Parçalanmış vaziyetteki Büyük Çin ülkesini, geliştirdiği “Legalizm” isimli doktrin gereği son derece sert usullerle birleştiren “Çin Hanedanlığı”nın halefi Han İmparatorluğunun Çin tarihinde çok mümtaz bir mevkii bulunmaktadır. Han İmparatorluğu, Çin Hanedanlığını yıkmış olsa da, tarihçilere göre bazı hususlarda onun takipçisi durumundadır. İki hanedanlık arasındaki en mühim benzerlik, kuvvetli bir merkezî otoritenin varlığıdır. Ancak Han devleti, bazı hususlarda da farklı bir rotaya girmiştir. Aralarındaki en önemli farklılık, Çin Hanedanlığı’nın tasfiye sürecini başlattığı ve Çin halkının yoğurulduğu “eski akidelerin” Han devletince tekrar ihya edilmiş olmasıdır. Han İmparatorluğu ile birlikte Konfüçyüsçülük, Taoculuk ve hepsinin üzerinde “Tian” (Gök Tanrı) inancı tekrar eski itibarlarını kazanmış, dolayısıyla iktidarın kaynağını Tanrı’dan alan imparator anlayışı geri dönmüştür.
Diğer taraftan Han İmparatorluğu, önceki hanedanlığın miras bıraktığı birleşik Çin ülkesi marifetiyle büyük bir maddî ve askerî güce sahib olmuş, dolayısıyla civarındaki memleketleri boyunduruğu altına almaya başlamıştır. Tabii bundan Türklerin ataları (veya akrabaları) Hunlar da nasiblerine düşeni almışlardır. Sanatta ve mimaride bu zenginliğin neticeleri o dönem Çin eserlerine bakıldığında rahatça görülebilmektedir. 
Çin Hanedanlığının devletin tek bir elde temerküzünü engelleyen derebeylik sistemini ortadan kaldırması, işlenebilir arazilerin imparatorun eline geçmesi neticesini doğurduğundan, Çin sosyal hayatında da değişimler yaşanmıştır. Her ne kadar bu vaziyet ilerleyen yıllarda peyderpey değişecek olsa da, Han devrinin başlarında arazi mülkiyetinin tek elde toplanması sonucunda merkezî idarenin elinde büyük bir sermaye birikimi oluşmuştur. Bu da Konfüçyüsçü ahlâk değerlerine eski itibarını kazandıran saray ahalisinin hayır işleri istikametinde ciddi miktarlarda harcama yapmalarına imkân sağlamıştır. Haliyle bu durum, hayır kurumlarında nicelik ve nitelik yönlerinden bir zıplamayı beraberinde getirmiştir. Bu yüzden Konfüçyüsçü ahlâk anlayışıyla hayırseverlik ve vakıf benzeri kurumlar arasındaki münasebete bir göz atmakta fayda var.
