İktidar kavgaları, seçimler, erken seçimler; içeride Paralel Devlet, PKK ve sermayeden medyaya kadar hempası; dışarıda Suriye’den başlayarak yangın yerine dönmüş İslâm Âlemi ve ayrıca AB, ABD, İsrail, İran, Rusya; ve bilhassa dış ve globalizm dolayısıyla iç meselelerin de güya çözüm merci olarak görülen milletlerarası örgüt, zirve, komisyon ve işbirliği toplantıları; ve diğer taraftan şartların Türkiye’yi üstlenmeye zorladığı büyük misyon...
İçeride de, dışarıda da sürekli bir kriz hâli var. Anadolu’yu merkeze alacak olur ve bu merkezin çevresinde üç halka hâlinde; İslâm Âlemi, doğu ve geri kalan dünya diye bir sınıflandırma yapmaya çalışırsak, hepsinde hem tek tek, hem de toplu bir kriz söz konusu… Şartlar Türkiye’yi tarihî misyonu üstlenmeye zorlar ve hatta görünen aktörlerin şuur seviyesinin ötesinde, Türkiye, şartlar tarafından bu istikamete amiyane tabirle itiklenirken, artık tartışmaları sığ ve adi dedikodu seviyesinden çıkarıp, hakiki meseleler konuşmanın vakti gelmedi mi?
Devlet-i Aliyye’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan ruhî boşluğun, Doğu milletlerinin adeta içine zorla tıkıldığı parya devletlerin kukla yönetimleri tarafından modernlik adı altında Batıcılık ile doldurulmaya çalışıldığı ve maddedeki terakkinin ruhî olanın yerine sanki bir alternatifmiş gibi dayatıldığı bir asırlık zaman diliminin, İslâm âlemini getirdiği vaziyet bugün ayan beyan ortada değil mi?
Batı’nın Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından sonra maddeye hâkimiyetinden doğan sathî kudretle, süflî menfaati uğruna, kendisinin de içinde bulunduğu dünyayı cinnet sahrasına çevirmesi ve inşa ettiğini iddia ettiği “yeni dünya düzeni”nin mihrakı olmuş menfaatperestliğin, idamesi adına insan hevâsına yönelik pompalanan hazcı, hedonist anlayışın Batıyı ve dünyayı sürüklediği vaziyet ayan beyan ortada değil mi?
Anadolu’ya gelecek olursak... 90 yıllık parya devletin Batıcı ceberrut rejimi tarafından, kendi köklerinden kopartılmak maksadıyla yabancı ve yabancılaşmış toplum mühendislerinin deneme tahtası hâline getirilmiş Anadolu... Her başarısız denemede, Nazilerin toplama kamplarındaki Yahudilere reva görmediği zulmü, yine kendi içinden yetişmiş satılmış ruhlu yabancılaşmış adam eliyle gören Anadolu... Devlet-i Ebed Müddeti yangına benzetecek olursak; bugüne dek belki büyük bir kısmı söndürüldü; fakat Anadolu’nun bağrında yanan ateş, Batının akıl ve madde planına tahakkümünün de ötesinde mukaddes bir ateştir ki, bugüne dek bir türlü tam mânâsıyla söndürülemedi. Esasında işin özü malum, kader sırrı içinde… Meçhule hürmet tavrını muhafaza etmek kaydıyla şunu söyleyebiliriz ki, bu millet istese de, istemese de bu misyonu yerine getirecek! Anlaşılan bu. Şimdi gelelim aktüaliteye...
***
Dedik ya krizler; siyasî, askerî, ekonomik ve insanî krizler... Bugün dünya üzerinde insanî faaliyet şubelerinin hangisini etkileyen bir kriz geçiriliyorsa, bilinmelidir ki; bunun ardında mutlaka ama mutlaka doğrudan yahut dolaylı yollar ile Batı ve temsil ettiği zihniyet bulunmaktadır. Ferd ile cemiyet arasındaki muvazeneyi yıkan, daha fazla kârlılık adına kendi menfaatine hizmet eden popüler kültürden başka kültüre hayat hakkı tanımayan, kendi koyduğu kuralları yine kendi çiğneyen, kendisinden geri kalan dünyayı da taşeron veya müşteri olarak gören Batı...
Global ekonomik kriz nedir? Batılı para baronlarının şişirdiği sunî ekonomilerin kontrollü bir şekilde gazının alınması ve doğan boşluğun dünyanın geri kalanında yaşayan insanların ceplerinden çalınanlarla doldurulması. Dünya global, bunlar da hükümdar ya, zarara ortağız...
