15 Temmuz darbe girişimi öncesinde başlayan Türkiye-Rusya ilişkilerindeki yumuşama, 15 Temmuz’dan sonra daha da ivme kazandı. Türkiye’nin Rusya ile yeniden yakınlaşmasıyla beraber her dâim tartışılan bir mevzu tekrar gündeme geldi; Türkiye’nin NATO üyeliği… Bu husustaki görüşleriniz nedir?

Esasında Türkiye NATO’ya rasyonel bir refleks ile giriyor. 1948’de resmî evraklar hazırlanıyor ve 1952’de biz NATO’ya resmen üye oluyoruz. NATO’ya girdiğimiz günden beri başta silahlı kuvvetler ve istihbarat olmak üzere, Türkiye’nin güvenlik teşkilâtlarının tamamında ciddi bir revizyona gidilerek tamamı NATO’ya uyumlu bir hâle getiriliyor. Bunun dışında, Komünizm tehdidi kisvesi altında kamu kurumlarının tamamı yeniden dizayn ediliyor. Türkiye bugüne kadar olduğu gibi bugün de bu dizaynın sıkıntısını çekiyor. Devlet kademelerinin ve güvenlik teşkilatlarının yönetim kademesindekilerin tamamı NATO’ya uyum adı altında devşiriliyor yahut da Batılı gibi düşünür hâle getiriliyor. Bu bağlamda Türkiye’nin son beş yılda yaşadığı sıkıntılar NATO’ya uyumlu hâle yahut da Batılı gibi düşünür hâle getirilmiş subayların ve kamu görevlilerinin gösterdiği reflekslerden kaynaklanmaktadır. Nitekim 15 Temmuz darbe teşebbüsünde, millete bomba yağdırmak üzere havalanan uçakların birçoğunun NATO üslerinden kalktığını ve görev alan subayların bazılarının Amerikalı subaylar olduğunu biliyoruz.

Öte yandan NATO’nun Soğuk Savaş döneminde Türkiye’ye yaptıklarına da bakmak gerekir. SSCB’ne karşı koruma maksadıyla Küba krizi döneminde yerleştirilen Jüpiter füzelerini Türkiye’ye sormadan geri çekiyor. Kıbrıs Barış Harekâtı’nda Türkiye’ye destek vermiyor ve uluslararası arenada yalnızlaştırıyor. Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehdit eden terör örgütleriyle mücadelede destek vermiyor. Teknolojik olarak Türkiye’nin gelişiminin her zaman karşısında… Türkiye’nin başka ülkelerle yaptığı askerî anlaşmalara şerh koyduruyor. Kısacası NATO, Türkiye’nin inisiyatif almasına her zaman karşı çıkıyor. Irak’ın Amerikalılar tarafından işgali sırasında Türkiye, Kuzey Irak’ta sorumluluk almak istiyor, ancak NATO Türkiye’ye engel oluyor.

Türkiye’nin potansiyelinin farkında olduğu için bölgede nüfuzunu artırmasını mı engellemek istiyor?

Bu daha evvel müteaddit defalar köşemde yazdım. Türkiye’nin bölgede inisiyatif almasından ve güçlenmesinden endişeliler. Ortadoğu’da Arap Baharı ile beraber büyük bir sinerji oluştu. Bu süreçte Türkiye halkların umudu pozisyonuna tekrar geldi. Böyle düşündüğümüzde NATO, Türkiye için bir kurtarıcı değil, büyük bir engelcidir. Dolayısıyla NATO’ya bel bağlamamak gerekir. Suriye krizi başladıktan sonra bazı hava savunma sistemleri Türkiye’nin yalvar yakar ikna etmesi sonucu topraklarımıza konuşlandırılmış, daha sonra ise Türkiye istememesine ve Suriye krizi devam etmesine rağmen NATO ve üye ülkeler hava savunma sistemlerini geri çekmişti.

