Söyleşi: Kâzım Albayrak


 Doç. Dr. Levent Ürer Kimdir?
Doç. Dr. Levent Ürer, 1962 yılında Samsun’da doğdu. Samsun Anadolu Lisesi 1980, Gazi Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü 1985, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisansını 1987 yılında tamamladı. 1995 Yılında aynı kurumda “Ulusal ve Uluslararası Düzeyde Etnik Gruplar ve Devlet” adlı teziyle Doktor unvanını aldı. 1991 yılından itibaren İktisat Fakültesi’nde Araştırma Görevlisi ve sırasıyla aynı kurumda Yardımcı Doçent (1995), 2005 yılında Siyasi Tarih Doçenti olan Levent Ürer, İktisat Fakültesi Bünyesinde Dekan Yardımcılığı, Siyaset Bilimi Anabilim Dalı Başkanlığı gibi çeşitli idari görevlerde bulunmuştur. Türk Dış Politikası, Siyasi Tarih, Siyasi Olaylar Tarihi, Siyaset Bilimi, Uluslararası Göç ve Nüfus Hareketleri, Milliyetçilik ve Azınlık Hakları üzerine Lisans, Yüksek Lisans ve Doktora derslerinin yanı sıra, Azınlıklar ve Lozan Tartışmaları, Mondros’tan Mudanya Mütarekesi’ne Türk Dış Politikası üzerine iki kitabı, Milliyetçilik ve azınlık Hakları üzerine yayınlanmış çeşitli makaleleri vardır.   Evli ve iki çocuk babasıdır.
 
20. yüzyılın sona ermesinden sonra kapitalist dünya ekonomisinin önünde hangi alternatif gelişme çizgileri var? Küreselleşme, Yeni Dünya Düzeni BOP ne kadar başarılı olabilir; ne yöne evrilebilir? Bunların dışında göremediğimiz başka alternatifler var mı?
Aslında Yeni Dünya Düzeni diye bir tanım getirdiğimizde, eskisini de tanımlamamız lazım. Eski ne ki yeni diye neye diyoruz? Doğal olarak hep bir şeyin devamlılığından bahsediyoruz aslında. Burada benim sıkıntım şu; küreselleşme tanımı genellikle az gelişmiş ülkelerin ileri sürdüğü bir tanım. Amerika’daki insana sen “Türkiye’de kim yaşıyor? Türkiye’nin başbakanı kim?” diye sorsan bilgisi dâhilinde değil; ama Türkiye’de yaşayan herkes ABD başkanını bilir. Bu aslında küreselleşmeden etkilenenler ve küreselleşmeyi tanımlayanlar az gelişmiş ülkelerin insanları demek; çünkü sonuçlarından etkileniyorlar. Bu da aslında gayet basit bir takım kurallarla açıklanıyor. Benim anladığım, buna hâlâ bir alternatif gelmese bile, Marksizm bunu ortaya çıkarıyor. Ve diyor ki “kapitalizmin çözülmesiyle başlayan süreçte sadece kriz ve eşitsizlik üretilir.” Doğal olarak bugün küresel dünya dediğimiz şey aslında eşitsizlik üzerine kurulmuş bir yapıyı tanımlıyor. Bunu şöyle ele alalım; Avrupa aydınlanmasını 15. Yüzyıldan itibaren ele alıyorsak, aynı zamanda içinde özgürlük ve eşitlik sorununu görürsün. Avrupa bir yandan özgürlüğü tartışırken, diğer yandan eşitlik sorununu da tartışıyor. Ulus-devlet dediğinde aslında, “bundan sonra biz Fransa’da yaşayan herkese Fransız diyeceğiz” dediğinde herkesi eşitlemeye çalışır. Ayrıca özgürleştirme de vardır. Bu misyoner algısıyla Avrupa’nın Ortadoğu’ya, Asya’ya giderken de aslında kafasındaki yapı böyle bir şeydir. Oysaki günümüzde, yani II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan tabloda da sadece özgürlük söylemi vardır, eşitlik terk edilmiştir, Amerika’yla birlikte aslında. Çünkü Amerika dünyaya özgürlük vaat ederken eşitlikten bahsetmiyor. Kastettiği şey yeni emperyalizm ve Yeni Dünya Düzeni dediğimiz şeydir. Buna göre söylediği şey gayet basit; “şu tuttuklarınızın hepsini özgürleştirin” der. Çünkü ABD dünya sahnesine çıkacak, bunların hepsini sömürgeci olarak görüyor ve eski sömürgecilere diyor ki “siz bunları artık terk edin, sömürgeleri bırakın” diyor. Sömürgeleri bıraktırarak yeni emperyalizm teorisiyle yani Liberal piyasayla, ticaretin serbest bırakılması mantığıyla kendi hegemonyasına katmaya çalışıyor ve biz buna Yeni Dünya Düzeni ve Küreselleşme ifadesini kullanıyoruz. Birinci sıkıntımız şu. Bunu da IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla yapıyor.
Ben de IMF ve Dünya Bankasını soracaktım.
