Başkan Tayyip Erdoğan, yakın bir tarihte meşhur bir kaziyyeyi dile getirerek ibret almayanlar için tarihin tekerrür edeceğini söylemişti. Gerçekten de ibret alınmazsa tarih, daima tekerrür eder. Kuran-ı Kerim’de de eski kavimlerin kıssalarının anlatılmasında onlardan ibret alıp aynı hale düşmememiz hikmet ve ihtarı vardır.

Peki, tarihten nasıl ibret alınır? Okuyup okuyup “vay be, cık cık cık, bak hele” demek ibret almak mıdır? Kâğıt üzerinde bütün hikâyesi açık seçik meydanda olan hadise ve aktörlerin durumunu anlamak için arif olmak gerekmez; çocuk bile kolayca anlar. Herkes de hikâyeyi bitirdiğinde ibret aldığını sanır. Hayır, ibret almak bu değildir. Kesinlikle değildir hem de. Tarihi okumak ve anlamak magazin sütunu okumaya benzemez, çünkü tarih, olmuş bitmiş bir şeylerin donuk resmi değildir, bilakis dinamiktir. Akıllı insan çoktan sona ermiş ama bir zamanlar bilfiil yaşanmış olan hikâyeler içinde kendini bulmak ve eskilerin maceralarından fonksiyonel olarak faydalanmasını becermek zorundadır. Bu da öncelikle kendi zamanını doğru yorumlamakla ve tarihî hadiseler ve aktörlerle zamanını bağdaştırarak benzerlikleri ortaya çıkarmakla olur. İşte tarihten ibret almak budur. Tarihî bir vakıayı anlamak kolaylığının yanında kendini ve zamanını anlamanın zorluğu bir arada düşünülünce niçin tarihin hep tekerrür ettiği daha iyi kavranır. Çünkü insanlar, geçmişte yaşananların kendilerinin de karşılaşabileceği şeyler olduğunu düşünmedikleri gibi gözleri önünde cereyan etmekte olan hadiseleri yorumlamaya çabalamazlar; ancak işler nihayete erdiğinde bir şeyleri fark ederler lakin geç kalınmıştır.

Şahsen ben bu ibret alma denen şeyden ne anladığımı kısaca açıkladıktan sonra “işte aldığım ibret” diyerek II. Mahmud ve Başkan Erdoğan arasındaki benzerliği takdim etmek istedim. Bilindiği gibi II. Mahmud, Osmanlı Devleti’nin çok kötü bir döneminde saltanat sürmüş, son derece dirayetli ve iradeli bir padişahtı. Daha önceki kudretli zamanlarda tahta çıkmış olsa hamaset severlerin bol bol anmak isteyeceği büyük işler yapabilecek bir sultandı. Kader ona yol vermiş olmasa Osmanlı Devleti belki de kısa zamanda çöküp gidecekti. III. Selim’in yeniçeriler tarafından şehid edildiği, savaşmayan bu eşkıya sürüsü yüzünden sürekli yenilgi ve toprak kayıplarının Tuna ve Kafkasya’ya kadar dayandığı, devletin adeta işlemez hale geldiği demlerde, Balkanlarda derebeylik düzeni kurmuş ayanlar sayesinde tahta çıkmayı başaran II. Mahmud, sened-i ittifak adlı bir sözleşmeyi kabul etmeye mecbur olmuştu. Sultanın ayanlarla adeta iktidarı paylaşmayı kabulü anlamına gelen bu hadise, Osmanlı Devletinin o tarihte ne kadar acz içinde olduğunu gösterir. Bundan sonra gayet akıllıca ve hesaplı hareket ederek düşmanlarını idare eden Sultan Mahmud, tahta çıktığı 1808 yılından itibaren bir taraftan savaşlar, bir taraftan da Yunan isyanıyla uğraşırken yeniçerileri kullanarak ayanları yavaş yavaş ortadan kaldırdı. Akabinde yeniçerinin müttefiki olan ilmiye sınıfını kendi yanına çekip uygun vakti bulduğu anda yeniçerileri yok etti. Yeni ordu ve donanma inşası için vakıflara müdahale etti. Yeniçerileri ezmek için büyük destek gördüğü Nakşibendilerin bir kısmını saltanatına “ortak olacakları” endişesiyle sürecek kadar ileri gitti. Devlet idaresini toparlayıp merkezileştirirken, kendisi o merkezin odak noktası haline geldi ve saltanat ihya oldu. Bürokrasiyi hızlandırmak için divanı kaldırıp bakanlar kurulu benzeri nezaretler ihdas etti. Bunun yanı sıra memuriyet sistemini de yenileyen II. Mahmud, sancaklar yerine vilayet ve mutasarrıflık sistemini getirdi. Posta teşkilatının kurulması, kadastro çalışmaları ve örgün eğitimin ilk mektep kısmının umumi hale getirilmesi tamamen onun eseridir. Tek tek sayarak listeyi uzatmaya gerek yok. Esas olarak çoktan ortadan kalkmış devlet ve saltanat otoritesini yeniden tesis etmeyi başaran II. Mahmud, bütün bunları sayısız engelleri aşarak başarmış olması hasebiyle çok büyük bir liderdir.

