Tedâi, bir fikrin yahut hâdisenin başka bir fikri hâli hatıra getirmesi. Çağrışım. Yani fikirler şirketi; “bir iştirak noktası üzerinden” bir fikrin davet ettiği bir başka fikirdir ki, her fikrin bize tedâi ettirdiği husus yahut fikir -tedâi usûlünü güdenin kültür vasatına bakan bir yanı olmasından yola çıkarak da söylersek- esasen subjektif-şahsî'dir.

Elbette bu meseledeki subjektif taraf, meselâ “Salih Mirzabeyoğlu ve eserleri” dediğimizde onun şahsında direkt objektif bir veçheye bürünmekte, önüne aldığı ve alacağı tüm mevzular bir anda kendi şahsiyetinde toplulaştırdığı fikir kümelerinin tabiri caizse bombardımanı etrafında belirerek zıddındaki bütün fikirleri önce parçalamakta sonra da ait oldukları asıl öbek noktalarına yerleştirmektedir ki, tedâinin bu türlü işletilmiş bir canlı örneği (İbda Külliyatı) olmasından yola çıkarak söylersek, esasen ilk bakışta mihraksız ve gayesiz bir sözcük-kelime avcılığı olarak görülse ve çoğu zaman böyle yapılsa da tedâi usûlünün kendine has devâsâ bir code-kural silsilesinden, bir diğer tabirle semboller dizisinden oluştuğunu da söyleyebiliriz...

İlk paragrafa nazaran söylersek, tedâi usûlü ile ifâde edişlerde maksat, ifâde ediş kuvveti (yani edebî anlamda kültür yüksekliği ve zevki) ve maksada müteâllik bir biçimde yol almak, yani, muvafıklık gibi temel kâideler vardır. Tuhaf gibi gözükse de söylemeliyim ki, -herhangi bir husus hakkında malumat sahibi olmakla ona vakıf olmak arasındaki farkı bilenler anlayacaklardır- birçok yahut belirli hususlarda bilgi sahibi olmakla onlar arasında irtibat-bağlantı kurabilmiş olmak bile tedâi müessesesinin işletilebilecek kapasiteye ulaşılmış olması mânâsına gelmemektedir; çünkü “bir fikrin davet ettiği bir başka fikir”in belirdiği zihinde bu davet edilenlerin her birinin başlı başına bir yahut belirli iştirak noktası-noktaları etrafında fikir olarak yer etmiş olması gibi bir yükseklik icâb ediyor ki, hakikaten bu işin bütün bir fikir üretebilecek kapasitede bir zekâdan türemiş olmasını gerektirecek genişlik, yükseklik ve derinliği barındırması gerekmektedir...

 Tabiî, tedâi usûlü ile bir meseleyi izâh etmek için illâ bu çapa erilmesi gerektiğini de söylemek istemem; nitekim ve esasen yazarken-okurken çoğu vakit herkes bu müesseseyi kendi başına bilerek-bilmeyerek nisbeti kendinden menkul olmak üzere dâimâ işletir; biz burada bu işin zirve noktasına nisbetle bazı kâidelerini hatırlatmakta ve bu zirveden uzaklığımıza nisbetle tedâilerle yapacağımız anlatımlarda yine “Tedâi”nin mânâlarından olan “yıkılıp harap olmak” neticesine de varılacağına dikkat çekmekteyiz...

Üstad Necip Fazıl tedâi'yi domino taşlarına benzeterek, “Frenkçe'de buna 'fikirler şirketi' ismi verilir ve ruhiyat ilminde nazarî ve tatbiki bahisler tatbik edilir.

Mesela bir zamanlar büyük bir yangından paçasını güç kurtarmış bir adam, karşısında biri kibrit çaksa hemen alevleri tedâi edebilir ve hassasiyet derecesine göre türlü rahatsızlıklara düşebilir” der.(Çerçeve 2, Sayfa 76)

Tedâi mevzuunda tuhaf olan mesele ise onun sınırlarını çizebileceğimiz kesin çizgilerle örülü olmaması, hiçbir sanat okulunda dersi gösterilmemesine mukâbil esasen sanatın kendisi gibi karmaşık bir hüviyeti barındırmasındadır. Pek adi bir vak'a yahut trajik bir kaza neticesinde bu müessese işletilebildiği gibi aynı zamanda girift felsefî meseleler etrafında ve sanatın birçok alanında da işletilebilir; hatta ve esasen ilhâmla olan bitişikliğine yahut alakasına nazaran söylersek dînî meselelerde bile işletilebiliyor oluşu tedaiyi en kaba hatıralardan alıp en ulvî davalara taşımakta, işte bu tarafı onu gayet tuhaf bir mesele yapmaktadır...

