Hayata bir bütün olarak bakmak gerek… Allah'ın Resûlü bir yerden başka bir yere giderlerken konaklayacakları sırada sahabe-i güzin efendilerimizden birisi “Yâ Allah’ın Sevgilisi ne yapalım?” diye sual etti… Peygamberler Peygamberi, hayatı ihata edici (kuşatıcı), ahiret ve dünya zıtlığı içinde bu zıtlıkları bir arada ele alıcı, velhasıl bu zıtlıkların birbirlerini incitmeyecek tarzda, bütün Müslümanların zihin ve fikir dünyalarına ölçü olması gereken şu muazzam cevabı verdi: "Önce deveni bağla sonra tevekkül et!" Biz Müslümanlar bu sözün düsturu dahilinde vesileler planında yapmamız gerekeni yapar, sonra da ister gecenin koyu maviliğinde ister seher vaktinin tatlı ürpertisinde dua eder Rabb’imize sığınırız. Rabb’imiz bizden acziyetin ifadesi içinde olmamızı ve dua etmemizi ister. Bazı zaman kalpten dua edenlerin isteklerinin gerçekleşmesini geciktirirken, bazen ise kalbî ve samimî olmayan insanların duasını çabucak gerçekleştirir. Sebebi kalbî olanın ses ve yalvarışının hoşuna gitmesidir. Rabb’imiz bizden her daim dua ister, bir insan için dua etmemek ne haddini bilmezlik. Dua etmeyen, duadan mahrum insan elde ettiği başarıları kendinden bilir, varlık cakası satmaya başlar. Duadan mahrum olan, dua etmeyi unutan insan insanlıktan çıkar. Duadan mahrum insan, insanı anlama yolunda eksik ve yetersiz kalır. Dua ve gözyaşından mahrum insan inanç yönünden güçsüzleşir, bir yetim gördüğünde yüreği ezilmez.
Biz Anadolu insanları, hastaysak dua ister dua ederiz ve öylece ameliyata gideriz. Biz, dualarla ruhumuza huzur ve dinçlik aşılar, hastalıkları yenmede manevi gıda alırız. Dua müminlerin zırhıdır. Vesileler planında yapılması gerekeni yapar, duaya teslim oluruz. Allah'ın Resûlü, Bedir Savaşı'nda lüzumlu her tedbir ve hazırlığı yaptıktan sonra, kendisine ayrılan çadıra girerek savaşa çok az kala ümmeti için dua ederler. Çadırı eriten bu seste Gaye-İnsan Ufuk Peygamber’in mübarek dudaklarından şu yanık ifadeler dökülür: "Allah’ım şu bir avuç Müslüman ölürse sana ibadet edecek kimse kalmaz..." Yüce Rabb’imiz duaya karşılık verir ve meleklerle yardım gönderir; ümmeti küffara karşı muzaffer kılar. Evet, biz Anadolu insanı şifa arar, derdimize derman için doktora şuna buna gideriz. Bütün bunlarla birlikte duaya sarılmaktan ve sığınmaktan ödün vermeyiz. Biz, şifayı nereden bulursak bulalım mutlak şifa verenin yüce Rabb’imiz olduğundan asla şüphe etmeyiz. Derdimize vesile olana da teşekkür etmeyi bir an unutmayız. “Kullara teşekkür etmeyi bilmeyenler, Rabb’ine şükür etmeyi unuturlar.” anlayışını düstur ediniriz.

Evet dostlar, bu yazımıza vesilesidir Ülkücü camianın yazar çizer bir şahsiyeti Sayın Lütfü Şahsuvaroğlu’nun Karar Gazetesi'nde yazdığı "Yağmur duasına çıkarken su bizi bekliyor!" başlıklı yazısı.