Devrim çapında karar ve icraatlarına rağmen vefatıyla saltanatın ve devletin tekrar büyük bir tehdidle yüzleşmesi ise talihsizlik değil yine bizzat kendisinin eseridir. Yeniçeri belasının yok edilmesi ve devlet idaresinin toparlanmasından sonra inkılap çapında işler için zemini açan II. Mahmud, maalesef Avrupa’ya eğitim için gönderdiği bürokratların kopyacılığına mahkûm oldu. Avrupa’da eğitim gören Tanzimat bürokratları, döndükleri vatanlarında mevcut olmayan orijinal bir dünya görüşünün yokluğundan dolayı batıyla uyuşmaya çalışmayıp da ne yapacaktı? Kendilerine ait bir kurtuluş yolu bulmayı beceremeyen bu insanların dünyaya üstünlüğünü kabul ettirmiş batıya özenmesi kaçınılmaz bir sondu ve bunda ille de hainlik aramak yersizdir. Kaldı ki II. Mahmud da fikrî açıdan kadrosuyla aynı sığlıktaydı. En kötüsü ise bu fikrî boşluk hainlerin de hak maskesi altında sızmasına zemin hazırlamıştır. II. Mahmud, tek başına Rusya’yı kökten değiştirip devleştiren Çar Petro gibi Osmanlı Devleti’ni yenileyip büyütebilecek bir pozisyon yakalamıştı. Ancak aksiyon olarak belki Çar Petro’yu bile aşmasına rağmen, bir ideal ve bu ideale bağlı en azından reçete seviyesinde dünya görüşü eksikliğinden dolayı, devlet idaresinde giriştiği reformlarda kopyacılık ve taklitçiliği aşamadı, tıpkı emrindeki yüksek bürokratlar gibi… Ülkesi Hıristiyan olması hasebiyle Çar Petro’nun Avrupa’ya benzeme çabaları, tarihten kopmuş Rus bünyesine sıhhat verdi; ama İslam İmparatorluğunda aynı benzeme çabasının neredeyse İslam Rönesansı teşebbüsüne eş değer bir fikrî derinliğe sahip olması şarttı. Çar Petro’nun hayvan sürülerine benzeyen Rus milletini hizaya sokmak için Avrupa tarzı kıyafeti halkına giydirip erkeklerin sakallarını bile zorla kestirmesi, kendi açısından derin mânâ taşırken II. Mahmud’un Avrupa’ya ait pantolon vs. tarzı kıyafeti memurlarına giydirmesi korkunç bir tezat ve sığlık ifade eder. Gene de aksiyon sahasında işin başında bulunup büyük gayret ve irade sergileyen sultanın yerine geleceklerin de onun kadar sağlam olması durumunda en azından satıhta müsbet yönde devam etme ihtimali büyük olan bu reformlar, belli bir dünya görüşüne dayanmadığı için tersine de işleyebilirdi ve nitekim de öyle oldu. II. Mahmud’dan sonra tahta çıkan ve selefinin dirayetinden nasibi olmayan Sultan Abdülmecid’in ipleri bürokratlara teslim etmesiyle beraber onca çaba “Tanzimat” adı altında batıyı taklit ve memnun etme zavallılığına kurban edilerek ziyan oldu ve bürokrasi yeniçeri haline geldi. Sultan Abdülmecid’in ardından tahta çıkan ve duruma tekrar hâkim olmaya çalışan Sultan Abdülaziz, darbeyle tahttan indirilip şehid edildi ve ancak Sultan II. Abdülhamid zamanında devlet kendini ayakta tutabildi. O güne kadar her şeyin ta esastan eksik yapılmış olmasından dolayı eğitimli bürokrat kesimde batı hayranlığı çılgınlık noktasına gelmişti. Bu şartlar karşısında akışın döndürülemeyeceğini gören Abdülhamid Han’ın tahtı terketmesiyle II. Mahmud’dan beri süren mücadele Osmanlı’nın çökmesiyle sona erdi.