Burada şöyle bir sıkıntı var; aslında bu tasfiyeyi II. Dünya Savaşı sonrası Bretton Woods sisteminde görüyorsunuz. 1929 dünya buhranı sonrasında ABD şunu fark ediyor ki; Avrupa çok zayıf ve asla Avrupa’nın içişlerinden çekilmemek zorunda. I. Dünya Savaşı’ndan sonra geri çekilmiş ve bakmış ki Avrupa yine karışıyor. Bu defa Wilson’un etkisine geri dönüyorlar ve “bu kez çekilmeyelim” diyorlar. “Kurulan bütün örgütlerin içerisinde mutlaka Amerika da olsun” diyor. Amerika, Avrupa’ya giriyor ve kendi sistemini dünyaya ilk olarak Bretton Woods sisteminde kabul ettiriyor. Ne oluyor? Para sistemini değiştiriyor. Dolar sistemini getiriyor, altın paritesini kaldırıyor ve Bretton Woods sisteminde IMF ve Dünya Bankası kurularak, altın karşılığı para basmak yerine dolar karşılığı para basmayı getiriyor. Bunun anlamı şu aslında; dünyanın diğer devletleri doları kazanmak için çalışmak zorundayken, bir devlet basmak durumunda; ABD. Bu da bunun hegemonyasını açıklayacak ifade. Şöyle düşünürsen; II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa ülkeleri bile savaş ve tehdit algısında diz çökmüş durumda. Bu Batılılaşma ve modernleşme algısını tamamen değiştiriyor. II. Dünya Savaşı’na kadar Batılılaşma Avrupa’ya gitmekti. 1940’dan sonra aydınlar Amerika’ya gitmeye başladı. İlk gelen Özal’dı, “özgürlük” söyleminde bulunuyordu. Başkanlık sistemini tartışıyordu. Amerikan modernleşmesi ve aydınlanması Türkiye’ye hâkim olmaya başladı. Türkiye’de bugün tartışılanlar da bundan başka şeyler değildir. Doğal olarak burada tartıştığımız yeni batılılaşma kavramı, Yeni Dünya Düzeni dediğimiz şeyin içerisinde artık sosyal anlamda eşit insanların olduğu, eşitlik tartışmalarından çok özgürlük üzerine odaklanıldı. Buna göre, haklar ve diğer bütün kavramlar, hatta devlet kavramı bile bu özgürlük tanımlarıyla yapılmaya başlandı. Buna göre özgürlüğün önündeki kısıtlar kaldırılsın yeterli. Peki, insanlar eşit mi? Böyle bir şey yok zaten. Bu da Amerikan düşüncesinden kaynaklanan bir şey… Zaten IMF ve Dünya Bankası da aslında Amerika’nın egemenliğini ve kültürel formasyonunu dünyanın geri kalanına kabul ettirmeye dönük çabalardan başka bir şey değil.
Dünyaya para ve adalet dağıtmak değil yani…
Buradaki sıkıntımız şu; Amerika’yı ne olarak gördüğümüz önemli. Amerika da aslında bizim kafamızda bir kurgu, kendisi de bunun farkında. Amerika’da insanları bir araya getiren tek şey var: Para. Parayı kaldırdığın zaman Amerika çökmeye mahkûm bir sisteme sahip. Niye? 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’daki her karışıklıktan, “para istikrar sever” mantığıyla baktığınızda para Amerika’ya gitti. 1770’de yeni bağımsızlık kazanmış bir yer varken, bugün baktığınızda bir dünya devi görüyorsunuz. Peki 200 senede bu nasıl dev oldu? Gayet basit dünyanın diğer tarafı kaynıyordu. O zaman “Amerika ne?” diye bakarsanız cevap çok basit: Dünyanın diğer taraflarındaki karışıklıklardan beslenen bir devlet. Bunu hâkimiyet teorisi açısından da açıklarsın, kara hâkimiyet teorisi, deniz hâkimiyet teorisi… Bunlar ne söylüyor? “İngiltere’yi İngiltere kılan şey kendi kıtasında savaşmıyor olmasıydı.” Oysa II. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere kıta olarak vurulabilir hale geldi. Vuralamayan tek ülke ABD idi. 11 Eylül bunu bir sarstı. Aslında Amerika’nın tepkisi de bu. Vurulamaz olmak dolayısıyla paranın istikrar için gittiği mekânın 11 Eylül sebebiyle zedelenmesi. Aslında Küba krizine kadar gidersek, ABD için en büyük tehdit “Sovyetler Amerika’yı vurursa”ydı. Yani kendi alanında hiç savaş görmemiş olması Amerika’ya üstünlük taşıyordu. Bu üstünlüğünü korumak için mücadele ettiğini söyleyebiliriz. Çünkü sistemin bütün dönüşümlerinin kendisine doğru olduğunu, yani kendisi dışında dünyanın her yerinin karışık ve para için tehlikeli olduğunu ve bu sebeple paranın kendisine doğru kayacağını, bunun da adının küreselleşme olduğunu söyleyebiliriz.
Küreselleşme başarılı mıdır?
Tabiî ki bizim için başarılı değil; ama Amerika için başarılı. Bizim sistemimiz değil zaten.
Başka alternatifler var mı?
Aslında başka alternatif oluşturma çabası var. Çünkü II. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’nın karşısında olsa olsa Avrupa olabilirdi; ama savaş gösterdi ki Avrupa da hikâye. Tam da Amerika’nın söylediği şey gerçekleşti. Wilson “bu Avrupa kendi başına hiçbir şey yapamaz” demişti. Yugoslavya krizinde aynı şey oldu. Bosna’da Müslümanlar katledilirken Avrupa parmağını oynatamadı; çünkü iki tane dünya savaşı böyle bir sebepten çıktı. Avrupa parmağını oynatamayınca, yine Amerika müdahale etmek zorunda kaldı. Buradaki soru şu “Amerika’nın karşısındaki güç?” Sadece bizim görmek isteyeceğimiz bir şey olabilir. Diyelim ki “Müslümanlığı bunun karşısına koyalım ya da Çin’i koyalım.” Bir takım farklı değerler çıkar. Benim söylediğim şey para. Parayı ortadan kaldırdığın zaman Amerika kalmaz. Amerika’da ne başka kültürden ne de başka bir şeyden bahsedebilirsin.