Siyasî kriz nedir? Batılı devletlerin kendi aralarındaki çıkar çatışmasından doğan ve parya devletlerin de sanki şahsiyetlermiş gibi taraf olmalarıyla genişleyen anlaşmazlıklar…
Askerî kriz nedir? Yine aynı devletlerin, İkinci Dünya Savaşı’nın hatıralarından çekinerek, kendi aralarındaki siyasî krizlerde, birbirlerine karşı doğrudan güç kullanmak yerine kendilerinden taraf olan şahsiyetsizleri birbirlerine toslaştırmak suretiyle gerçekleştirdikleri güç gösterileri…
Ya insanî kriz? Bu toslaşmanın neticesinde can, mal, ırz, namus ve hürriyeti kalmayan insanların göç etmeleri neticesinde meydana gelen kriz.
Bu kadar basit değil elbet, lâkin neticesi üç aşağı beş yukarı bu şekilde. Bundan sonra da, yine Batılı efendilerimizin(!), bilhassa biz paryaları içinde bulunduğumuz kriz(!)lerden kurtarmak, hayatlarımıza nizam vermek için uzattıkları şefkat eli olarak düzenledikleri ve bir de söz hakkı lütfettikleri zirveler, komisyonlar ve toplantılar...
***
İşte bu toplantılardan biri olan G-20 zirvesi, 14-15 Kasım tarihinde, Türkiye’nin dönem başkanlığı dolayısıyla Antalya Belek’te toplanıyor.
***
Bunun yanı sıra 11 Kasım tarihinde, AB üyesi ülkelerin başbakanları ile Afrikalı ülkelerin başbakanları, Malta’nın ev sahibliğinde, “Mülteci Krizi” için toplanacaklar. Geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye de teklif edilen ekonomik yardım ve vize kolaylığı karşılığında, Afrika ülkelerinden, Avrupa’ya mülteci akınını durdurması istenecek. Yani bir nevi rüşvet vermek suretiyle senelerdir açlığa, yoksulluğa, çaresizliğe ve katliamın envai çeşidine maruz bıraktıkları insanların, Avrupa’ya gelip de hayat tarzlarını etkilememesi için zirve düzenleyecekler. Afrikalı parya devletlerin liderleri de servetlerine üç beş bir şeyler eklemek için “ne koparsak kârdır” hesabı, senelerdir kendi milletlerini bu vaziyete mahkûm edenlerin önünde el açacak ve paylarına ne düşerse sevinçle kabul edip, kendi memleketlerindeki insanların yüzüne utanmadan bakmaya devam edecekler.
***
G-20 demiştik... Türkiye’nin dönem başkanı olması dolayısıyla her ne kadar “dünyanın gözü G-20’ye çevrildi” gibi açıklamalar yapılıyorsa da, esasında herkes biliyor ki; Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olan beş devlet, dünyanın geri kalan tüm milletlerinin kaderini tayin etme hakkına sahibtir. Yine ne yazık ki diğer devletlerin hiç biri de “bu nasıl tezgâh, birlikten çıktığımız ândan itibaren o beş devlet kendi kaderlerini ne yapıyorlarsa yapsınlar, bizler kendi kaderimizi kendimiz tayin ederiz” diyemezler. Hâsılı kelâm belki G-7 (Rusya’nın üyeliği askıda olduğu için yedi) toplantısı dünya için önemli olabilir; fakat G-20 Türkiye kamuoyuna anlatıldığı gibi -magazin boyutu dışında- sonuçları bakımından dünyanın gözünü çevirdiği bir toplantı değildir. Olsa olsa, sanki beş daimi üye dışındaki ülkelerin de söz hakkı varmış gibi yapıldığı bir toplantı diyebiliriz.
Toplantının muhtevasından bahsedecek olursak, iklim değişikliği sorununun global bazda ele alınmasının öncelikli(!) başlık olduğu organizasyonda, bunun yanı sıra mülteci krizi ve global terör(!) de ele alınacak meselelerden.
Yukarıdaki gibi bir değerlendirme yapacak olursak; yine Batılıların kirlettiği tabiat dolayısıyla meydana geldiği iddia edilen “global iklim değişikliği krizi”, Batılıların kendi canları tatlı olduğu için aralarındaki çatışmaları üzerinde sürdürdükleri topraklarda yaşayan insanların mülteci durumuna düşmesinden kaynaklanan “mülteci krizi” ve yine aynı topraklarda yaşanan çatışmalara alet olmamak adına bir araya gelerek işgalci Batılılara karşı savaşan millî unsurlar ve bu unsurlar içinden Batılı istihbarat servisleri tarafından kontrol altına alıp karşı tarafa yöneltmesinden doğan “terör krizi”...
