Sizi daha önce de telefonla arayıp bilgilendirdiğim gibi, geçen gün (9 Mart 2017) üç Fransız gardiyan tarafından saldırıya uğradım; beni nasıl rahatsız edeceklerini şaşırmış vaziyetteler, ufak tefek eşyalarımı bile çalıyor veya bozuyorlar. Fransa böyle bir yer ve böylesi kirli insanlar her tarafa sızıp işte bu tarz problemler çıkartıyorlar. Neyse, şimdi bu provokasyonları bırakıp, Pazartesi günü (20 Mart 2017) görülmeye başlayacak mahkememe odaklanmalıyım.

(Carlos, 9 Mart 2017 Perşembe günü öğleden sonra Türkiye’deki avukatlarını arayıp, aynı gün üç gardiyan tarafından saldırıya uğradığını; telefonla konuşmaya hazırlanırken –sebebini bilemediği şekilde- söz konusu gardiyanlar tarafından önce zemine, sonra da hücresine fırlatılıp atıldığını; bu kişilerin normal gardiyanlar değil, polis tarafından korunan ve Müslümanlardan nefret eden aşırı sağcı faşist gardiyanlar olduğunu; kendisinin ise bu saldırı sırasında herhangi bir mukabelede bulunmadığını söylüyor.)

Başka şeyler hakkında konuşalım bugün.
Gönüldaş Erdoğan’ın Hollanda’yla yaşanan ve Türkiye Dışişleri Bakanı’nın uçağının Hollanda’ya inmesine izin verilmemesi dolayısıyla çıkan problem hakkında yaptığı konuşmayı dinledim.

Türkiye Dışişleri Bakanı (Mevlüt Çavuşoğlu), Hollanda’ya gidecek ve Türkiye’de mevcut parlamenter sistem yerine başkanlık sistemi getirecek anayasanın oylanacağı referandum öncesinde oradaki Türk nüfusunun katılacağı bir toplantıda konuşacaktı.

Benim bu konudaki değerlendirmem şu şekilde:
Milletlerarası Hukuk’un bir gereği olarak, ki ülkem Venezüella için de durum budur, kendi ülkenizdeki bir seçim dolayısıyla yabancı bir ülkede oy kullanamazsınız. Tek yapabileceğiniz şey, ülkenizin o yabancı ülkedeki büyükelçiliğinde veya konsolosluğunda gidip oy kullanmaktır. Kendi millî sınırlarınız dışında olmasına rağmen yine kendi topraklarınız statüsünde sayıldıkları için, sadece bu yerlerde oy kullanmanıza müsaade edilir zira.

Ne var ki, bu yerlerde oy kullanırken bile şayet yüzlerce binlerce insan seçim kuyruğu oluşturursa, oranın mahallî polisi gider ve oy kullanılan yerde bir intizâm sağlar. Normaldir yâni bu. Fakat bunu büyükelçilik veya konsolosluk dışında yapmanıza müsaade edilmez yine.

Şimdi, Batı Avrupa’da yaşayan ve çalışan milyonlarca Türk var. Dolayısıyla, Türkiye’nin hükümet temsilcilerinin, referandum öncesi bu insanlarla, yâni çoğunluğu Türk hükümetine sempati duyan bu insanlarla kanunî çerçevede buluşma talebinde bulunması tabiî ve bunda anormal herhangi bir şey yok. Ancak, halka açık yerlerde yapamazsınız bunu.
Bir örnek vermek bakımından söylersem, Türkiye hükümetinin, bir gün için, bir akşam için, kapalı bir stadyumu kiralama ve insanları buraya davet etme imkânı vardır meselâ. Burası “özel” ve “halka kapalı” bir yer olacağı için, teorik olarak buraya insanların gelmesinin bir mahzuru olmasa gerek. Böyle bir yerde Türk veya yabancı vatandaşlara Türkiye’deki anayasa değişikliği ve siyaset çerçevesinde “özel” olarak hitab edilmesi mümkün olabilir.

