Mübarek Ramazan’dayız; sahura kalkıyor, gün boyu oruç tutuyor ve vakti gelince iftarda orucumuzu açıyoruz. İbadetimizi yerine getirmiş olmanın mutluluğunu tarif edebilir miyiz hiç? Hissettiklerimizin birçoğundan farklıdır bir ibadeti yerine getirmenin verdiği huzur; güzel, çok güzel; fakat bu tabloda, Türkiye’de yaşayan birçok Müslüman’ın aşağı-yukarı Ramazan Ayı ile birlikte daha yoğun hissettiği bu güzel tabloda eksik bir yan var.

İslam Coğrafyasındaki Müslümanlar ile kıyasladığımızda “tamam” mış gibi gözüken bu tablo, aslında baştanbaşa eksik bir hâlin yansıması; en olması gerekenler, evvela yapmamız gerekenlerin hepsi üzerimizde bir yük ve emanet ve sorumluluk hâlinde duruyor; devreler hâlinde 20, 60 ve ondan önceki 100 yıldır hep aynı “tamam” zannedilen, fakat tamamlıktan tamamen uzak bir haldeyiz?

Ne oldu bize? Ne oluyor? İslam devleti kuruldu ve şeriat ilan edildi de bizim mi haberimiz yok? Müslümanlar, kendi aralarındaki muameleleri, işlerini İslam fıkhı üzerine mi görüyorlar? Mahkemeler şer’i nizamın, şeriat’ın kararlarını uygulamaya mı başladı? Ekonomik açıdan her işimiz Allah’ın emirleri üzerine mi işliyor; devlet eli ile zekât toplanıyor ve sokaklarımızda bir tek dilenci kalmadı mı? Hadler mi uygulanmaya başladı? Amerikan üsleri topyekûn kapatıldı mı? İncirlik başta olmak üzere neredeyse her ilimize konuşlanmış gâvurlar def mi edildi? Devlet daireleri başta olmak üzere, askeriye’de, okulda ve evde, tüm memleket çapında namaz saatlerinde hayat mı duruyor? Batı’lıların memleketimizde uygulanan tatil günleri değişti de, darul harp hükmü kalktı da her yer ve her şey güllük gülistanlık mı oldu? İkinci bir “lale devri” ne mi girdik?

 “Durun Kalabalıklar Bu Cadde Çıkmaz Sokak” …
Üstad’ın bu mısraları hâlâ taze; bir şey değişmedi; ama biz git gide değişiyor ve halimizi kanıksamanın da ötesinde bu yaşantımızı “hayat biçimi” hâline getirdik; öyle ki, dönüp arkamıza bakacak mecalimiz kalmadı! Ramazan, bütün Müslümanların, yeryüzünde acı çeken ve gavurların kölesi bir Müslüman bulundukça buruk geçireceği, divane gibi çırpınacağı bir aydır; pide kuyruklarında nostalji, mahyalar altında güzellemeler, Hacivat-Karagöz önünde tebessümün de yeri var; ama bunları sonraya saklayalım; hâlimizden bîhaber bir koşuşturma içerisinde, kardeşlerimizin, Filistinli, Arakan’lı, Somali’li, Ürdün’lü, Kırgızistan’lı ve Çeçenya’lı, Doğu Türkistan’lı kardeşlerimizin kurtuluşunun bizim ellerimizde olduğunu unutmayalım. 

Bayrak burada düştü ve burada kalkmaz ise hiçbir yerde işlerin düzelemeyeceğini anlamamız, buna göre davranmamız gerekiyor; en başta; herkesin birbirine kuru kuru nasihat verdiği bir ortam sığlığından, herkesin, gerçek bir Müslüman gibi risk alarak, canını, malını ortaya koyarak savaştığı bir kültür ortamına geçmemiz gerekiyor! Şimdilerde kuru kuru okuduğumuz ve içindeki emirlerini tutamadığımız Kur’an’ın, bugünlere kadar kaç şehit feda edilerek geldiğini bir düşünelim; bizden öncekiler “feda” kültüründen geldikleri için, bu uğurda ölmeyi “şeref” bilirlerdi; ya biz? Bizim şerefimiz “develerimizin mi sırtında?”

Anadolu kurtulmadıkça akan kanlar, Arakanlar, Filistin mes’elemiz ve ne Somali, ne de başka bir yer; hiçbir yer düzelmeyecek; ilk yapmamız gereken şey, bunun böyle olduğunun farkına varmak; İslâm, teslim değil midir? Kumandan Salih Mirzabeyoğlu “Anadolu başta olmak üzere” diyerek cepheyi, cepheleri işaretlemiş, “Başyücelik Devleti”ni ortaya koyarak hareket sahalarımızı genişletmiş olduğu hâlde buna kulak tıkamak, bunu anlamamak Müslümanlığın dışındakilerin işi;  burada, evimiz cayır cayır yanarken kuru kuru İslam Coğrafyası’ndaki hareketler üzerine “siyasi analiz”, “yorum” yaparak günlerini geçirmek, bütün cehdini hiç olmayacak ve hiçbir zaman değiştiremeyeceği işler üzerine vermek cahilliktir. Carrefeour’un bahçesine kurulan Kızılay Çadırı’nda başörtülü’yü gören züppe gâvur başörtüsüne dil uzatacak, artislik yapacak ve biz bunu duyduktan sonra pide sırasında huzur mu arayacağız; bu duyduğumuz huzur değildir; hissettiğimiz, hiç bir şey hissedemez hale geldiğimizin şeytanî tesellisidir! Elbette namazımızı kılacak, orucumuzu tutacağız; ibadetlerimizden elimizden geldiği kadar geri durmamaya çalışacağız. Ama bunları yaparken İslâmî bakış açısına sahip olarak yapalım ve bunun şuurunda olalım. Aynı şekilde bütün dünyadaki Müslümanlar için, Filistin için, Arakan için, ismini duymadığımız her Müslüman ve onların toprağı için elimizden ne geliyorsa, gerek sivil toplum örgütleri olarak, gerekse ferdî çabalarımızla gücümüz yettiği kadar tabiî ki çalışacağız. Fakat şunu unutmayalım ki bunları yaparken öncelikli meselemiz olan İslâm Devleti kuruluş sürecinin şuurunu daima diri tutmamız gerekiyor. Bu çok önemli…

Kendi evimizdeki yangın sönmeden başka evlerdeki yangınlara ümit olabileceğini zannetmek, bulunduğu hâlin izahını yapamamaktır;
Şu sözlere kulak verelim:
"Allah yolunda can vermekten ziyade dünyada yaşamayı sevmek Batı kültürünün bize armağan ettiği bir pisliktir..."
Arakan’ın, Doğu Türkistan’ın, Moro’nun; Filistin’den Tacikistan’a, Kırgızistan’dan Somali’ye bütün kardeşlerimiziçin eğer gerçekten üzülüyorsak, burada, bu topraklarda İslam devleti’mizi, “BAŞYÜCELİK DEVLET’ini kurmak zorundayız; yoksa “Batı Kültürü’nün armağan ettiği” bu “pislik” ile yaşar da yaşarız! Eğer buna “yaşamak” deniyorsa!
Baran Dergisi 289. Sayı