Konfüçyüsçülük, geçen sayılarımızda da değindiğimiz üzere,  Şang-ti (Yüce Tanrı) inancını kabul etmiş, ancak bu üstün varlığın kendisi, hususiyetleri, ondan neşet eden varlık ve bilgi meselesi üzerinde durmamış, sadece bu varlıktan sadır olması mukadder ahlâkî yaşayış kurallarına yoğunlaşmıştır. Bu din, dış düzen ile insanın iç düzeni arasında bir paralellik bulunduğunun şuurunda olarak, içtimaî huzurun temin ve idamesinin ancak hatları kesin bir kurallar bütünü içerisinde yaşamakla imkân dâhiline gireceğini söylemektedir. “Tian” anlayışının Zhou Hanedanı zamanında bulanıklaştırılmasının bir sonucu olarak, ahlâkî yaşayışın temini konusunda Konfüçyüs ve takipçisi Mencius farklı bir yol izlemiştir. Tian inancının o günkü Çin toplumunda çok mücerret ve ahlâken yaptırımsız bir inanış olduğunu tecrübe ettiklerinden olsa gerek, onunla insanlar arasına tesiri çok daha yüksek bir unsur yerleştirmişlerdir ki, bu unsurun birçok dinî telakkide de kendine yer bulduğunu müşahade etmekteyiz: Atalar kültü ya da ebeveyn doktrini. Kişinin bu dünyada yaptıklarından, öteki tarafa göçmüş anne ve babasının doğrudan etkilendiğini kabul eden bu doktrin, Çin içtimaî hayatında çok etkili olmuştur diyebiliriz. Bu akideyi inanç sisteminin merkezine oturtan Konfüçyüsçülük, cemiyeti oluşturan kitleleri, yaptıkları işlere ve işgal ettikleri mevkilere istinaden katmanlara bölmüş ve her birinin diğeriyle münasebet kurallarını net bir şekilde belirlemiştir. Bu dinin en önemli ciheti, sarih hiyerarşik kurallar tesis esip bunlara tam bir bağlılık istemesidir. Cemiyetin iyiliği ve anne babasının öteki taraftaki huzuru için, kişinin içinde bulunduğu hal ve konumu en iyi şekilde doldurması gerekir. Bu yönüyle mukadderatçı ve değişim muhalifidir. Çinlilerde gözlemlediğimiz “kadere teslimiyetçi” halin kaynağı da bu akide olsa gerektir.
Konfüsyüsçülük kamu işlerine çok odaklanan bir hüviyeti haiz değildiyse de hayırseverlik bu inancın ideallerine uygun düşmekteydi. Faziletli bir davranış türü olarak hayır işleri, çok eski zamanlardan beri Çinli ahlâkçılar tarafından methedilmiştir. Hem Konfüçyüs hem de onun takipçisi Mencius, hayırseverlik yönündeki davranışları, insanoğlunun mümeyyiz vasfı olarak görmekteydiler. Konfüçyüs, bir talebesi tarafından kendisine sorulduğunda “hayırseverlik, tüm insanoğluna yönelik sevgidir” cevabını vermişti. Mencius ise, kuyuya düşen çocuk örneği ile durumu izah etmekteydi: Ona göre kuyuya düşen bir çocuğa yardım edilmesi, orada bulunan herkes tarafından gönüllü bir şekilde yerine getirilecek bir vazifedir.
Karla Simon’a göre, “eldeki vesikalara bakınca Eski Çin’de üst sınıfların gerçekleştirdiği hayır işlerine çokça rastlanmaktadır. Ancak alt sınıflarda bulunanların, yüksek sınıflarca diğer insanlara karşı duyulan ve insanın fıtratından kaynaklanan diğerkâmlık hissine sahib bulunmadıklarına inanmamızı gerektirecek hiçbir sebeb yoktur.” (Karla Simon, Civil Society in China, sh. 56) Yine ona göre, bu fenomenleri göz önünde tuttuğumuzda Konfüçyüsçü ahlâk anlayışının Menciusçu yorumunun hem üst sınıfların hem de avamın, her ne kadar avam derinlemesine Konfüçyüsçü bir terbiyeden geçirilmemiş bile olsa, bu tarz hayır işlerine girişmelerindeki motivasyonu inkâr edilemez. Bu yüzden de “Çin’deki hanedanlıklar öncesi dönemde ve imparatorluklar döneminde (MÖ 221’den itibaren) yardımlaşma ve hayırseverlik etrafında teşekkül etmiş birçok kuruma rastlamaktayız. Ayrıca yerel ve dışarıdan gelmiş, aynı maksatlara hizmet eden dinî veya ticarî birliklerin de mevcudiyetine şahid olmaktayız.”
Daha sonraki safhalarda da Konfüçyüsçü Çin inanç sistemi hayırseverliği idrak yolları üzerinde mühim bir tesir sahibi olmuştur. Bu inanıştan neşet eden fikirler “Qing Hanedanlığı”nın sonuna kadar (bu hanedanlık 1911 yılına kadar hüküm sürmüştür) Çin cemiyetindeki hayırseverliği şekillendirmeyi sürdürmüştür.