Yazar kendince İslâmî camiada bulunan kafa karışıklığından bahsederek bu kafa karışıklığını düzeltme yoluna gidiyor. Bu camia, adetullah ile tabiat kuralları arasında basit bir mevzuu tefrik edemiyor dercesine ifadelerde bulunuyor. İslâmî camia bu iki kavramı zıt görürken, yazara göre ise aynı anlam dünyasında kavramlardır.

Yazının asıl dikkat edilmesi gereken yeri, merhum Mehmet Akif' i sekülerist (dünyevi) olarak suçlayanlara karşı savunması. Bununla birlikte meseleyi su medeniyetinden geldiğimizi söyleyerek kıt kanaat olan suyu iyi kullanmamız gerektiğine getirerek okurlarına nasihat tarzında yazısını sonlandırması.

Doğrusu kafa karıştıran bir yazı. Yazarın zaman zaman alakası olmayan veçhelere giderek, “ne alaka kel alaka” dedirtmesi dikkati çekiyor. Lütfü Sahsuvar'ın merhum Mehmet Akif' i savunması takdire değer. Lakin bunu yaparken ölçüler dışına çıkmaması gerekir. Yazarımız öyle bir ruh halindeki, merhum Mehmet Akif' in hatasını söyleyene “Sen hakaret ediyorsun imanın gider.” dercesine cevvalleşmekte. Yazarımıza her şeyden önce bir itikad kitabını okumasını salık veririz. Bir insanın kitap yazan müellifin yanıldığını söyleyerek hatasını göstermesi asla bir hakaret değildir. Bilakis varsa bir hata, bu bir dinî vecibedir ve bu durumda müellif samimi ve içten ise bunu gösterene teşekkür eder. Bizim Ehli Sünnet dünyamız âlimlerin böylesi kitapları ile doludur. Ve buradan muazzam bir fikir geleneği teşekkül etmiştir. Fikrin olduğu yerde tenkid geleneği de muhakkak olmak zorundadır. Aksi taktirde bir gelişmekten ve tefekkür hamlesinden yoksun kalırız. Ehli Sünnet bağlıları olarak “Bir insan benim hiçbir hatam yoktur!” derse o şahıstan uzak dururuz. Derin ve gerçek mümin, Peygamber dışında kimseyi masumiyet makamında göstermez!

Biz hak yolun ana caddesi, Ehli Sünnet’in bağlıları olarak peygamberlerden sonra en yüksek mertebeli insanlar olarak sahabi efendilerimizi görürüz. Bu insanlar Resûl’e ayna mevkiinde olmuşlar, her biri kendi mizaç hususiyetinde onu bize tanıtmışlardır. Bu insanlar hak yolunda Resûl’ün izinde giderek onun nurundan hisse sahibi olmuşlardır. Tüm müminlerin derdine derman olacak, örnek toplum olma haysiyetini taşımışlardır. Yüce kitabımız Kur-an Kerim’deki ayetlerle ve Resûl’ün zarif dudaklarından dökülen hadislerle defaatle övgüye mazhar olmuşlardır. Bu yüzden onların yolu yolumuz olsun diye dünya denen geçici alemde çırpınır da çırpınırız.

Bu bakış ışığında merhum Mehmet Akif' in Çanakkale şehitlerimiz için yazdığı mükemmel şiirde: Bedr aslanları ancak bu kadar şanlı idi." ifadesini incitici ve hatalı buluruz. Bize düşen sahaneyi örnek alarak onların samimiyetine ve dava adamlığına yanaşabilmenin sırrını yakalamak olmalı.

Yazarın yazısına tekrar dönelim.

Akif’in seküler olduğuna hüküm verenler onun Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad’daki hasbihallerine atıfta bulunmaktalar.

1911' de İstanbul'da kolera şiddetlenmiş ve salgına dönüşmüştü. Sırat-ı Müstakim’e gelen bir mektupta şu yazıyordu.