Tabiî olarak “NATO’ya üye olmamızın bize ne gibi faydası var?” diye soruluyor. Bu soruya cevap olarak da ölümü gösterip sıtmaya razı edercesine Soğuk Savaş döneminde “ben olmasam Sovyetler”, şimdi ise “Ruslar yerler” gibi bir cevap veriyorlar. Türkiye’yi NATO’ya mecbur kılmak istiyorlar. 15 Temmuz sonrasında ise Türkiye’de NATO’ya ihtiyacımız olmadığı hususunda ortak bir kanaat oluştuğunu söyleyebilirim.

Fetullahçı yapının Amerikan desteğiyle, 28 Şubat’ta Amerikancı Kemalistlerle el birlik olup Müslümanları, Ergenekon’da ise Amerikancı Kemalistleri tasfiye ettiğini söyleyebilir miyiz?

Hindistan’dan bir misalle açıklayacak olursak daha iyi anlaşılacağını düşünüyorum. Hindistan’ın 800 milyon civarında nüfusu var. İngilizler Hindistan’ı ilk işgal ettiğinden bugüne 800 milyon insanı kontrol edebilmek için yüz bin civarında insanı askerî ve bürokratik kilit noktalara konumlandırarak Hintlilerin isyan etmesini engelliyorlar. Bunu FETÖ ile bağlarsak; Türkiye’nin yaklaşık 80 milyon nüfusu var. Bu topraklarda İslâmî hassasiyet ve bilinç her geçen gün daha da artıyor. Laikliğe, Kemalizm’e, Batı’ya tepki her geçen gün artıyor. Dolayısıyla bu insanları kontrol edebilmenin en iyi yolu kendi içlerinden çıkmış, ama yuları Batı’nın elinde olan bir grup tarafından idare edilmesidir. Böyle de yapıldı ve 2013 yılına kadar FETÖ 30 ila 50 bin arasındaki askerî ve sivil bürokratıyla Türkiye’yi yönetti. Neticede ise İran devrimi misâli Fetullah Gülen’in Humeyni gibi Türkiye’ye getirilmesi planlanıyordu. Humeyni Fransa’dan İran’a gelmeden önce zaten devrim yapılmıştı. Türkiye’de de böyle olması istendi. Recep Tayyip Erdoğan direnmemiş olsaydı Türkiye’nin durumu İran’dan farklı olmazdı. Bu bağlamda FETÖ’nün Türkiye’nin politika, enerji, savunma gibi sahalarına hükmetmesi ve en önemlisi İslâmî hassasiyetin yükselişini kendi istedikleri mecraya yönlendirmesi arzulandı. Bahsettikleri anlayışın ise İslâm ile bir alakası olmadığı ve tamamen seküler olduğu aşikâr.

Türkiye, Cerablus’a askerî bürokrasideki FETÖ’cüler sebebiyle geciktiği belirtilen bir operasyon tertipledi. Cerablus IŞİD’den temizlendikten sonra PYD ve YPG’ye yönelindi. Batı medyası operasyonun başında Türkiye’ye alenî bir destek verdi; fakat Türkiye’nin PYD’ye yönelmesinden sonra Batı ülkeleri desteği niçin çekti?

Türkiye, 2014’ten beri Cerablus’a girme planları yapıyordu. Bu, çok fazla dillendirilmiyordu; fakat size daha önce verdiğim bir mülâkatta, bu hususta TSK ve MİT arasında görüş ayrılıkları olduğunu belirtmiştim. Yanlış raporlamalarla TSK ve MİT içine yerleştirilmiş FETÖ’cüler tarafından bu operasyon engellendi. Türkiye, darbe süreci sonrası yapılan tasfiyelerin akabinde Cerablus’a girerek, Kürt koridorunun benim tabirimle ise seküler Kürt devletinin oluşmasını engellemek istedi. Cerablus bir Arap kenti ve Amerika 15 Temmuz sürecinde bazı Amerikalı subayların adının geçmesi dolayısıyla yaşadığı mahcubiyet sebebiyle bu operasyona engel olmadı. Normalde orası IŞİD’den ziyade YPG’nin eline geçiyordu. Cerablus sonrası Menbiç’e doğru yönelinmesi, Batı’nın operasyona karşı sesini yükseltmesine sebep oldu. Amerika seçimlere ve Avrupa ekonomik buhrana yoğunlaşmışken bir anda buraya da dönmek zorunda kaldılar. Çünkü destekledikleri seküler Kürt devleti projesi tehdit altında.
Türkiye bundan sonra ne yapmalı?