11 Eylül bir milat o zaman…
Bizim için değil; ama Amerika için bir milat. Çünkü hâkimiyet teorileri açısından da Amerika’nın vurulabilir olduğu mesajı bütün dünyaya verildi. Aslında Amerika’nın ondan sonraki bütün saldırgan politikaları da “hayır, gerekirse ben bunun için her şeyi yaparım” diyor.
Associated Press ajansının bir muhabiri dergimize gelip bir mülakat yaptı. Kendisine “haberleri nasıl geçiyorsunuz?” diye sordum. “11 Eylül’e kadar geçtiğimiz haberler tırtıklanmıyordu, 11 Eylül’den sonra her şey çok değişti. Irak savaşında hastanelerin altına korunmak için sığınak yapıldığı haberini, hastanelerin altının üs olarak kullanıldığı şeklinde çarpıttılar” diyor.
Aslında 11 Eylül öncesinde, ABD’de bayrak kavramını analiz ettiğinizde, bir Amerikalı iç çamaşırı olarak bile bayrak kullanabilir. Oysa 11 Eylül sonrasında Amerika’da bayrak kutsal bir referans olmaya başladı. Amerikalı diye bir kavramın inşa edildiğini, uluslaşmaya yakın bir şekilde milliyetçi-muhafazakârlığın oluştuğunu görüyoruz. Karşısına İslâm olgusunun çıktığını ya da kendisini İslâm’a göre tanımladığını görüyorsunuz. Bunu da tam yapabilecek bir referansa sahip değil; çünkü içinde yaşayan Müslümanlar var. Bir “öteki” oluşturma çabasına girdiler; ama bu ötekiyi de kolay kolay bulamadılar. Çünkü “öteki”ni tanımlamak için sen bir şey olmalısın. “Amerika ne ki?” öteki ne olacak? Çünkü Amerika herkesin geldiği bir mekân… Yerlisi kim Kızılderililer… El-Kaide liderinin öldürülmesinde bile yaptıkları operasyona bir Kızılderili şefinin adını veriyor; “Gerenimo.” O kadar hayal dünyasında yaşıyorlar ki, Türkiye’de böyle bir şey yapılsa, Türkiye’nin aydınları da kıyameti kopartır. Amerika’da sadece bir iki aydın “ayıp ediyorsunuz” gibi laflar etti. Kızılderililer buna tepki gösterdi; “siz bir kahramanın adını nasıl kullanırsınız? Ya da o da mı bir kahraman?” diye. Amerika aslında derin bir düşünceye, felsefi manaya sahip olan bir yer değil. Paranın gücüyle yürütülmeye çalışılan bir dünya düzeni.
Kültürel bir geçmişi yok, bir fikre sahip değil, ideoloji yok, o zaman ürettikleri Yeni Dünya Düzeni de yapay.
Aslında eskisini tanımlamamız lazım ki yeni diye bir şey verelim. Yeni olan bir şeyi kullanmaya bilirsin de. Demek ki, bir şey eskiyse iyidir de, bir sürekliliği vardır. Yeni denmesinin nedeni aslında gayet basit, Amerika yeni bir yer. Amerika’da 200 senelik binaya adam “bakın ne kadar görkemli” diyor, biz burada 1500 senelik binalara her gün ayak basıyoruz, 2000 yıllık kapısının eşiğinde ayakkabımızı bağlıyoruz.” Doğal olarak bir Amerikalının Türkiye’yi dolaşıp da anlaması mümkün değil. Yeni bir mekândan bahsediyorsun ve buradan da çok derin bir kültür beklemenin anlamı yok.
Anayasa Profesörü Ferman Demirkol ile bir mülakat yaptık ve ben kendisine Salih Mirzabeyoğlu’nun “Başyücelik Devleti” eserini takdim ettim. O da “Başyücelik Devleti orijinal bir önermedir. Böyle çalışmaları tartışmak bizim için de gereklidir” diyor. Bizim düşüncemiz böyle çalışmalardır yani. Şuraya geleceğim; “Avrupa fos çıktı” söylemi var ve Türkiye hâlâ Avrupa Birliği’nin kapısında bekliyor. Üniversite hocaları da hep “Batıya entegre olmak” söylemini kullanıyorlar. Türkiye için Batıya entegre olmaktan başka çıkar yol yok mudur?
Batıya entegre olmak dediğimizde, Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna indiğimizde Osmanoğulları en batıdaki beylik ve hep batıya doğru hareket etmiş bir beylik; ama “niyet nedir?” dediğimizde bunun değişebilir anlamlarını tartışabilirsiniz. Şurası bir gerçek ki batılılaşma tezi Tanzimat’ta Osmanlı’nın kabul ettiği bir tezdi. “Biz batının hangi yönlerini alalım?” “Topyekûn alalım” diyen var, “hayır, sadece teknolojisini alalım” diyen var. Bu Osmanlı’da hep tartışılmış. Avrupa Birliği oluşumuna baktığınızda, bunu Amerika’nın kurdurduğunu göreceksiniz. 16. yüzyıldan beri bir ulusal inşa tezi görürsünüz Avrupa’da; Alman inşası, Fransız inşası, İngiliz inşası… II. Dünya Savaşı’ndan sonra birden bir Federal Avrupa tezi görürsünüz. Amerika diyor ki “hepsi bir araya gelsin, orada bir Pazar olsun.” Amerika’nın gözünde dünyanın diğer tarafları sadece bir pazar ve o pazara rahatça giriş çıkışı söz konusu. Yoksa Avrupa kültürünün üst erdemdi gibi tartışılması söz konusu değil.
