Öncelikle şunu soralım: Edebiyat ve onun içine aldığı türler, insan için ne ifade eder? Özellikle roman…  Ne içindir?

18. yüzyılda Batı’da roman türü yaygınlaşmaya başladığında, kadınların vakit geçirmek için okuduğu basit muhtevalı bir oyalanma aracıydı. Her ne kadar 16. yüzyılda “Don Kişot” gibi ilk örnekleri görülse de romanın yaygın olarak yayınlanması ve geniş kitleler tarafından takip edilmesi, özellikle Batı’da 18. yüzyılda başlayan bir süreçtir denilebilir.

Yazarları açısından bakıldığında büyük romancıların büyük dertleri vardı. Özellikle Rus edebiyatının ustaları, insanı ve onun problemlerini muhasebe ederlerdi. Varoluştan, yani Jung’un tabiriyle “ilk örneklerden” kendi zamanlarına çektikleri hatlarla romancılar, insanı anlamaya ve anlatmaya çalışırlardı. Öyle ya, Dostoyevski, Raskolnikov’u, ilk defa o suç işlemiş ve ilk defa o kendini ve tüm hayatı muhasebeye çekmiş gibi anlatmaz mı? Biz de o hisle okumaz mıyız, Suç ve Ceza’yı? Peki, günümüz romancısının muhasebesi nedir? Tabiî, insanın problemleri deyince bugün anlaşılan şeyi, bugün yazılan romanların çoğundan anlamak mümkün. Günümüzde artık büyük romancı dediğimizde, çağını aşan büyük metinlerle pek karşılaşmıyoruz. İnsanı, problemleri içinde kuşatan bir muhasebeye de rastlamak pek mümkün olmuyor bugün.

18. ve 19. yüzyıl, romanın en iyi örneklerinin ortaya çıktığı yüzyıldır aynı zamanda. Klasikler dediğimiz romanlar bu zaman dilimini kapsar genellikle. Yine romanın en sıradışı örnekleri de bu dönemde ortaya çıkar. James Joyce, “Ulyses” romanını bu dönemde yayınlamıştır. Suç ve Ceza’nın yayınlanmasından 40 yıl sonra. Yani en iyi romanların yazılmasının üzerinden uzun yıllar geçmeden, roman, hemen kendine yeni bir form arayışına girmiştir.

Bu kısa girişten sonra başlıkta yer alan suale dönebiliriz. “Tilki Günlüğü-Ufuk ile Hafiye” bir roman mıdır? Salih Mirzabeyoğlu’nun 6 ciltlik bu eserinin üzerinde “Roman” yazdığına göre, elbette. Öyleyse edebî bir tür olan “Roman” kategorisinde yer alabilir fakat yine de kafamızda soru işaretleri kalıyor. Çünkü Tilki Günlüğü çok yönlü bir eser. Üzerinde farklı yönlerden çalışılmış bir eser de değil. Mesela “edebi bir tür” olarak? Bir rüya tabirnamesi olarak? Bir lügat olarak? Bir dil ve iştikak eseri olarak? Bu sebeble fazla alternatif görüşe de sahib değiliz.(*) Ama Salih Mirzabeyoğlu’nun bir diğer romanı “Gölgeler” üzerine yaptığı değerlendirmeler, bize bir takım ipuçları verebilir. “Gölgeler” romanı hakkında şöyle yazıyor Mütefekkir:

- “Bir merkez ve ondan yayılan halkalar halinde bir pano… Bu ışıklı panonun merkezi, yazarın kendisidir… Ve sırası gelince yanan her bir halka, gölgesi Adem’in katılıcı veya müşahit sıfatiyle göründüğü hadiseler zincirinden birinin tezahürüdür… Bunaltıcı bir tecrit, keskin bir teşhis ve yakıcı bir hayal penceresinden, sanat gözüyle çağımız insanının hayat hikâyesi… Böyle bir derinlik ve genişlik, “dünya çapını” kucaklamak demek değil mi?”

Bu takdimde yakalayabileceğimiz şey, panonun merkezinde yazarın kendisinin yer alması ve yanan her bir halkanın Adem’in gölgesi olması. Adem kimdir? İlk insan. Fakat “A” kelimesinin üstüne inceltme işareti konulmamış. Bu bilinçli bir tercih. Kelimenin her iki mânâsına da işaret. “Adem”: Yokluk…

O dönemin Milli Gazetesine verdiği bir röportajda da, “Gölgeler” vesilesiyle roman hakkında şöyle diyor:

- “Varlık ve oluş, hayat ve ölüm, zaman ve hürriyet, dil ve diyalektik, estetik ve ahlak, fert ve toplum, imân ve sanat… İnsan “ben”inin temele meselelerinde tecrit terleri dökmemiş ve bu mevzuda has ve hususi bir eda belirtmeyen hiçbir büyük sanatkâr gösterilemez. Bu ölçü içinde baktığımız zaman, romancının seçtiği tipler ve anlattığı vakalar, belirli bir keyfiyetin görünüşüne vesile olan ve hizmet eden unsurlar mahiyetindedir; zamanın mekânda tecelli etmesi gibi… Eğer, şuur seviyesinin her değişiminde gerçeklik seviyesinin de değişmesi ve sanatın görünümlerinin “sıradan varoluş”a nisbetle daha yüksek bir varoluşa karşılık olmasını gözönünde tutarsanız, sanatçı hamurunu veya çamurunu istediği yerden alabilir; bütün kıymet ona üflediği ruh ve nefeste… (…)