Türkiye, kimilerine göre dörtgen, kimilerine göre ters beşgen olarak tanımlanan Cerablus, Menbiç, el-Bab, Halep ve Azez hattını ivedilikle ele geçirmelidir. Aksi hâlde İsrail’e hizmet eden seküler Kürt devletinin oluşmasını engelleyemez. Bu operasyon gecikmiş olmasına rağmen doğru bir operasyondur.

Daha önce bir yazımda kaleme almıştım; çok ilginçtir ki “niçin burası karışıyor?” diye hiç kimse sormuyor. Bunun iki sebebi var. Birincisi, bizim Güneydoğu Anadolu bölgemiz ile Suriye’nin kuzeyinde çok yüksek miktarda kaya gazı rezervleri bulunmakta. Petrolün yerini almaya başlayan bu enerji kaynağı çok önemli olduğu gibi aynı zamanda rezervlerin çıkartıldığı bölgelerin tabiatına çok ciddi zararlar vermekte, çevre ve sağlık sorunlarına sebep olmakta. Amerika’nın uzağında, böyle bir noktada üretim yapmak, Amerika ve üst akıl diye tabir edilen lobi için muazzam bir nimet durumunda.

Mesela İngiltere kendi topraklarında kaya gazı üretimine müsaade etmiyor.

Evet, etmiyor. Yani güneydoğuda uygulanan hendek terörüyle Kuzey Suriye’de planlanan seküler Kürt devletinin amacı Kürtlerin haklarını korumak değil, Kürtlere kiralık katil muamelesi yaparak enerji kaynaklarına konmaktır. Kimsenin bu kaya gazı meselesine girmemesi ise çok enteresan.

İkincisi ise Kürt koridorunu kullanarak Kuzey Irak petrolünü Akdeniz ile buluşturmaktı. Türkiye bu operasyonla buna şimdilik engel oldu.

Amerika’daki seçimleri ve iç sorunları göze aldığımızda bugünlerde bölgeye mesai ayıracak durumda olmadıklarını görüyoruz. Türkiye’deki Amerikan karşıtlığı bu derece yükselmişken, Türkiye elini çabuk tutup ivedilikle yukarıda bahsettiğim bölgeyi ele geçirmelidir.

Bu bloğu ele geçirirken de Rusya ile yapılan mekik diplomasisi önemlidir. Rusya’da da çok ciddi bir ekonomik kriz yaşanıyor. Temmuz ayında Ruslara ABD’nin başını çektiği Batı tarafından uygulanan ekonomik ambargo uzatıldı. Rusya’da Batı’dan ümidini kesip tekrar Türkiye’ye yöneldi. Türkiye’nin savaş uçaklarını rahatça uçurabilmesinin ve bölgeye karadan girebilmesinin başta gelen amillerinden birisi de budur. Ruslar bize, Suriye hususunda yapacağımız şeylere müdahil olmamayı taahhüt etmişlerdir.

Bu taahhüdü neye karşılık verdiler?

Ruslar, Suriye’de istediklerini elde etmişlerdir. Lazkiye’nin güvenliğini sağladılar ve Hafız Esed döneminden kalma borçları yeniden yapılandırdılar.

Biraz hamasî olabilir; ama Erdoğan Putin ile görüşmeye gitmeden önce arkadaşlarla konuşurken “acaba Putin’e al Lazkiye’yi ver Halep’i der mi?” demiştik. Böyle bir şey olmuş mudur?