Bu soruda biraz kendimize de dokunsak?
Burada aslına Fuat Köprülü’den bahsetmek zorundayım; çünkü Osmanlı çalışanları da aynı şeyi sormuşlar, “Osmanlı ne?” Bugün İlber Ortaylı’ya da sorsanız, Osmanlı İmparatorluğu’na “III. Roma” der. Osmanlı’nın içerisini incelediğinizde batı; yani Roma etkisi görürsünüz. Birbirinden bu kadar kopuk şey değil.
İyi şeylerini almış. “Başyücelik Devleti” eserinde de bunlar var, Batının iyi olan sistemlerini alıp bunu kendi süzgecimizden geçirdikten sonra uygulamak.
Tabiî… Mesela tamirciye otomobiliniz verirsiniz “bundan ses geliyor” dediğinizde, tamirci der ki “araba bu ses yapar tabi.” Buradaki sıkıntı şu, o tamircinin senin araba sürme kültürüne sahip olması lâzım ki senin rahatsızlığını anlasın. Mesela ben Hava Harp Okulu’na gittiğimde öğrenciler çok üzülüyordu, elenmişler pilot olamayacaklar. Ben sınıfa “ne mutlu size bu arkadaşlarınız hayatını şimdiden düzene koydu” dedim. Öbürleri şaşkınlıkla gözüme bakıyorlar. “Arkadaşlar altıüstü şoför olacaksınız. 1940’da her kamyon şoförünün cebinde kamyonun önünde çekilmiş resmi vardı. Çıkartın cüzdanlarınızı hepinizin cebinde uçağın önünde resminiz var. Herkesin uçak kullandığı toplumda altı üstü şoförsünüz. Teknolojiyi kullanıyor olmak size ayrıcalık getirmez”  dedim. Teknolojiyi biz tanrısal bir ilişki gibi kurup da, bunu en büyük olmanın referansı olarak algılarsak yapamayız. Teknoloji insanların kullanımına açılmış bir şey. İlim neredeyse gidip alacaksın. Biz şöyle düşünüyorsak, yıllarca böyle düşünüldü; “demokrasi ülkemize gelecek. Nasıl gelecek? Batıya girerek gelecek.” Bu yanlış bir algı; çünkü batıda demokrasinin nasıl olduğu tartışmalı. Doğal olarak eğer demokrasinin kavramlarını düzgün anlarsak, bunu her yerde tartışabiliriz. Bugün birçok aydın “batıya girersek insan hakları gelir, işkence kalkar” diyor. Bu doğru değildi. Şimdi yavaş yavaş bunları anlıyoruz. Batıya da farklı değer yüklememiz yanlış. Yani Avrupa dediğimiz mekân, her yerden üstün bir mekân değil. Avrupalı da bunun farkında; ama oralara kutsal referansını veren de biziz aslında. “Avrupa gibi olsak” referansı veriyoruz.
 Küreselleşmeyle beraber Türkiye ekonomisinde de çok uluslu şirketlerin etkisi arttı. Bilhassa özelleştirmelerle bazı kurumlar yabancı şirketlere verildi. Bu şirketler büyük hisseleri sayesinde devletlerin karar alma imkânını kısıtladı. Bu açıdan Türkiye’yi nasıl değerlendirebiliriz?
Bir gün bir derste “genç bir grup her şeyin özelleştirilmesi gerektiğine” ilişkin bir takım tespitlerde bulundular. Ben o gruba şunu sordum; “Petlas niye kuruldu?” Bilmiyorlar neden kurulduğunu. “Bir şeyin neden kurulduğunu bilin, ondan sonra satın” dedim onlara. Mesela Petlas Kıbrıs Barış Harekâtı’nda lastik bulamadığımız için Libya’dan satın aldık, bu yüzden kuruldu. Bir şey imal edemediğimizi fark ettik.
Bu arada Kıbrıs Barış Harekatında bize büyük yardımları olan Kaddafi’nin de adını anmış olduk. Amerika ve Batı Libyaya şuan nasıl leş kargası gibi çullanıyor.
Kaddafi konuşmalarında şöyle bir açıklamada bulundu; “bu harekât Amerika tarafından özendiriliyor” dedi. Hakikaten ileride yapılan operasyonlarda Amerika’nın bunu tetiklediği ortaya çıktı. Milletler Cemiyeti döneminde buraların kendi vasisi olduğunu düşünüyorlar. Yani “bu bölgenin egemeni ve hâkimi bizdik, istediğimiz düzenlemeyi yaparız” havasında Avrupa. Benim inandığım şey şu ki; ulus oluşturmaya çalışıyorlar. İslâm olup da uluslaşabilmiş devletleri sayın. İran mı, Türkiye mi? Dolayısıyla o zaman şunu saymak lâzım, İslâm ile ulus kavramı arasında bir şey var. Bir şey; ama ne?
İslâm kavimler üstü. Ayrıca “Kişi kavmini sevmekten dolayı kınanamaz” diyor Allah Resulü.