Yu Yu Tsu’ya göreyse (The Spirit of Chinese Philantropy) cemiyete hizmete iştirak eden dernekler ile gerçekleştirilen yardım faaliyetleri, Çin Hanedanlığı sonrası dönemde çokça görülmekteydi. Hatta Mark Lewis, Han İmparatorluğundaki hayırseverlik pratiğinin, çağdaşı Roma’ya nazaran daha yoğun olduğunu delilleriyle ispatlamaktadır. (Mark Lewis, Rome and China: Comparative Perspectives on Ancient Empires, sh. 121) Lewis’e göre bu devirde hayır işleriyle iştigal eden sadece imparatorluk sarayı değildi; kendi çaplarında güçlü aileler de bölgelerinde benzeri faaliyetlerde bulunmaktaydılar. Yolcuları ağırlama, fakirlere yardım, yetim ve dulların bakımı gibi hizmetlere dair kayıtlara, bu ailelerin kendi adlarına yaptırdıkları anıtlara kazınmış yazıtlarda rastlanılmaktadır.
Karla Simon, Çinlilerin Han devri ve sonrasında, hayır kurumlarının tesisi hususunda, belki de bilerek, yeterli bir hukukî bir alt yapı oluşturmadıklarını ifade etmektedir. Ona göre, bu tür işleri yapacak kurumlara devlet zımnen müsaade etmekteydi. (KarlaSimon, age, sh. 52) Yani devlet yetkilileri, istedikleri anda bu tesisleri lağvetme hakkını ellerinde tutmaktaydılar. Bazı araştırmacılar, Han İmparatorluğunda bölge valilerinin bu kurumların hukuk çerçevesinde çalışmasını sağlayacak kısmî düzenlemeler yaptığını iddia etseler de, bununla ilgili herhangi bir arkeolojik bulgu veya bir kayıt ortaya konamamıştır.
Önceki sayılarımızda da bahsettiğimiz gibi, Çinlilerin kaderci ruhunda büyük bir yankı yapmış Taoizm ise, hayatın olağan akışına müdahale addettiğinden, her türlü hayır işine karşıydı. Bu yüzden bu akide, idareciler nezdinde hiçbir zaman görünürde bir itibara sahib olamamış, sadece halk arasındaki ezoterik/batınî bir dünya telakkisi olarak varlığını sürdürmüştür. Konfüçyüsçülüğün eksik kanadı mistisizmi ikmal eden bir “mütemmim cüz” fonksiyonu icra etmiştir.
Han devri Çin cemiyet hayatında yaşanan en büyük hadiselerden birisi, Budizm’in kurumsal olarak yaygın bir şekilde ülkeye girişidir. Bilhassa Budist Mahayana anlayışının gelişiyle, Konfüçyüsçülüğün Taoizm tarafından tamamlanan eksik manevî tarafı bu akide vasıtasıyla doldurulmaya başlanmıştır. Ancak Taoizm’in aksine bu din, dünyaya da talipti ve bu yüzden belli bir zaman dilimi sonunda Çinlilerin aslî dini haline gelmeye başlamıştı. Gelecek hafta bu konuya eğileceğimizden Budizm bahsini fazla uzatmak istemiyoruz, ancak Konfüçyüsçülük bağlamında ve Çinlilerin 8. Asırda geliştirdikleri Yeni-Konfüçyüsçülük anlayışının ortaya çıkışındaki tesiri açısından değinmek durumundayız. Song hanedanlığı döneminde Budizm’e karşı geliştirilen ve bu dinin Çin topraklarında resmen yasaklanmasına yol açan bu yeni anlayış, hayır işlerine değişik bir bakış açısı getirmiş ve daha öncesinde tarifi gereği şahıslar tarafından manevî veya izahı kendilerinde saklı gerekçelerle yapılan bu tür faaliyetleri devletin aslî vazifeleri arasına katmıştır. Modern “tanrı-devlet” görüşünün erken örneklerinden olan bu yaklaşım, maneviyatın hayır işlerinin motoru olduğu, o olmazsa çözümün bu tür faaliyetleri devlet mekanizmasına monte etmekte arandığını göstermesi açısından önemlidir.