Hayâl gücü, buna dikkat… “Görme” istidadının “görülecek şeyle” ortaya çıkması gibi ruhun merkezi fakültesi ve öncü hayal, suretlerle görünüyor ve suretlerle etkileniyor… Bu dünyanın her ân “tamam” ve hayatın her ân “mümkün” oluşu, romanın ise hayat filminden bir yansıma olması şartıyla birlikte düşünürseniz, romancının “tümevarım” ve “tümdengelim”le yaptığı seçme ve icatlar, sıradan bir varoluşa ait değildir. Yani hatıra veya başa gelmiş vak’anın kuru anlatımında değil iş; keyfiyette… “Yaşamak” da sadece fiilî davranışa ait değil; ruhî ve fikrî yön, zaten fiilî davranışın muhtevasında da görünüyor. O hâlde, eserin “yazarın aynası” olması meselesi, iç âlem düzenine ve şuuruna ait bir iş. Bu şekilde anlamazsak, saksı resmi yapan bir ressamı saksı gibi görmek gerekir; kısacası romancı için malzemenin ne olduğu değil, o malzemenin sağladığı imkân mühimdir…” (**)

Sanatçının veya romancının “sıradan varoluşa” nisbetle daha yüksek bir varoluşa karşılık geldiğinin altını çiziyor Mütefekkir. Şimdi bu çerçevede Tilki Günlüğü’ne bakalım.

Tilki Günlüğü’nün merkezinde yazar var; Salih Mirzabeyoğlu. Ve eser, “bir takdim yazım olacak, bütün hüviyetinle görüneceksin” diyen Necip Fazıl’ın “Takdim yazısı” ile başlıyor. “Dünyayı Sarsan Hadise: Kaptan Kusto Müslüman”… Eserin alt başlığı “Ufuk ile Hafiye”. Ufuk, Necip Fazıl. Hafiye takdim yazısını arayan Salih Mirzabeyoğlu. “Ufuk bir tilkidir kaçak ve kurnaz”… Öyleyse Ufuk ve Hafiye bir yönüyle de aynı kişidir romanda: Tilki.

17 Ağustos’la başlayıp, 16 Ağustos’ta bitişi arasında 365 gün yer alıyor bu günlükte. Yıllar değişse de, günler sırasıyla devam ediyor.

Gölgeler romanını takdim ederken yazdıklarından takip edersek; Tilki Günlüğü’nün de merkezinde yazarın kendisi var. Tilki Günlüğü, Ufuk ile Hafiyenin günlüğü. Bu merkezden yayılan halkalar halinde ortaya çıkan karakterler yazarın gölgesi. Bu, bir rüyada (Levha), bir günlük hadisede (Düşvari), Üstad’ın Kafa Kâğıdım isimli eserinden notlarda (Ufuk), Üstad ile Kumandan’ın sohbetinde (Yevmiye), bir kelimenin iştikakında (Tablo) ve günün sonundaki değerlendirmede (Varidat) karşımıza çıkıyor. Eserde yer alan her bir kişi, olay, rüya veya kelime, yazarın “gölgesi” olarak değerlendirilebilir mi?

Tilki Günlüğü’nü, yazarının “takdim yazısını arayışının” yani “kendini arayış serüveninin” bir hülasası olduğunu düşünürsek, yazarının “kim” olduğu daha da önem kazanıyor. Onun kimliği bizce “malum bir meçhul”.  Bildiğimizi sanıyoruz fakat meçhullükten de kurtaramıyoruz. Dünya çapını kucaklayan bir keyfiyeti küçük dünyamıza hapsediyoruz sanki…

Yukarıda bahsi geçti, şöyle diyordu Mütefekkir: “O hâlde, eserin “yazarın aynası” olması meselesi, iç âlem düzenine ve şuuruna ait bir iş. Bu şekilde anlamazsak, saksı resmi yapan bir ressamı saksı gibi görmek gerekir; kısacası romancı için malzemenin ne olduğu değil, o malzemenin sağladığı imkân mühimdir…”

Böyle değerlendirirsek, Tilki Günlüğü’nün neden “kâinat lügati” olarak değerlendirildiğini, neden “rüya tabirnamesi” olarak anlaşıldığını, neden esere her bakanın eserde kendini bulabildiğini anlayabiliyoruz. Fakat, Tilki Günlüğü’nü bir “roman” olarak değerlendirdiğimizde bize ne söyleyeceğini henüz tecrübe etmedik zannediyorum.
 
*Daha önce yapılmış ve halen yapılmakta olan çalışmalar var elbette. Ancak bir veya iki isimden öteye geçemiyor.

** Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazılla Başbaşa – İntibâ ve İlham, İbda Yayınları, İstanbul 1989, 2. Basım, s. 258-259


Baran Dergisi 604. Sayı