Devletin varlık sebebi, fert ile cemiyet arasında muvazene kurmaktır. Rejimler ve iktidar tipleri her ne olursa olsun, devlet müessesesi, varlık sebebini yerine getirip, bu muvazeneyi kurabildiği ölçüde adil, uzaklaştığı kadar da zalimdir. Uzun yıllardır kulağımıza çalınan, başta askerî cinsinden olmak üzere, “vesayet odakları” ise muvazene kurulmasıyla adaletin tesis edilmesinden ziyade kendi menfaatlerine hizmet edecek şekilde bir dengenin tesis edilmesi arzusuyla siyasete müdahil olurlar. 28 Şubat sürecinde hem yargı hem de askerî bürokrasinin, 17/25 Aralık’ta yargı bürokrasisinin, 15 Temmuz’da ise askerî bürokrasinin yine belli çıkar odaklarının siyaset üzerindeki vesayet girişimlerine hep beraber şahitlik ettik. Tüm bu yaşananlardan sonra yargı bürokrasisi ve askerî bürokrasinin artık belli kesimlerin çıkarı istikametinde “vesayet odağı” olarak artık siyasete müdahil olamayacağını düşünürken, şimdi de başımıza Covid-19 salgını ile beraber “bilim vesayeti” çıktı.

Yeni Vesayet Odağı: Bilim

Başta da ifâde ettiğimiz üzere, devlet ferd ile cemiyet arasında muvazene kurmakla yükümlü bir müessese ve bunu hayatın tamamına şamil bir şekilde yerine getirmekle mükellef bulunuyor. “Vesayet odakları” ise belli bir azınlığın menfaati karşısında bütün toplumun ezilmesi noktasında herhangi bir kaygı taşımıyorlar. Çünkü nihayetinde onlar kime hizmet ederse etsin, millet faturayı iktidarda kim varsa ona kesiyor. Böyle söyleyince, memlekette belli başlı vesayet odakları var, neticesinde adaletsizlik doğuran tüm kararların arkasında da bunlar var ve iktidar bu cürümlerden yana masumdur gibi de anlaşılmasın; zaten tüm bu yaşananlar siyasî iktidar kendi iradesine sahib çıkamadığı ve “iktidar”ını başkalarına kullandırdığı, popülizme iktidarını kurban ettiği yahut belli odakların eline iradesini rehin verdiği için yaşanıyor. Türkiye’de müesses nizâmın “vesayet odakları”nın oluşumuna ve faaliyetine alan açtığını da tabiî ki yadsımıyoruz; fakat bilhassa cumhurbaşkanlığı sistemine geçildiğinden beri gerekli kararlılık sergilendiği takdirde bu tip odakların faaliyetlerine de müsaade edilmeyebileceğini de görüyoruz.

Sağlık Çalışanının Varlık Sebebinden Kaynaklanan Risk

Şimdi tekrar “bilim vesayeti” bahsine dönecek olursak. Hatırlayanlar olacaktır, bir şehit cenazesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan “Polisliğin, askerliğin fıtratında şehadet var!” demiş ve o gün için bu ifâdesinde dolayı büyük tepki toplamıştı. Adam orduya giriyor ama çatışmaya gireceğini hesaba katmıyor gibi bir durum olabilir mi? Erdoğan ifâdesinde son derece haklıydı. O gün Erdoğan’ın bu ifâdesine sebeb olanla benzer mahiyette fakat farklı bir branşta yaşananlara karşı aslında benzer bir kıyamet kopartılıyor da kimse farkında değil. Salgına yakalananların tedavi edilmesi noktasında iş tabiî olarak sağlık çalışanlarına düşüyor; tedavi etmeleri gereken hastaların salgın hastalık taşıyor olmaları hasebiyle de risk altına girmiş oluyorlar. Sağlık çalışanlarının hem toplumun sağlığının korunması ve hem de maruz kaldıkları riskten dolayı insanları daha tedbirli olmaya ve devleti de salgının yayılmasına tedbir almaya davet etmeleri elbette ki anlaşılabilir bir durum; peki sırf bu risk ve salgından kaynaklı artan iş yükü ve risk propagandasıyla, kim olduğu “meçhul” birilerinin siyasî yahut maddî menfaati istikâmetinde toplumun diğer ve önemli bir kesimi esnafın ezilmesi ne olacak? Şimdi biz böyle söyleyince birileri de çıkıp, “Siz salgın daha fazla yayılsın mı, demek istiyorsunuz?” diye sorabilir. Aslında bizim ne söylediğimizden ziyade işin pratiğini konuşturmak sanıyoruz daha mühim; toplu taşıma araçları balık istif çalışacak, AVM’ler çalışacak, üretim planında çalışan işçiler iç içe çalışacak, toplantılar yapılmaya devam edecek, insanların kalabalık bir şekilde bir araya geldiği kamu kurum ve kuruluşları faaliyetlerine devam edecek; fakat esnafın bir kısmı sanki vebalıymış gibi kapalı tutulacak.

Görüldüğü üzere uygulamada tezat var. Aynı konuda hemen hemen eşit ve hatta daha ağır şartlarda faaliyet gösteren bir kesime farklı, diğer bir kesime farklı uygulamaya gidildiği yerde adaletten söz edilebilir mi?

Adaletsizlik

Peki, herşey bu kadar açık seçik ortadayken, adaleti tesis etmekle görevli iktidar, niçin kendi eliyle adaletsizliğin bizzat sebebi olup, kendi ayağına kendi eliyle sıkıyor?