Olmuş olma ihtimali var, çünkü sahada yaşananlar bunu gösteriyor.

Son dönemlerin en “moda” tabiri; vekâlet savaşları… Vekâlet savaşları nedir?

I. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika, Fransa, İngiltere gibi güçlerin bazı bölgelerde kendi aralarında yaşadıkları gerilimleri belli grup ve devletler üzerinden çözmeye çalışması vekâlet savaşlarıdır. Bilhassa İngiltere, eski sömürgelerindeki tahakkümü yeniden elde edebilmek için oralardaki grupları desteklemiştir. Özetle öndeki aktörler farklı, perde arkasındaki aktörler ve finansörler farklıdır. Mesela Yemen’de Amerikalılar Suudları, İngilizler ise Birleşik Arap Emirliklerini destekliyordu. Zımnen Amerika Husîleri İran üzerinden destekliyordu. Hâliyle Yemen’de Suud-İran ve Husî-rejim gerilimi yaşanmıştır. Yani yerel olarak rejim-Husî gerilimi, onun arkasında Suud-İran gerilimi ve en arkada ise Amerika-İngiltere gerilimi…

Suriye meselesinde ön plandaki aktörler ve arka plandaki cepheler farklı olsa da aynı hadisenin olduğunu görüyoruz. Amerika’nın desteklediği PYD-YPG’ye karşı Türkiye ÖSO’yu vekil tayin ederek savaşıyor. Bu savaşın adı nedir, bu kimle kimin savaşıdır?

ÖSO ile YPG sahada savaşıyor. Türkiye ve Amerika fiili olarak savaşıyor durumda değil; fakat “Amerika ile Türkiye alenî olarak savaşıyor” desek yanılmış olmayız. İşte vekâlet savaşı budur.

Türkiye, biraz önce söylediğiniz gibi Halep’e kadar inebilecek mi?

Amerika buna ne kadar müsaade eder yahut Türkiye Amerika’yı ne kadar dinlemezse o kadar ilerleyecek. Bunla ilgili net bir şey söyleyemiyoruz, çünkü hâlâ bizim silahlı kuvvetlerimizin birçoğu NATO ile koordineli şekilde çalışıyor. Bunun dışında Amerika ile 60 yıldır birlikte çalışıyor. Hâliyle bu ilişkiler bir-iki yılda yerle bir olmuyor, elinizin tersiyle itemiyorsunuz. Fakat Türkiye zamana yayarak ve olabilecek en hızlı şekilde Batı blokundan kopmalıdır, aksi hâlde tam bağımsızlıktan söz edilemez.

Türkiye’nin Cerablus operasyonu Batı’nın veya Amerika’nın bölgede planladığı yeni dizaynın önünü kesti diyebilir miyiz?

Tam olarak bunu yaptı diyemeyiz. Çünkü farklı adımlar atarak bunu gerçekleştirme arzularını sürdürecekler. Güneydoğu bölgemizi de içine katarak Kuzey Suriye’de kurulması planlanan seküler Kürt devletiyle Türkiye’nin Ortadoğu’daki nüfuzunu artırmasına engel olunmak istenmektedir. Bir diğer husus ise biraz önce üzerinde durduğumuz kaya gazının Batı’ya akmasıyla Batı’nın petrol ve doğalgaza bağımlılığı azalacak. Bir diğeri ve en önemlisi ise İslâm coğrafyasında bir seküler Kürt devleti kurdurularak Türk, Arap ve Fars denklemine yeni bir aktör daha eklenmiş olacak, böylelikle Müslümanlar arasındaki bölünme ve karışıklık daha da artacak. Dolayısıyla Cerablus operasyonu olası yeni bir bölünmenin önüne geçmiştir, en azından geciktirmiştir. Bunun engel mi yoksa geciktirme mi olduğunu da güvenlik kuvvetlerimizin dirayeti gösterecek. Batı şunu biliyor ki Türk ordusu girdiği yerden çıkmaz; çıkmamalı da…

Türkiye, Suriye’den çıkmayacak mı?