Avrupa’da bir tane devlet doğduğunda 300 sene birbirini yediler. Şimdi Ortadoğu’da bir Iraklı inşa ederseniz, bu Iraklıya Ramazan’da vurdular bütün Müslümanlar seyretti mi? Seyretti. O zaman orada vura vura kafalarına bir Iraklı oluşuyor. O Iraklı kendine geldiğinde ne yapacak. O zaman aslında, orada bir ulus ekerseniz, o ulusçuluk mücadelesi ve çağını düşünürseniz, ilk söylediğimi hatırlayın “ABD dünyanın öteki taraflarındaki kaostan besleniyor.”
Ulusçuluğu da ortaya çıkaran Batı ve ABD…
Batı ulusçuluktan dolayı 300 sene birbirini yedi.
İslâmî coğrafyayı bölmek için ulusçuluğu soktu.
Ya da İslâm hızla ulusçulukla hesaplaşıp kendisini organize etmesi lâzım… Hıristiyanlık ne yaptı? 300 sene ulusçulukla hesaplaşmak zorunda kaldı.
Aslında İslâm ulus meselesini çözmüş de, şimdi kaşınmış bu mevzu. Küreselleşmeden yola çıktık. Ekonomik büyüme oldu diyoruz; ama Türkiye büyük şirketlerin kontrolüne giriyor ve borçlarımız artıyor. Mutluyuz. Bu işin sonu ne olacak?
2001 krizinden sonra Türkiye’nin bir durgunluk ve enflasyon süreci içerisinde iflasını açıklayacak diye bekliyorduk. Ama 2001’de Türkiye’nin iflasını engellediler “sen böyle sürdürülebilir borçlanmayla devam et” dediler. 2001’den bu yana Türkiye sürdürülebilir borçlanma ile yaşantısını idame ettiriyor. Bu demek oluyor ki: Zenginleşmenin iki şekli var; ya emperyalist olacak diğerlerini sömüreceksin, bir noktada da üreteceksin. İkincisi de borç alacaksın. Bakarsın bir adama, altında son model araba, evler şunlar bunlar; ama bir bakarsın ki bu adamın trilyonlarca borcu var. “Öde borcunu” dediğin zaman adam nakız vaziyette. Türkiye şu anda bu durumda… Şimdi Türkiye ödemelerini yapsa elinde ne kalır, çok ciddi tartışma içerisinde.
Emperyalizm ve sömürü mevzuu…
 Emperyalizm dediğimiz şey, II. Dünya Savaşı’ndan sonra bir bölgeye gidip orada sömürgecilikte bulunmak değil; ticaret sınırları ve gümrükleri mümkün olduğu kadar indirtip, o bölgede ticari ilişkileri geliştirip, o ticari ilişkilerden elde edilen rantı ana kıtaya aktarmak. Bugün Türkiye’de, Trakya’da şeker üretiminde Coco Cola Firması’nın üretimleri söz konusudur. Mısır nişastasından elde edilen şekerler bugün her yerde kullanılmakta. Şeker pancarına dayalı üretimin ortadan kalktığını, şeker pancarı üretiminde ciddi sıkıntılar olduğunu göreceksiniz. Sanayi ürünleri dediğimizde, Türkiye’de sanayi burjuvazisinin kapitalizme önce engel olması gerekirken, sanayi burjuvazisine “kardeşim, biz rekabeti bölüyoruz” dediler. En çok itiraz edecek olan, askerinde desteğiyle Oyak Renault idi. Oyak’a “Renault’un şu tüpünü sen üreteceksin, dünyanın her tarafına da sen satacaksın” dediler. Böylece rekabeti de bozdular, Renault’u da susturdular. Sanayicinin de ağzına bir parmak bal verdiler. “Sen şu üretimi yapacaksın” diyerek, ulusalcı tezleri terk etmesini sağladılar. Terk ederek ne oldu? Türkiye tamamen açık Pazar haline geldi. Bu pazardan da ana maddelerin hızla Batı ve Amerika’ya doğru aktarıldığını görüyorsunuz. İkinci sıkıntı da şu, iktisatta 20 sene önce otomobil, buzdolabı vesair üretmek gelişmiş ülke kriteri idi. Bugün aslında bunları kim üretiyor? Güney Kore, Tayvan, Çin…
Üretimdeki amaç ne olmalı?
Ne üretiyoruz, üretim niye var? Çünkü üretirken Avrupa iki şeyi tecrübe etti, iki şeyde ciddi sıkıntı var. Bir üreticide, yani işçiyi kontrol edemiyorsun, hem demokrasi hem üretim diyorsan işçi sorunuyla karşılaşıyorsun. İki, hem demokrasi hem kültür diyorsan tüketiciyle karşı karşıyasın. Düşün ki Amerika’da adam Mc Donalds’da yiyor, sonra obez oldum diye dava açıyor ve kazanıyor. Çocuk poşeti kafasına geçiriyor ve boğuluyor, aile “poşetin üzerinde bu yazmıyordu” diyor. Bir mağazada ayağınız kaysa ve düşseniz, ciddi miktarda tazminatlar ödeniyor. Doğal olarak Avrupa ve Amerika şunu fark etti ki; hem demokrasi hem üretim demenin sıkıntıları var. Ne yaptılar, üretimi gelişmekte olan ülkelere kaydırdılar. Biz övünüyoruz “şunu üretiyoruz, bunu üretiyoruz”; ama aslına ciddi bir analiz yapmak zorundayız. Neyi üretip karşısında ne aldığımız önemli. Eskiden bir kilo domatese karşılık araba alıyordu. Bir kilo domates ile arabanın maliyetini analiz ediyorduk. Bir kilo patates, bir kilo domates, bir kilo çamaşır suyu karşılığında bir kilo mikroçip, bir kilo bilgi… Neyi verip ne aldığın önemli… Eğer aldığınla verdiğin arasında ciddi bir ilişki varsa, şu anda iktisatçıların oturup bu analizleri yapması lazım.