Küçük bir örnektir bu belirttiğim, yâni bunun için kimseyle çatışmaya gerek yok bence. Zira kazanan Türkiye hükümeti olmayacaktır bu şekilde.
Unutmayın ki Müslüman bir devlet başkanımız ve günden güne artan biçimde İslâmî nitelik kazanmaya başlayan bir ülkemiz var. Avrupa’da iktidarda olanların çoğu ise İslâm karşıtı ve Müslüman da değil. Gerçi Fransa’daki gibi birkaç “Müslüman” da var hükümet katlarında ama bunlar haindir çoğunlukla ve İslâm’la falan bir alâkaları da yoktur.
Avrupa’daki söz konusu İslâm karşıtlığı çok üzücüdür ve bunun sonu çok daha üzücü, çok daha kötü olacak; bu karşıtlık Avrupa’ya şiddet ve ölüm getirecektir. Şiddet öyle bir noktaya ulaşacaktır ki, nükleer tesislere yönelik cihadçı saldırıların yol açtığı radyasyon sebebiyle, yüzde 99’u masum olmak üzere yüz binlerce Avrupalı ölecektir. Üstelik sadece nükleer tesislere değil, zehirli kimyevî maddeler üreten sanayi tesislerine yönelik olarak da gerçekleştirilebilir söz konusu saldırılar. Kısacası, hükümetlerin yaptığı yanlışlar yüzünden, bir felâket olacaktır bu gidişin sonu.

Hollanda enteresan bir ülke ve Gönüldaş Erdoğan şimdi “Neonazi” olmakla suçluyor Hollanda hükümetini. Bu ithamlar tam olarak gerçek değil tabiî ve sadece birer sözden ibaret. Buna rağmen, Hollanda’nın ırkçı ve özellikle İslâm karşıtı bir tutumu olduğu da ortada. Almanya da Hollanda’dan farklı değil.

Almanya başbakanı (Angela Merkel), çok zeki bir kadın. Aynı politik kampa dâhil değiliz kuşkusuz, Hristiyan demokrat bir kişi sonuçta. Buna rağmen, İslâm ve Müslüman düşmanı birisi de değil. Kendisinin gerçek bir Hristiyan olması bakımından, bu da çok ilginç doğrusu. Fanatik olmayan tüm hakiki inananlar, inanan diğer herkese de açık insanlardır gerçi. Dolayısıyla, Almanya’da çıkan problemleri, Almanya’nın tam bir “federasyon” olmasında, yâni mahallî yetkililerin sahib olduğu yetkilerde aramak da mümkündür. AK Parti’nin toplantılarına bir yerde izin verilirken, başka bir yerde izin verilmeyebilir. Bir deyişle, federal hükümetin hatası değil bu bence.

Kimin düşmanımız olduğu noktasında yanlış yapmamalıyız ezcümle. Meselâ, Müslümanlara karşı olan öyle insanlar vardır ki, ille de emperyalist veya ırkçı olmaları gerekmiyor bunların. Müslümanları kötü gösterip insan haklarından dem vuran ancak seyreltilmiş uranyumlu bombalarıyla son 25 yıldır milyonlarca insanın ölümünden sorumlu olan o ırkçı, emperyalist, sömürgeci, neo-kolonyalist, üstelik demokrasi ve insan haklarıyla kendilerinin hiç bir alâkası olmayan Batı ülkelerinin düşmanca medya propagandasından etkilendikleri için böyleler onlar. Bu bakımdan, herkesi aynı kefeye koymaya çalışmamalıyız bence. Bazı insanlar kötü değil, yanlış tesirler altında kalmışlardır sadece. Fark etmemiz gereken “gerçeklik” budur.
Bu vesileyle, Türk hükümeti de “gerçekliğe” kendisini adapte etmelidir yine. Boyun eğmek ve o ırkçı piçlere sessiz kalmak zorunda değiller elbette ama diplomatik, münasib ve çatışmasız bir yol bulmayı da bilmelidirler.

Erdoğan da bir aptal değil kuşkusuz. Tüm bu gürültüyü çıkarırken, AK Parti taraftarı olmayan fakat Batı ülkelerinin ırkçı ve Türk düşmanı tutumlarına öfkelenen gerçek kemalistleri bile kendisi için harekete geçirecektir. Belki demagojik bir yolla ama tüm bu yaşananlardan istifâde etmek isteyecektir.

Son olarak, daha önce de birçok defa belirttiğim bir şeyi tekrar edeceğim:
Türkiye, bağımsız kalmalı ve Avrupa Birliği’ne katılmamalı; Rusya’yla ve komşuları başta olmak üzere Arab rejimleriyle dost olarak, tarihî temeline dayanan bir bölge gücü olmalıdır. Türkiye’deki durumun daha da iyiye gitmesini diliyor, Kumandan Mirzabeyoğlu’na çok selâm söylüyorum.

İzzet İbrahim ed-Durî’nin de dünyanın o kısmında belli bir rol oynayabilmesini dileyelim yine hep birlikte. Mahkemem için Paris’e gelecek Av. Güven Yılmaz ve Av. Ahmed Arslan ile 27 Mart’ta buluşmak üzere…
Allahü Ekber.
 
11 Mart 2017

Baran Dergisi 531. Sayı