“Devlet kira ve destek ödemesi yapıyor ya, bu nasıl adaletsizlik?” diyecek kadar ahmak biri de yoktur herhâlde. Neredeyse bir senedir kapalı olduğu hâlde her ay binlerce lira kira ödemek zorunda kalan işletmelere aylık 1.750,00₺ yardımda bulunup, bir de sanki bütün mesele bu sayede halledilmiş gibi konuşmak yerine, çıkıp esnafa küfür edilse aynı anlama gelir herhâlde.

Evet, adaletsizlik dedik. Bu yalnız Türkiye’ye mahsus bir vaziyet de değil, salgın hastalığın başlangıcından beri muhtelif istatistiklerle pompalanan korku vasıtasıyla “bilim kurulları” ve dünya çapında faaliyet gösteren Dünya Sağlık Örgütü tarafından siyaset üzerinde hegemonya kurulmaya çalışılmakta olduğunu görüyoruz.

Bütün Fikrin Gerekliliği

Aslında iş bir noktadan sonra geliyor, “Bütün Fikrin Gerekliliği” bahsini dayatıyor. Bilim kurulları ve dünya sağlık örgütü yaşanan salgın hastalığa yalnız sağlık sistemi açısından bakıyor ve ortaya çıkan istatistikleri de kendilerini izah edebilmek noktasında büyük bir maharetle kullanıp, demokrasi dolayısıyla popülizme kurban edilen iktidar müessesesini, kendisi nasıl istiyorsa o şekilde yönlendirebiliyor.

Tekrar ifâde etmek gerekirse, bugün yalnız Türkiye’de değil, yaşanan salgın hastalık dolayısıyla global anlamda bütün siyasî iktidarlar “bilim kurulları” ile Dünya Sağlık Örgütü’nün baskısıyla almak zorunda kaldığı kararlar dolayısıyla tartışmaya açılmış bulunmaktadır. Bu vaziyetin “normal” olmadığı açık değil mi? Salgın yalan, virüs biyolojik saldırı, aşı içinde çip var falan desek biliyorum daha fazla ilgi çekerdi; fakat ne dediğimizi idrak edenler fark edecektir ki, bizim iddiamız bu sayılanlardan çok daha tehlikeli. Bugün olağanüstü bir vaziyet olan salgın sürecinde, “bilim” gerekçe gösterilerek siyasete yapılan baskılar dolayısıyla ekonomik anlamda milletine yeterince destek sağlayamayan bütün iktidarlar tartışmaya açılmış bulunmaktadır.

Türkiye özelinde hadiseye yanaşacak olursak, muhalefetin bir yandan alınan tedbirlerin ve kapatmaların yetersizliğinin propagandasını yaptığını, diğer taraftan da kapalı durumdaki esnafı iktidara karşı nasıl kışkırttığını görecek olursak, vaziyet sanıyoruz ki daha net bir şekilde idrak edilebilecektir. Bu arada unutmadan Ak Parti seçmeninin büyük bir kesimini de esnaf sınıfının teşkil ettiğini, 15 Temmuz gecesi de darbeye karşı en faal sosyal sınıfın yine bu kesim olduğunu söylemeye bile lüzum yoktur sanıyoruz.

İkinci ve üçüncü dünya ülkelerindeki iktidarları kendi ülkelerinde tartışmaya açmak planlı bir hareketse, bunun arkası da gelecektir ve şimdiden tedbir alınması gerekir. Yok, bu yalnız bilim kurulları ve bu kurulları teşkil eden bilim adamlarının “bütün fikir”den uzak, dünyaya at gözlükleri bakıyor olmalarından kaynaklı bir vaziyetse, bize kalırsa bu birinci seçenekten bile beterdir.

Bıçak Kemiğe Dayandı

Türkiye’nin alınan tedbirlerin maliyetini karşılayacak ekonomik gücü olmadığına göre, kendisini “bilim” hegemonyasından kurtarıp, yeniden adaletin tesis edilmesi adına bir ân evvel toplumun normal hayatına dönmesini sağlaması gerekmektedir. Ferdlerin kendilerini koruyacak tedbirleri almaları teşvik edilirken, kamu düzenini sarsacak, toplumun belli bir kesimini ezen tedbirlerin tamamen kaldırılması şarttır.

Bakınız, Bloomberg aşılama çalışmaları üzerinden yaptığı bir hesab ile normalleşme noktasında Türkiye’nin birçok Avrupa ülkesinden ileride olduğunu ve bunun 2,6 sene alacağını vurgular mahiyette haber yapıyor. Türkiye sosyolojisi ve ekonomisine göre mevcut tedbirler 2,6 yıl daha sürdürülmeye kalkılırsa, bunun meydana getireceği yıkıcı etkiler nasılsa ne Bloomberg’i ne de bilim insanlarını zerre kadar alâkadar etmiyor.

Hemen, Şimdi Normalleşme

Yetiştirilebilirse 15 Şubat, olmadı 1 Mart itibariyle Türkiye’de tam normalleşmenin, kısım kısım değil, bütün yasakların kaldırıldığı ve okulların da açıldığı normalleşmenin başlatılması gerekiyor.

Bunun artık yalnız iktisadî ve tıbbî mesele değil, en az bunlar kadar ehemmiyetlisi siyasî bir mesele hâline dönüştüğü kavranmalı ve Türkiye, bir ân evvel, iktidarların dünya çapındaki hegemonya lehine tartışmaya açılmak istediği kaos ortamı henüz pişmeden kendisini bu cendereden kurtarmalıdır.

Baran Dergisi 735.Sayı