Katma değerli üretim diyelim…
Ne katıyoruz değer olarak. Karşılığında bilgi alırken hangi terazi ile bunu tartıyoruz? Örneğin çıkın dışarıda abs, esr, intel diye bir sürü şey var. Bunları “satın al” deseniz, nereden alacaksınız? Adam bir cd’ye windowsu veriyor size, maliyeti belli. Sizin aldığınızla verdiğiniz arasındaki ilişki. Mesela otomobil sattığınızda metal dâhil bir takım servetinizi dışarıya vermiş olabilir misiniz?
Üretim sisteminin ucuz işçisi veya onların hamalı gibiyiz biz ve devamlı onlara çalışıyoruz. Borçlanmışız. Her şey oradan gelen sermayeyle oluyor; büyümeye de o bakımdan şüphe ile bakıyorum. Evet, büyüme var doğru; ama ülkenin potansiyelinden görüyorum ben bunu. Bu potansiyel oraya hizmet ediyor.  Bağımsız olmadığımız için, kendimize özgü olmadığı için…
Doğru aslında. Türkiye’nin sınırlarını mukayese edelim. Bugün Türkiye sınırlarının varlığı İtalya’nın, Fransa’nın pahasına desem, ne diyeceksin? Çünkü kaldır Türkiye’nin sınırlarını, Türkiye’de yaşayan insanlar en modern diye nereye koşacaklar? O zaman aslında Türkiye sınır çiziyor ki içinde insanları tutmak için. Hatta daha da kötüsü Afganistan’dan gelecek insanları da ben tutayım diye. Soru şu aslında; “sınır kavramı da kime ve neye göre tanımlanması gerekir?” Sen Türkiye’de imalat yapıyorsun, sonuçta bugün işbirliği anlamında bakıyorsan, genç nüfusun varsa, “al sen bunu, şunu ürettir.” Benim söylediğim şu; “para alın teriyle kazanılsaydı, ameleler trilyoner olurdu.” Para sömürerek kazanılır, ABD de Avrupa da bunun farkında, biz bunun farkında değiliz, ya da hâlâ intibak edemiyoruz. Eğer amaç para ise.
Parasız da olmaz, paranın Yahudi icadı olduğu da ortada. Osmanlı ile ilgili bir soru soracağım. Batılılar Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik gücünü pek göstermeye yanaşmasa da, Osmanlı dünya ekonomisinin önemli bir aktörüydü. Tüccarlar gelip, malını satıp gidiyordu. Kahireden kalkan tüccar Bucerat’a kadar gidip malını satıp parasını alarak geri dönüyordu. Bu mevzuda ne diyeceksiniz?
Çok doğru. Bu Avrupa’nın dikkatini çekecek ve 1838’de hemen diyecekler ki Baltalimanı Anlaşması’yla bize “dur” diyecekler. “Kahire’den kalkan tüccar bir İngiliz tüccarıysa bundan hiçbir şey alma” diyecekler ve kapitülasyon dediğimiz olgular başlayacak.
Bizim de iki sayı önce Aylık Dergisi’ndeki kapağımız buydu.
Bu anlaşmalar ilk masaya geldiğinde padişah eşitlikçi davranıyor. Bir İngiliz tüccarına verilen hakların aynısı Osmanlı tüccarı da İngiltere’de dolaşırsa aynı haklara sahip olacak. O gün kaç Osmanlı tüccarı İngiltere’de dolaşıyor? Hiç biri… Yarış eşit değil. Bir mal veriyorsun, buna bir değer biçiyorsun ve karşılığında bir şey alıyorsun. Biz buna kâr diyoruz. Kârın ahlâkî ve dinsel anlamda tanımı düzgün değil, yapılabilmiş değil. Meşru kâr nedir? Bir malı sattığında %50 mi, %100 mü, %10 mu? Doğal olarak hangisi yasal değil? Bunu netleştiremediğimiz sürece, ticaret birçok dinde başlangıçta kabul edilemeyen bir şeydi. Hıristiyanlıkta mesela burjuvazi ilk ortaya çıktığında kendini kabul ettirmeye çalıştı. Kime? Dine… Dedi ki “beni tanı.” Din dedi ki “yok, senin uğraştığın işin ne olduğunu ben bilmiyorum. Sen bir şeyler yapıyorsun ortada bir para var. Oysa tarımdan elde edersin, şu olur bu olur tamam. Ticaretin bir tanımı yok. Yani kazandığın legal değil.” Ne oldu? Protestanlığı getirdi ve tanımlattı. Keza faize yaptıkları gibi... Buradaki sıkıntı şu idi faizde haramdı.
Mesela İslâm’da Allah Resulü tüccardı, develerle ticarete çıkmıştı. İslâm Hukuku ticareti tanımlanmış.
Peki, ne kadar kâr kazanılır?
Fahiş diye bir şey var. “Fahiş kar” yasaklanmış.
Peki, o fahişi kim belirleyecek? Ben düşünüyorum ki bir deveye binip o kadar gittiysem, en az 10 misli kazanmalıyım.
Sermaye ve mülkiyette tedbircilik diye bir kural var. Urlaşmak yasak, böylece kapitalizme varmaz İslâm iktisad sistemi.