Sınırlarının girift, kaba yahut naif taraflarının değdiği tarafları bize bir resim, bir müzik parçası da gösterebileceği gibi esasen insanın en başta kendisini dili ile ifade ediyor olmasını, insanın bir nevi dil hapishanesi diyebileceğimiz bir “ifade imkânı” alanında kelimelerle varolduğunu hatırlarsak tedâinin, bir tarafıyla uçsuz bucaksız gibi gözüken bu hapishanenin içindeki kapıları zorlamaksızın açmak için ruhta-zihinde yer ederek, mânâlardan müteşekkil iştirak noktalarını kullana kullana ilerlediğini ve kelimeler üzerinde bir nevi dans etme işini gerçekleştirdiğini görebiliriz. Tedâinin müşahhas görünümlü mücerret malzemesi kelimelerdir. Ve sanat bahsinin zirvesi şiirin ve bütün işi mânâları aktarmak için kelimeler üzerinde “gaibi kurcalamak” olan şâirlerin de bu mânâdan olmak üzere esasen hep bir tedâi işinde olduklarını söylemek zannediyorum doğrudur; çünkü şiirde his ve fikir birbirlerine katışık vaziyette dâima belirli semboller ve iştirak noktaları üzerinden seyretmekte, her birine ulaştığınızda bir diğerine kapı açmakta, açılan kapılar ise binbir gece masallarında her bir kapıyı açtığınızda içinden başka bir kapı çıkan köşklerde olduğu gibi daima müphem bir neticeyi ilhâm etmektedir. “Müphem netice” yerine “sır” da diyebiliriz; şiirde belirli semboller (iştirak noktaları) üzerinden gidilerek bulunacak olan şey nasıl bulunması muhalin, mutlak olanın aranması ise, tedâinin yüksek biçiminde de varılacak nokta bu olacaktır; çünkü tedâinin boyuna davet ettiği başka fikirler nihayetinde ya deli saçmasına dönüşecek yahut da bu muhal'in kapısı önünde diz çökerek sonsuza doğru gitmenin belirli bir formülünü bulmak isteyecektir. Bu bakımdan yerli-yersiz tedâi ile yüksek bir kafanın belirli semboller arasındaki tedâi usulü arasında hakikaten de herkesçe anlaşılabilir bariz farklar vardır; birisi, herbir kelimeyi herbiri ardına ekleyerek sonu gelmez bir işkenceye yol açarken toprağı tavuk gibi didikler bir vaziyette çırpınırken, diğeri, herbir iştirak noktası-sembol yüklü meseleyi birbirlerini davet edici bir biçimde dizmekte, biri geldiğinde diğeri yıkılırken -tarifine nazaran söylersek 'harap' olurken- tıpkı ardı ardına dizilmiş on binlerce domino taşının yıkılışından doğan hiza ve ahenk hissini uyandırmaktadır... Atıf, tâbir, yorum farkı da diyebiliriz buna... Atıf ve yorum meselesinin kompleks taraflarına girmeden bu mevzuun başlı başına büyük bir dava olduğunu hatırlatalım ve aktüel bir misâl olarak söylersek, İslâm hükümlerinin evveldeki birçok devlette uygulanışıyla yani, yorumlanışıyla bugün umûmi olarak ele alınışının -hükümlerin değişmez niteliğine nazaran düşünelim- sadece bir yorum farkı olduğunu söyleyebiliriz. Bir Bach eserinin yeteneksiz olduğu kadar çirkin, çirkinliği nisbetinde ruhsuz bir müzisyen -yahut müzisyen müsveddesi diyelim- tarafından kulaklarınızı yırtarcasına icrâ edilmesindeki yorum farkı gibi...

Diğer yandan, direkt kelimeler üzerinden tedâi meselesine dâir şu misallendirmeyi de eklemeliyim:

Eski Yunanca'dan Latince'ye oradan da başka dillere geçen ve hususen psikiyatride kullanılan “traûma-yaralı” kelimesinin ihtiva ettiği anlamlara nazaran Almanca “traum-rüya” kelimesini ele alırsak; Eski Yunanca traûma kelimesinin aynı kökten Eski Yunanca'da trōgō- kemirmek, çentmek, trypē-delik, çentik, terēdō-ağaç kurdu ve Latince terere, trīt-kemirmek, kırpmak, trībulum-düven(1) mânâları üzerinden bu rüyâ bahsine dâir birçok şey, hatta dilimizdeki karşılığyla “kelime”nin “yaralı” hâli de buna katılarak zorlanırsa onlarca husustan bahsedilebilir... İşte burada bir dava doğmaktadır, Alman dili ve kültürü, rüya bahsi ve etrafındaki diğer meselelerdeki birçok hususa hiç olmazsa yüzünden vakıf olmam gerekir ki aralarındaki münasebetleri bir iştirak noktasından yani traûma ile rüyâ'nın iki ayrı dilde benzeştiği yerden -ki kendi dil ve izâh edeceğim mevzuun da kültürüne hâkim olarak- alarak tedâi usûlüyle bir mesele etrafında tüm bunları perçinleyerek izâh edebileyim; bunun dışında, sadece bu traûma ve benzer hususları mihraksız bir biçimde anlatmak ise pek kolay bulunabilir meselelerdir... 

Son olarak, fikrin değemeyeceği bir yükseklikten yani direkt “peygamberlik tavrı”ndan zuhur etmiş bir tedâi misâlini de, Salih Mirzabeyoğlu'nun baştan başa tedâi usûlünün müşahhas bir örneğini gösterdiği Ölüm Odası B/Yedi eserinden gösterelim:

“Mal, “meyil”den gelir; altun ve mücevherleri sahiblerinden toplayarak Samiri’nin Boğa heykeli yapması, Allah’ın Boğa suretine sokulmasıdır ki, kavmin malı cihetine yönelmesi, Boğa heykelinin Allah olduğu hususunu kolaylaştırıcıdır… İsâ Aleyhisselâm, “Ey İsrailoğulları, her insanın kalbi malı cihetindedir; o hâlde siz malınızı Yüce âlemde farz edin ki, kalbleriniz o âleme dönsün!” dedi. Musa Aleyhisselâm’ın Samiri’yi tekdirinden sonra İsâ Aleyhisselâm da bu hâdiseye tedai ile böyle tebliğde bulundu…”
 
Dipnot:

1) Kriton Dinçmen, Psikiyatri El Kitabı,1967


Baran Dergisi 616. Sayı