Song Hanedanlığının sonlarına doğru, Yeni Konfüçyüsçü görüşün hâkimiyeti altında, yetimlerin bakılıp büyütülmesi, fakirler yardım edilmesi, huzur evlerinin ve darülaceze kurumlarının ihdası, dullara maaş bağlanması vb. faaliyetler devletin vazifesi görülmüştür. Gerçekleştirilen toprak ve maden reformu ile yer üstü ve yer altı kaynakları büyük oranda devletleştirilen o dönemin Çin’inde, elde edilen gelirlerin halk arasında mümkün olabilecek en adil bir biçimde tevzii hedeflenmekteydi. Mark Lewis’e göre, bu devirde Çin devletinin mezkûr vazifeleri üstlenmesinin bir sebebi de, afetlerin sayı ve büyüklüğünde görülen büyük artıştı. Ona göre Budistlerin heyecanlarını ve içtimaî etkinliklerini kaybetmesi, neticede dışarıdan gelmiş bir inanış olması hasebiyle Çin halkı nezdinde hep kuşku ile yaklaşılan bir din olması ve büyük tabii felaketlerin meydana gelmesi, Yeni Konfüçyüsçülüğün ortaya çıkışındaki en önemli amillerdi. (Mark Lewis, Tang Dynasty, sh. 30) Yeni Konfüçyüsçülük, Çin cemiyetine yeni ve tazeleyici bir rüzgâr getirdi. Bu dönemin başlangıcında devletin tamamen üzerine aldığı yardım işleri, zamanla gerçek mevkiine dönerek gerçek veya tüzel kişiler tarafından yerine getirilen hayır işleri mahiyetini kazanmaya başladı.
Konfüçyüsçü, Budist ve nihayet Yeni Konfüçyüsçü hayır anlayışında hastalara yardım önemli bir yer tutmaktaydı. Bilhassa Song devrinde hastaneler ve ilaçlar ücretsizdi; bu hizmeti önceleri devlet, daha sonraları hayır sahibleri görmeye başlamışlardı. Kuhn, (The Age of Confucian Rule) isimli eserinde bu konuyu etraflı bir şekilde ele almaktadır. Bu kurumlara dair kayıtlarda, idameleri için kendilerine arazi tahsisi yapıldığı görülmektedir. Bunlar arasında, yüksek getirisi olan büyük araziler de vardı. Meşhur Fan Zhongang’ın arazisi bunlardan biriydi, ama en büyüğü değildi. (Chinese Civilization, A sourcebook, sh. 155)
Bu tarz tahsislerin Han devrinde de olduğu görülmektedir. Bu devirde esnaf veya tüccar loncaları biçiminde örgütlenen yapılara da rastlanılmaktaydı. İhtiyaç sahibi akrabalara veya meslektaşlara, bilhassa da felaket zamanlarında yardımı amaçlayan bu tür kurumlar, çok açık bir tüzel kişiliğe –yani devlet nezdinde dokunulmazlığa- sahib bulunmamaktaydılar. Bunda en önemli sebeb olarak, böylesi kurumların zamanla rejime muhalefet odağı haline gelme tehlikesi taşıması, bu yüzden de devletin bunlara dokunulmazlık imtiyazı vermek istememesi gösterilmektedir. Gerçekten de, Budist manastırlar hariç, incelediğimiz dönem zarfında hayır işleriyle uğraşan hükmî şahsiyeti haiz kurumlara tesadüf etmemekteyiz. Hayır kurumlarından kendisine yönelmesi muhtemel tehlikeleri rejimin daha ortaya çıkmadan bertaraf etme niyetinin bu husustaki tek saik olmadığı kanaatindeyiz; Çin hukuk anlayışı, hükmî şahsiyet gibi bir telakkiyi de algılayamıyordu.
Baran Dergisi 451. Sayı