Bir zamanlar memlekete kolera gibi, veba gibi müstevli (istila eden) bir hastalık gelince fedakârlık yapılarak para ile hafızlar tutulur ve memleketin etrafı devr ettirilirdi. Bugün (bugün dediği Abdulhamit’in tahttan indirildiği Batı’ya meftun olunan, çok yakında Osmanlı Devleti'nin kökünün kurutulacağını Jöntürklerin hakim olduğu dönem) İstanbul'da ve civar vilayetlerde koleradan epeyce telafat olduğu rivayet ediliyorken hiç böyle bir teşebbüste bulunmak kimsenin aklına gelmiyor. Sırat-ı Müstakim hükümete bu eski fakat dindarane usulü ihya etmesini tavsiyede bulunsa büyük bir hayr işlemiş olur."

Akif'in bu mektuba verdiği karşılık.

"Evet böyle bir usûl vardı, lakin hiçbir zaman DİNDARANE değil idi! Hükümet-i sabıka (evvelce hükümetin başında bulunanlar) mevkiini savlet (atılım) eden felaketlerden bile istifade etmek isterdi yoksa, sari (bulaşıcı) hastalıklara karşı nizamat-ı sıhhiyeyi (sağlığa dönük hareketler, karantina) tamamıyla tatbikten başka bir tedbir olamayacağını pekala bilirdi. (Merhum burada Abdülhamit dönemini kötülüyor - o dönemde yapılanları iki yüzlü hareket olarak değerlendirirken asıl yapılanların yapılmadığını ima ediyor.)

Yıldız'da yüksek sesle tilavet eden Buhariler hastalığı defetmek için değil, temiz kalpli halkın hissiyat-ı diniyesini okşayarak huluskar bir padişaha ihlas celbetmek içindi. İyice bilmeliyiz ki, gerek münferit gerek sari ne kadar hastalık varsa izalesi (yok edilmesi) için tebabetin (hekimin) tavsiye edeceği tahaffuzi (karantina sürelerini geçirmeleri), şifai tedabirlerden başka yapılacak şey yoktur. "

Merhum Akif burada hatalı davranmıştır. Gayet halisane bir istekte bulunan okuyucuya bütünlük şuurundan yoksun bir cevap vermiştir. Burada okuyucu tedbirlere ne gerek, sadece dua edilerek bu iş halledilir, hastalık sona erdirilir demiyor ki. Böyle deseydi bu elbette dindarane bir davranış olmazdı. Okuyucu burada unutturulan, göz ardı edilen güzel bir geleneğin canlandırılması üzerinde duruyor. Okuyucunun tavrında İslam dışı hiçbir durum söz konusu değil. Hatta oldukça dindarane bir hareket.

Merhum Akif in cevabı ise dindarlığa yakışmayan bir hareket. Sözlerinden duaya önem vermeme durumu tezahür ediyor. Dolayısıyla bu cevaplar Akif’in düşünce dünyasını da bir kez daha gözler önüne seriyor. Ülkenin her tarafını mekteplerle donatan, tıp mekteplerini açan bir insan için sadece Buhariler okutuyor demek ise ayrıca üzücü ve insaf sınırını aşıcı bir davranış.

Bu ifadelerde adetullah ve tabiat kanunları diye bir mevzuu söz konusu mu?

Sözlerimize Peygamberimizden bir hadisle son verelim. Sanırım mevzu bu şekilde yerine layıkıyla oturur.

“İki garib şey vardır. Biri, sefih kimseden çıkan ‘hikmet sözü’ ki onu kabul edin. Diğeri, hâkim olan adamın ‘sefih sözü’ ki onu affedin. Zira hiçbir hâkim yoktur ki, ayağı sürçmesin ve hiçbir hâkim yoktur ki, tecrübe sahibi olmasın."

Gelin tedbirleri alarak dua içre hayatımıza devam edip, sabır ve şükür kanatlarıyla hayatımızı idame ettirelim.

Baran Dergisi 728.Sayı