Bir geminin Hıristiyanlık dünyasından kalkıp da Afrika’ya gidip başarıyla geri geldiğinde kazancı bire 10 bin. Bire 10 bin olmasını o dönemdeki Batılı eserleri analiz ettiğinizde pek de yadırgamıyorlar. “Çünkü çok riskli” diyorlar.
Sermayenin urlaşmasını ve kapitalizme dönüşmesini İslâm yasaklıyor ve tedbirlerini alıyor. Osmanlı’da zaten bu vardı. Osmanlı böyle kapitalist bir zümre oluşmasına müsaade etmemiş devlete kafa tutabilecek. Mesela Fatih’in kanunnameleri var; unun kalitesi, ekmeğin fiyatı hususunda çok büyük kalite kontrolü var. Osmanlı bu açıdan batı sömürgesine set çekmiş adaletli sistemiyle; ama Baltalimanı’nda yenilmeye başlamış.
Kendi tüccarının aleyhine dönmüş.
Batıya karşı bu Osmanlı seti de ortadan kalkmış... Şunu soracağım: Osmanlı, Rus, Çin, Arap, Roma İmparatorluklarının Batı kapitalizmine yönelmemesi, sömürü sistemi ve tekelleşmeye gitmemesinin sebebi nedir? Kapitalizm, Amerika’nın keşfiyle olan bu sistem nedir?
Roma döneminde kapitalizm diye bir şey yok. Mesela Rusya’nın Sovyetler Birliği’ne dönüşmesi ve Sovyetlerin de bugünkü hali kapitalizme dönüş olarak algılanır. Ne yapıyor Rusya? Rus kapitalistler dünyanın her tarafında dolaşmaya başladı.
Kapitalizmi nereden ele alacağız?
Kapitalizm tartışmaları Marksizm’in içinde; bakıyorsun “feodalizmden sonra kapitalizm olur, kapitalizmden sonra sosyalizm ve komünizm” diye devletleri aşamalandırıyor.
12. 13. Yüzyıldan öncesine gidebilir miyiz?
12 ve 13. Yüzyılda feodalizmi görüyorsunuz. Sonrasında kapitalizme dönüş.
Osmanlı gitmemiş ama.
Asıl sıkıntımız şu; tam da söylediğin gibi… Kapitalizmde ortak özellik kâr duygusu üzerine… Yani bir şeyden kâr etmelisin, para kazanmalısın ve bu parayı da ana kıtaya aktarmalısın. Bir değer oluşturmak zorundasın. Osmanlı bir kere gittiği hiçbir yerde kâr mantığına sahip değil. Osmanlı kapitalistleşemediği için yok oldu. Çünkü Osmanlı sisteme adapte olmadı.
Aslında o sırada Batı rönesansını yaparken biz ona alternatif geliştiremedik dersek daha iyi olabilir.
Batı, kapitalizm ve kâr olgusunu ve dahası kâra ilişkin ahlâkî bir duruş olmayacağını kabul etmiştir. “Ya kardeşim, bunu dinde tanımlamanın bir anlamı yok, sömüreceksin, acımayacaksın, bir yerden ne kadar para kazanırsan alıp getireceksin, geride ne kalmış umursamayacaksın. Önemli olan senin iyiliğin...” Bu duyguyu yakalıyor, acımasız bir şekilde. Bu insanî bir duygu mudur? Laiklik bu noktada, adam diyor ki “geç bunu dünyevi olarak bakalım.”
Nasıl geçeyim hocam? “Sen düşün ne düşünürsen; ama ifade etme. Ben senin her düşündüğünü kontrol edeyim. Vicdanın içeride kalsın dışarı çıkmasın hiçbir şekilde.” Benim davranışım vicdanıma, ahlâkıma uygun olacak. “Onu ez, sömür.” Ama ben sömürmek istemiyorum. Bugün neden ailem bana kapitalist gözüyle, çocuğum bana para veren adam gözüyle baksın. Ben de onu neden ırgat olarak göreyim.
Peki, yerine ne koyacaksın. Çocuğuna para vermediğin zaman ne vereceksin. Çünkü çocuk dışarı çıkacak otobüse binecek.
Parasız olmaz ama, para da gayeleşmez.
İnsanlarının önüne parayı gaye olarak koyarsan… Bugün ekonomik model diyorsun. Ekonomik modelde ne yapıyorsun? Bir yaşam kalitesini artırıyorsun. Diğer taraftan para politikası adını veriyorsun buna.
Hayat tarzının tahribi, ihtiyaçları serbestleştirmiş ve modern tüketici tipini üretmiştir. Bunun insan ve toplum üzerindeki yıkıcı etkileri nedir? Mesela Salih Mirzabeyoğlu’nun bu hususta şöyle bir tesbiti var: “Sömüren 3 bin imtiyazlı aile var, hukuk da, asker de, polis de buna göre” diyor.
Buradaki söylediği egemenliğin üretim araçlarının elinde bulunduranlarda olduğunu söylüyor. Bunlar, yani üretim araçlarına sahip olanlar sisteme sahip olur mantalitesi.
Askeri de, hukuku da, polisi de buna göre düzenleniyor.