Umarım çıkmaz. Çünkü bizim buradaki bağlarımız 29 Ekim 1923’te koparılamadı, hep devam etti. Esasında Türk ordusu tüm İslâm dünyanın ordusu olduğundan ve bu zulme engel olabilecek tek ordu olduğundan buradan hiçbir zaman çıkmayacaktır, çıkmamalıdır. Türkiye, Bosna’da, Somali’de, Afganistan’da ve Birleşmiş Milletler Barış Gücü kapsamında gerçekleştirilen tüm operasyonlarda yerel halktan hep teveccüh görmüştür. Türk ordusunun Afrika’dan Kafkasya’ya, Ortaasya’dan Balkanlara kadar Osmanlı hinterlandının tümünde büyük bir itibarı ve toplumsal karşılığı var.

Türkiye içeride sürekli dış destekli bir takım saldırılara muhatap kalıyor. Buradan da anlıyoruz ki makro planda bir takım dengeleri bozuyor. Neyi bozuyor?

Türkiye, İslâm dünyasının sekülerleşmesi noktasında büyük bir engel teşkil ediyor. Ortadoğu halklarını diri ve ideolojik tutuyor. Türkiye’de yeni bir şuurun gelişmesine ve yeni jenerasyonun millî bir ideoloji sahibi olmasından büyük endişe duyuyorlar. Bölgedeki yeni enerji kaynaklarının, küresel şirketlerin hizmetine girmesi noktasında tehdit arzediyor. Türkiye’nin son dönemlerde gösterdiği reflekslerin küresel hegemonyanın bu endişelerini tetiklediği için operasyonlar yiyor, bundan sonra da yemeye devam edecek. Ekonomik, istihbarî ve güvenlik açısından birçok manipülasyona maruz kalmaya devam edeceğiz. Türkiye adımlarını büyük atmaya devam ettikçe de manipülasyonların şiddeti artacak.

Amerika hegemonik güç olma özelliğini kaybetti, Avrupa ekonomik kriz ve ırkçılığın yeniden hortlamasıyla uğraşıyor, Rusya keza ekonomik bir buhran sürecinden geçiyor, Çin ise küçük adımlarla büyümeye ve güçlenmeye devam ediyor. Bu global tabloda Türkiye’yi nereye yerleştiriyorsunuz?

Türkiye, ivedilikle kültürel hegemonya oluşturmalıdır. Resim, karikatür, sinema, müzik ve diğer tüm sanat dallarında gençlerin desteklenmesi ve değerlendirilmesi gerekiyor. Bunun yanı sıra tüm vatandaşlarının cebine pasaport koyarak dünyaya entegre etmelidir. Ekonomisini çeşitlendirerek uluslararası ticarette insanımız ve müteşebbislerimiz desteklenmelidir. Defansif kaldığımız sürece dünyaya derdimizi anlatma sıkıntısı çekmekle meşgul olup duracağız. Niçin? Çünkü dünyanın birçok ülkesi Türkiye’nin yaşadığı süreçlerin benzerini yaşıyor. Latin Amerika’da, Venezüella, Arjantin, Brezilya… Güneydoğu Asya’da, Filipinler, Endonezya, Tayland, Malezya, Hindistan… Panama belgelerinde Çin, Rusya ve İzlanda’ya operasyon yapıldı. Afrika’da Nijerya… Toparlarsak, aynı süreçleri yaşayan halkların birlikte hareket edebilmesi için güçlü iletişim kanallarının kurulması gerekiyor ki, tüm dünyanın bir operasyon yediği fark edilsin…

Bu operasyonu kimler yapıyor?