***
İşin köklerine dönecek olursak; Batının şuur altında bir tehdit imajı var ve bunun adı da İslâm... Müslümanların kendi yanlışları dolayısıyla kaybettikleri Birinci Dünya Savaşı, Batılı devletler tarafından çok yanlış bir şekilde okunuyor. Muhtelif açık gizli operasyonlarla alaşağı ettikleri Müslümanların bir daha bellerini doğrultamayacakları zehabına kapılıyorlar. Kendilerinin her badireyi şu veya bu şekilde ama mutlaka atlatacaklarına güvenleri tam… Görüntü, en azından ciddi bir kesiminde, bu olsa da şuur altlarına hâkim tehdit imajı dolayısıyla bir türlü buralardan gidip kendi işlerine de bakamıyorlar. Kapıldıkları kontrol manyaklığı dolayısıyla üst üste geliştirdikleri operasyonlar, bir süre sonra kendi içinde çelişmeye ve niyetlerinin aksine karşı tarafı, yani bizi öldürmek yerine daha da güçlendirmeye yarıyor. Belki farkında değiller ancak bugün dünya gündeminin birinci maddesi her ama her gün İslâm! Düzünden yahut tersinden, İslâm bütün dünyanın bir numaralı gündem maddesi olmuş vaziyette. Rusya’nın can havliyle Kırım ve Suriye’ye yönelik girişimleri her ne kadar 1990 öncesi Soğuk Savaş yıllarındaki kutuplaşmayı anımsatıyorsa da, basiret sahibi herkesin göreceği üzere asıl kutuplaşma hak ile bâtıl arasında gerçekleşiyor. Kontrol manyağı Batı’nın, böylesi bir ihtimale binaen almış olduğu tedbirler de (Ilımlı İslâm gibi) bir bir iflâs ediyor. Ayrıca kutuplaşmanın şekillenmesinde belirleyici unsur olabilecek çeşitli dünya görüşleri de, varlıklarını “anti”liğinde buldukları fikir hamulesi karşısında haddi aşarak çoktan zıtlarına inkılâb ettiler. Tüm bu manzaraya baktığımızda, ister istemez geriye hak ile bâtıl kalıyor.
***
Mevzumuzda da değindiğimiz üzere; “şartlar Türkiye’yi tarihî misyonunu üstlenmeye zorluyor.” Peki, Türkiye, zorlandığı şartları üstlenmek için neler yapmalı?
Türkiye’nin artık iç ihanet şebekelerinin kurduğu tezgâhlarla kaybedecek ne vakti vardır, ne enerjisi, ne de sabrı... Bu mesele bir ân evvel halledilmeli ve kutuplaşmanın sonrasındaki hesablaşma için “iç birlik” hızlı bir şekilde tesis edilmeli. Kim ne derse desin ve kim ne ile tehdit ederse etsin... Mademki bu dava hak, öyleyse sen gereğini yap ve tevfiki hak olan davanın sahibine bırak.
Birleşme sözcüğü her ne kadar kulağa hoş geliyorsa da, asıl mesele neyin etrafında birlik olunacağı meselesidir. Hem Anadolu’ya, hem ilk dış daire olan İslâm Âlemine ve hemen akabinde dünyanın bütün mazlum halklarına topyekûn hitab edecek, doğunun aksiyoncu ruhunu yeniden uyandırıp Batı’nın madde üzerindeki hâkimiyetinin çok ötesine geçen ruhçu bir yaklaşımla madde üzerinde yeniden hâkimiyet tesis edecek ve topyekûn Doğu’nun Batı karşısında dikilmesinin önünü açacak sistemli ve tezatsız dünya görüşü, merkez fikir nerede? Artık hepimiz bu cevherin nerede olduğunu biliyoruz değil mi?
Bu iki temel mesele hâl ve fasl edildikten sonra kültürden adalete, rejimden ekonomiye, siyasetten eğitime ve sağlıktan orduya kadar ferd ile cemiyet arasında muvazene kuracak yeni devlet modelinin en baştan inşa edilmesi gerekiyor ki, görüldüğü üzere gerçekten de kaybedecek zaman yok...
***
Gelinen şartlar içinde Türkiye’nin, Anadolu’dan başlayarak İslâm âlemi ve mazlum halkları bir araya getirebilecek birlik şartlarını ortaya koyup, bu birliği tesis etmediği sürece, doksan küsur senelik parya statüsünden çıkabilmesi mümkün değildir.
Bu birliğin etrafında temerküz edeceği fikir ve ideal hazır olduğundan, başlatılacak rönesans hamlesi, zamanımızın imkânları vasıtasıyla kıtalar çapında bir kırılmanın vesilesi olacaktır ki; bu toprak seviyeli Fransız İnkılabı’ndan sonra meydana gelen en büyük değişim olarak, İstanbul’un fethine eş mânâsıyla tarihe geçecektir.
Bütün mesele, gereğini yapıp gerisini topyekûn zamanın, mekânın ve insanlığın sahibine ısmarlamakta, bu samimiyetin hususî şartlarına vakıf olmakta...