Başkan Erdoğan, düşmanlarının ortak cephe örgütlenmesi altında bir araya gelmesinden ve bunların da dış devletler tarafından organize edilmesinden dolayı Abdülhamid Han’a benzetilse de yukarıda anlattıklarımdan dolayı II. Mahmud’a daha çok benzemektedir. Yaptığı her şeyi şahsî karizması etrafında toplaması, zamanımızın yeniçerisi olan askerî vesayetin kırılması ve İslâmî bir dünya görüşüne bağlı köklü reformlar yapabilecek zemin açılmışken aldıkları batılı eğitimin etkisiyle batının ürettiği değerlerle uyuşma noktasında kalan kadrosu bu benzerliğin eksenidir. Erdoğan’ın seçime girmesine izin verildiği demlerde ekonomi berbat haldeydi, öyle ki, Türkiye Ankara’da esnaf ayaklanmasının yaşandığına şahit olmuştu. Devlet neredeyse topu atmışken askerî vesayet bütün hızıyla devam ediyor ve 28 Şubat saldırısı sürüyordu. Bu şartlar altında hem içerde hem de dışarda ittifak kurup ittifak bozarak sayısız engelleri aşmayı başaran Erdoğan’ın, Amerikan çıkarlarıyla çatışmayacak bir başbakan olduğu zannedilirken Amerikan desteğini, tabii ki Türkiye’deki uzantılarından olan FETÖ’yü kullanarak askerî vesayeti kırması, akabinde FETÖ’yü de devirmesi ve başkanlık sistemini ikame etmeyi başarması basit şeyler değildir. Türkiye gibi bir ülkede bunların olabilmesi son derece önemlidir ve hacim olarak devrim çapında hadiselerdir. İktidara geldiği günden bugüne kadar kendisini etkileri altında sananlardan faydalanmayı beceren Erdoğan, ayanlar ve yeniçerilerle kurup bozduğu ittifaklar sayesinde hepsinden kurtulmayı başaran II. Mahmud’a gerçekten çok benzemektedir. Bu yönüyle siyaseti takdir edilmelidir. Öte yandan İslâmî bir dünya görüşünden mahrum kadrosunun batılı değerlerle uyuşur hali, Tanzimat bürokrasisiyle o kadar benzeşmektedir ki, bundan ne kadar korksak haklıyız. Yukarıda da söylediğimiz gibi İslâmî bir dünya görüşünden mahrum olan Tanzimat bürokrasisinin devleti ayağa kaldıracağını zannederek batılı zihniyetle uyuşması kaçınılmaz sondu. O bürokrasiyi var eden saltanatın bürokrasi eliyle yıkılması arzusu da batıyla uyuşmanın neticesi ve o zeminde türeyen hainlerin eseri oldu.

Zamanımızla ne kadar benziyor değil mi? Batıda aldıkları şahane(!) eğitimleriyle akılları sıra devlet yöneten kimilerinin dün Erdoğan’ın yanındayken sebep oldukları tahribat ve bugün onun aleyhinde mevzilenmeleri karşısında şaşırmaya gerek yok. Aynı tornadan çıkmış, yani Batılı eğitimden geçmiş ve her türlü düşünce ve hareketlerini bu eğitime dayanarak belirleyen ve henüz öncekiler gibi gemiyi terk etmemiş; ama dümeni çevirmeye hevesli bu tiplerin, yarın neler yapabileceğine de dikkat etmelidir. İbret almaktan bahsederken bu benzerliği görüp ibret alamamak, Allah korusun daha korkunç ibret manzaralarını yaşayarak görmemize sebep olabilir. Erdoğan’ın ipleri sıkı tutarak, tıpkı II. Mahmud gibi her tarafa hâkim olma çabası yerinde bir hareket olmakla beraber belli bir fikrî altyapı ve buna bağlı kadronun mevcut olmamasından dolayı nereye kadar böyle devam edebileceği, hele ki kendisinden sonra aynı vasıflara sahip olmayan bir liderin tıpkı Abdülmecid gibi işleri ters çevirip ne kadar geriye götürebileceği gayet ciddi şekilde düşünülmelidir. Tarihten ibret almak gerektiğini söyleyen Erdoğan, bunun farkındaysa ve gereği neyse buna dair hazırlık yapıyorsa, ne mutlu. Eğer öyleyse tabii ki bunu uluorta beyan etmesini beklemiyoruz ama farkında olduğumuz bu gerçeği beyan ve ikaz bizim borcumuzdur.

Esas olarak İslâmî dünya görüşünden mahrumiyetin sebep olduğu boşluktan dolayı bütün işleri bizzat takibe mecbur olan II. Mahmud bu şekilde elinden geleni yaptı ve devletinin ömrünü uzattı. Şimdi ise o gün eksik olan şey mevcuttur: Büyük Doğu-İbda fikirler manzumesi. Bu anlayış, İslâmî dünya görüşü olarak ikame edildiğinde, yeryüzünde Müslümanca var olup yaşayabileceğimiz ve bütün dünyaya iman nurunu yayabileceğimiz bir meşale olarak önümüzdedir. Kuvveden fiile çıkıp kendini görünür kılmak için muhtaç olduğu devlet aygıtının kendisini kavramasını beklemektedir. O zaman biiznillah en azından bizim için menfi tarih tekerrür etmeyecektir.


Baran Dergisi 649. Sayı