Bunu devletler üzerinden okumaya kalkarsak hedefi ıskalarız. Bu güç Cumhurbaşkanının sürekli atıf yaparak “üst akıl” diye tabir ettiği sermayedarlar… Siyonist lobi… Siyonist lobinin hayatta kalabilmesi için ekonomik kaynaklarını garanti almasına gerekiyor. Dünyayı kendisine gebe bırakmak için kaynakları elinde tutması gerekiyor. Ülkeler, insan gücü, enerji kaynakları, jeopolitik önemi gibi sebeplerle operasyonlar yiyor. Bu halklar birbirleriyle ortak hareket ederse, yerleşik oligarşi diye tabir edilen ekonomi, finans ve siyaset alanında küresel hegemonyaya hizmet eden grupların ülkeler üzerine yapmış olduğu çalışmalara engel olunur.

Brezilya’da yaşanan mesele nedir?

2002’de iktidara gelen işçi partisi 10 yıl ülkeyi yönetti. Yönetirken tıpkı Ak Parti’nin bürokraside hâkim olamadığı için Fetullahçıları desteklemesi gibi Silva da Evanjelikleri destekledi. Bu Evanjelikler bir yandan küresel hegemonyaya hizmet ederken öte yandan da iyi niyetli insanları devşirdi. Şu anda sayısı 200 bin olan kiliselerinin 2030’da 500 bin civarına çıkacağı, şu an nüfusu 202 milyon olan Brezilya’da 2030 yılında 100 milyon Evanjelik kilise üyesi vatandaş olacağı tahmin ediliyor. Bunların en çok faaliyet gösterdiği sahalar medya ve siyasetti… Silva’nın görevi Dilma’ya devrettiği 2011 yılında federal polis ve yüksek yargıya adam yerleştirmeye başladı. Türkiye’ye çok benziyor. Daha sonra Türkiye gibi Brezilya da uzun vadeli enerji anlaşmaları yapmaya başladı. Sao Paolo eyaletindeki derin tuz tabakalarının altında ülkeyi ekonomik olarak dünyada ilk üçe sokabilecek potansiyeldeki petrol havzası keşfedilince ve havzanın işletimi Çinli ve Fransız firmalara verilince bu operasyonlara başlandı. Bizdeki Gezi gibi bir sosyal medya kalkışması yaşandı. Arkasından Brezilya’nın Tayyip Erdoğan’ı Dilma’ya yönelik uydurulmuş suçlar ve yolsuzluk iddiası marifetiyle kamuoyunda itibarı zedelenmiş, daha sonra ise görevden alınmaya çalışılmıştır. Mart ayında altı aylığına görevden uzaklaştırılan Dilma Rossef, 31 Ağustos 2016 tarihinde senato kararıyla görevden alınmıştır. Türkiye’de tasarlanan millî sermayedarları devre dışı bırakma ve millî bürokratları görevden almaya çalışan 17-25 Aralık operasyonu Brezilya’da başarılı olmuştur. Oylama öncesinde Brezilyalı askerler Soğuk Savaş döneminden sonra ilk defa ön plana çıkmaya başlamıştır. Askerî darbeye gerek kalmadığı anlaşılınca, bürokratik darbeyi gerçekleştiren şu anki darbeci hükümet askerlere ve bürokratlara yüzde 25 zam verdi. Fakirlere yardımı amaçlayan yoksulluk fonunu, öğrenci yardım ve burslarına kısma kararı aldı. Akabinde ise Brezilya ekonomisi geriye gitmeye başladı ve enflasyonist bir ortam doğdu. En önemlisi, Brezilya’nın bulduğu petrol havzasının işletimini Çin-Fransa konsorsiyumuna devreden anlaşma bir şekilde by-pass edilerek ar-ge çalışmaları adı altında Rockefeller’in Mobil ve Shall firmalarına verildi.

Fransa’ya yapılan saldırılar da bununla mı alâkalı?

Fransız şirketlerinin Latin Amerika ve Afrika’da yeni enerji kaynakları bulması ile Suriye’de Türkiye gibi Batı blokundan ayrı düşünmesi bu saldırıların sebebi…

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Rica ederim…


Baran Dergisi 504. Sayı