “takdim yazısı” hazırlayacağına söz veren Üstad, yazıyı hazırlamadan ya da hazırlayıp veremeden vefat etmiş. Bunu son görüşmelerimizden birisinde anlatmıştı. Bu yazının peşine düşmüş, hatta bir dönem Üstad’ın ailesi tarafından kıskançlık nedeniyle saklanmış olabileceğini bile düşündüğünü söylemişti. O yazıyı aramaktan ve düşünmekten asla vazgeçmemişti. Üstadın takdim yazısını aramak aslında onun itici gücüydü ve bu gücün onu ulaştırdığı yer;

Küfrün ideolojilerini yerle bir etmiş onlarca eser, 
Çileli fakat şahadet ile taçlanmış bir hayat.

Üstad’ın en mükemmel eseri; takdim yazısını vermeyerek yetiştirdiği KUMANDAN!

Üstad’ın en mükemmel stratejisi; takdim yazısını vermeyerek, harekete ivme katmakla meşgul KUMANDAN’ı küfrün oklarından korumak.

Ve daha niceleri… Velilik sırrı…

Nerede kalmıştık? İslâm coğrafyasını esareti altına alıp hareketini sıfırlayan küfür, Üstad’ın kurgusunu sıfırdan harekete geçirip, ivmelendiren Kumandan’ı fark ettiğinde atı alan Üsküdar’ı geçmişti. Bu saatten sonra Kumandan’ın ölüsü onu kahraman yapar ve hareket çok daha hızlı büyürdü. Yapılacak şey onu yok saymak, küçük düşürmek ve yazdıklarını boşa çıkarmaktı. 99 yılına kadar yapılanlar onu yok sayma taktiği olarak işletilse de, o yok olmadığını sürekli hatırlattı ve küfrü korkutarak 28 Şubat sürecinin işletilmesine yol açtı. Cezaevi sürecinde şanlı Metris kıyamı ile rejimi kendi evinde esir alarak küfrün korkusunu daha da pekiştirdi.
Bu korku, daha deneme aşamasında olduğunu düşündüğümüz telegram işkencesi teknolojisinin apar topar sandıktan çıkarılmasına yol açtı ve işkence başladı. İşkence ne kadar zorlu olursa olsun, Allah’ın varlığına koşulsuz iman etmiş birisi için sadece zevken idrak konusu olabilir. Nitekim öyle olduğunun ispatını işkence sürecinde kaleme aldığı onlarca eser ve telegramcıları teşhir ederek gösterdi.
Cezaevinden çıktıktan sonra yakınları olarak telegramın ona verdiği sıkıntıya dayanamayan bizler, bildiğimiz kadarıyla elektromanyetik dalgaların engellenmesi için çeşitli yöntemler denemeye kalkarak ona yardımcı olmaya çalıştık. O da bunlara ses çıkarmaz ve bazılarına müsaade ederdi. Fakat hiçbirisinden sonuç alamadık. Yine bu konuda kendimce çözümler ürettiğim bir gün, bu gayretlerimden sıkılmış olmalı ki, çabalarımın boş olduğunu nazik bir dille anlattıktan sonra bunu devletin çözebileceğini, ancak onların bunu çözme girişiminin “Ayasofya’yı ibadete açmak kadar sıkıntılı olabileceğini” belirtmişti. O günden sonra bu konuya ne kadar sığ ve çocukça yaklaştığımı fark edip işin küresel çapta olduğunu idrak etmeye başladım.

Şahadetine yakın zamanlarda telefonla her görüştüğümüzde ısrarla Yalova’ya gelmemizi söylemiş, elimden gelse yanından hiç ayrılmak istemediğim halde mesafenin uzaklığı ve dünya telaşı sebebiyle ziyaretimi biraz ertelemiştim. Ablamın hastaneden açtığı telefonla, koşarak gitsem de artık çok geçti. Onun isteğini dünya telaşına değişmiş olmamı asla affetmeyeceğim. Hastanede kaldığı süreçte evinde kaldığım için, son yazdıklarına bakma imkânı bulmuştum. Son yazısında İmam Azam efendimizin esareti ve bu esaret sonucu gerçekleşen şahadetinden bahsediyordu. Yazıyı görünce içime acı çökmüş ve başa geleceği hissetmiştim.
Bizler, özellikle gençler mücadelenin hiç ilerlemediğini hatta durumun karamsar olduğunu düşünebiliriz. Fakat mücadelenin sıfır noktasını bilen ve inme inmiş birisi gibi kıpırtısız duran İslâm davasının nereden nereye geldiğini, mimarı çok iyi biliyor ve bunun gururunu taşıyordu. Gönüldaşlardan beklentisi onun söylediklerini kuru kuruya tekrar etmek değil, onun gösterdiği yolda her İBDA gönüllüsünün kendi tekâmül ve zuhurunu gerçekleştirme şuuruna ulaşmasıydı.

Kumandan Üstadından öğrendiğini cilalayıp satma yolunu tercih etse, yalılarda ahkâm keserek hayatını devam ettirecek yetenek ve zekâya fazlasıyla sahip biriydi. Fakat o, çileli olan yolu seçerek Üstadının gösterdiği yolda kendi tekâmül ve zuhurunu gerçekleştirdi. Zahirde mağlup görünen davasının, 571 yılından beri her daim galip olduğu bilinciyle yaşadı. Onca çileye rağmen asla umutsuz ve mutsuz olmadı. 


Baran Dergisi 676. Sayı