Eğer egemen olan, görece avantajlı olan konumunu, diğerlerinin üzerine baskı ile sürdürmek istiyorsa…
Onların sistemine karşı gelen ve bu karşı oluşunu da vicanlarında hapsetmeyenler yasadışı ve terörist oluyor…
Bu da tam Marksizmin ifadesi gibi. Kapital’de bunların aynısı söyleniyor. 3 bin, 5 bin, 10 bin dersiniz; bugün toplam Türkiye’yi analiz etseniz hakikaten Türkiye’nin bütçesinin ya da bankalardaki meblağın %80’ininin bu 3 bin aile elinde olduğunu görürsünüz. Doğal olarak bir eşitsizliği görürsünüz. Buradaki sıkıntı yozlaşma noktasında kapitalist birey noktasında şu oldu; tüketen ve tükettikçe mutlu olan bir insan tipi inşa edildi. Nasıl bir insan bu? Televizyon seyredecek, bireysel takılacak, televizyonda ve reklamlarda gördüğünü almak için daha fazla çalışacak, aldıkça daha fazla çalışıp daha fazla alacak. En yakın marketlere koşup en yakın marketlerden yeni alışveriş yapacak; çünkü sistem tüketim üzerine kendini inşa ediyor. Tüketirken de insana özellikle yeni tüketeceklerini sunuyor ve daha çok tüketebilmesi için daha çok çalışması gerektiğini söylüyor. Bu aslına “hemstır”ın koşu bandı gibi koştukça daha fazla tüketeceksiniz.
Son olarak hülasa etmek istediğiniz bir şey var mı?
Bu konuşmamızı toparlamaya çalışırsak: Batının tam ortasında bir yerlerdeyiz. “Neyin ortasında?” derseniz; aslında Osmanlı İmparatorluğu Batıya gittiğinizde Batı’nın hayallerinin içerisinde bir yerlerde… Makyavel’den tutun, bütün düşünürler Osmanlı’ya bakıyor. Doğal olarak aslında Osmanlı Batı’yı etkilemedi değil. Biz Batı’nın düşünün içerisinde bir yerdeyiz. O zaman Batı medeniyeti dediğimizin de içinde olduğumuzu görmek lazım… Yani İslâm olarak da içinde olduğumuzu görmek lâzım… Yani eğer Batı biraz İslâm’ı tanıyorsa, bakıyorsa, birazcık dünyayı algılıyorsa, kendini tanımlıyorsa ve bunu “Osmanlı ve İslâm” diye yapıyorsa buna bizim katkımızı da kabul etmek lâzım… İkincisi de Osmanlı’nın ve Türklerin Batı içine ne kadar adapte olabildiklerine bakmak lâzım… Ben hep şöyle anlatıyorum: Türkiye’de yaşayan bir adamı alın, Batıda bir kafeye koyun, insanlar “İtalyan mısın, İspanyol musun?” diye sorarlar. O adamı alın Ortadoğu’da bir kahveye koyun, orada da “Ürdünlü müsün, Lübnanlı mısın?” diye sorarlar. Aslında bu Türkiye’nin köprü niteliğini ve kültürü ile insanını ifade eder. Bizim sorunumuz şu aslında; hem Doğu ile Batı arasında bir sentez olarak kalmışız ve kendi sentezimizi inşa edemiyoruz. Türkiye’de en temel sorun şu: “Nereliyiz? Batılı mıyız, Doğulu muyuz?” Mustafa Kemal kendisini Batıda gören bir insan, “ben Doğulu muyum?” diye de tartışmıyor. Aslında biz şunu artık kabul etmeliyiz, Batı’nın tarihinin de içindeyiz ve biz en az Batılı kadar Batılıyız. Doğal olarak bizim Batıyı dönüştürmemiz gerekir; çünkü yüzlerce sene dönüştürmüşüz zaten. Tâ Osmanlı olarak içindeyken, mesela “Protestanlık kavramı ortaya çıktığında Luther’i destekleyen kim?” dediğinizde Kanuni’yi görürsünüz. Luther’in yazılarına baktığınızda “ben Osmanlı padişahına bir şey demem” der. Makyavel’e bakarsınız “Osmanlı padişahı” der. O zaman anlıyorsunuz ki Osmanlı Batının değerleri içerisinde ciddi bir yerde. Biz bugün dönüp baktığımızda, içinde olduğumuz ve Batı değeri dediğimiz değerlere dışarıdan bakarak biz onun içinde olmadığımızı iddia ediyoruz, bunun ben çok hatalı olduğunu düşünüyorum. Kendimizi ötekileştirmenin bir anlamı yok. Belki tebliğ anlamında bakarsanız da Osmanlı da bir tebliğci. Bilmiyorum siz kendinizi tebliğci olarak görüyor musunuz?
Telkine ağırlık veriyoruz. Tebliğ var tabiî.
Osmanlı İmparatorluğu’nun bu misyonundan dönüp de “ben Ortadoğu’da tebliğ yapayım” bu hikâye. Aslında “bizim yapmamız gereken yer ve şey?” diye baktığınızda bence yerimizi düzgün tanımlamamız lâzım…
Onların dünya düzenine karşı, biz yenidünya düzenimizle, değerlerimizle ortaya çıkmayı, bu arada da Batıyı süzgeçten geçirmeyi…
Zaten hep onu yapmışız. Şöyle düşünün: Biz Batının bütün değerlerini aldık ama, bazıları der ki “onları da güzel yozlaştırdık.” Batı yabancı değerler verdi. Almanya’ya giden Türk işçilerine adam “boyuna namaza gideceğim diye kaytarıyordu” diyor. Bizim bunlarla da oturup barışmamız lâzım, daha ahlâkî de bakmamız lâzım  her şeye.
Teşekkür ederim. Ağzınıza sağlık…
Ben de teşekkür ederim…
 

Baran Dergisi, 231-232. Sayı