Eğitim ve öğretim sık sık karıştırılan iki kavram. Siz bunları nasıl tanımlıyorsunuz?

Öğretim teknik bir sürece karşılık geliyor; yani belirli bir zaman, mekân ve süreçle sınırlı, belirli bir amaca yönelik bilgi aktarımını ifade ediyor. Eğitim ise daha kapsayıcıdır. Hatta öğretimin tanımını da kendi içinde barındıran, anne karnından itibaren başlayan bir süreç, hani derler ya “beşikten mezara kadar eğitim” diye; bu tanım çok doğru… Anne karnından mezara kadar bir kültürlenme ve davranış kazanma sürecini anlatıyor eğitim.

Yaklaşık 200 senedir “bilim” kavramı sıkça kullanılıyor, bir şeyin değer ölçümü bilimsel veriler üzerinden açıklanmaya çalışılıyor. Buna mukabil ortaya orijinal bir şey konulduğunu göremiyoruz. Mesela Batı’da yaklaşık bir asırdır yetişen önemli bir düşünür göze çarpmıyor açıkçası. Bu manzaranın ortaya çıkmasındaki temel saikler nelerdir?

İçinde bulunduğumuz zaman diliminde Batı’nın hikâyesi diğer ulusların hikâyesine döndü. Bildiğiniz gibi modernleşme süreci Batı Avrupa merkezli olarak ortaya çıkmış olsa da şuan itibariyle küreselleşmiş vaziyette. Dolaysıyla, sormuş olduğunuz sorunun cevabını da Batı’nın tarihi içerisinde arayıp bulmak icap ediyor. Bilim, ilerleme vesaire bunlar “Aydınlanma Süreci”yle birer mit haline gelen ve modernliğin dokunulmaz kavramları olarak bildiğimiz kavramlar. Özellikle 19 ve 20. yy’da bu anlayışın pratik sonuçlarıyla da bütün dünya karşı karşıya kaldı. Neticede Batı Avrupa’da kilisenin tasfiyesinden sonra modernliğin hem ulus devletler üzerinden, hem de bilim ve kültür hayatı üzerinden kendisini yerleşik hale getirmesinden sonra bir nevi “amentü”sünün içerisinde yer alan kavramlar olarak, herkesin aşina olduğu dokunulmaz kavramlardır bunlar. Bunun bir de sonuçları görüldü ki, bu soruyu meşru kılıyor. Varsayım şuydu; insanlar geri ve cahil bir konumdaydılar, hurafelere inanıyorlardı, din de bu hurafelerin başında geliyordu, akıl her şeyin cevabını bize verecekti ve adeta hurafe olarak görülen Cennet dünya üzerinde kurulacak bir şeydi. Akılla beraber bir “yeryüzü Cenneti” vaat edildi ve bilim bu vaadin lokomotifi olacaktı, yeryüzü imar edilecekti, rasyonel insan ilişkileri insanlara mutluluk ve huzur getirecekti. Oysaki hiç de öyle olmadı, tarih öyle seyretmedi. I. Dünya Savaşı, II. Dünya Savaşı, özellikle II. Dünya Savaşı esnasında yaşanan soykırım hadiseleri öte yandan dünyanın “demir perde”yle ortadan ikiye ayrılması, çeşitli totaliter rejimlerin ortaya çıkması ki bunlar Sovyet bloğunda yer alan sosyalist devletler, Batı paktında yer alan liberal demokrasiler… Fakat bunların ortaya koymuş oldukları sonuçlar, ürünler vaat edilen “yeryüzü Cenneti”yle uyumluk arz etmiyordu. Bunun üzerine Batı’da çoğu tanrıtanımaz düşünür-filozof bile “Tanrı’nın varlığının gerekliliği üzerine” bir şeyler yazmaya ve konuşmaya başladılar. Özellikle bilim açısından şu söyleyeceğim bilimin içinde bulunduğu durumu daha iyi açıklar: Tanrıtanımaz bilim, Hitler ve Mussolini’ye tazimlerini sunar ancak. Dolaysıyla Batılı bilim tarihi içerisinde çok acı tecrübeler vardır, bu varılan bir yargıdır.

Batı kendisini tenkide başlarken, bizde Batı’ya pervane olmak neyin neticesidir?

Biz kaybettiğimiz şeyin ne olduğunu bilmiyoruz. Oysaki kaybettiğimiz şey çok hikmetli ve önemli. Bizim açımızdan hayatiyeti sağlayacak bir şey. Batı özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra bir doku sürecine girdi, farklı politikalar seyretti. Ekonomik ve siyasî manada birtakım değişiklikler meydana geldi. Endüstriyel post-endüstriyel ayrımı, modern ve post-modern ayrımı… Batı da yeni bir telaş ortaya çıktı, vaziyete göre bir cevap üretmeye çalıştı. Sonra kümeler karşımıza çıktı. 1950’den sonra özellikle Batı’daki tartışmalar bunu gösteriyor. Biz hala kaçırdığımız bir trenin peşinden koşuyoruz. Batı ile en büyük aramızdaki fark şudur; Batı trenin ne zaman raydan çıktığını gördü. Bu bizim tarafımızdan idrak edilemedi.

Biz kaybettiğimiz şeyin ne olduğunu bilmiyorsak, Batı’da aradığımız şeyin ne olduğunu da bilmiyoruz. Bulduğumuzu idrak edemeyeceğiz öyleyse.

Öyle de bir açmaz var. Modernleşme dediğimiz şey, sonradan peşinden koşup yakalanacak bir şey değil. Velev ki, yakalandı. Belki de hiçbir arzu etmediğiniz konumda bulabilirsiniz kendinizi… Asya ülkelerindeki modernleşmeden bahsediliyor. Peki Asya’nın otantik kültürleriyle olan münasebetleri ne durumda? Bununla ilgili tartışmalar var mı? Bizim Tanzimat döneminde bir tartışmamız vardı, “Batı’nın tekniğini alalım kültürünü almayalım” diye. Oysa teknik denilen şey kendi kültürüyle gelen bir şey. Lokantaya gidip bir menüden istediklerinizi alıkoyup, diğer parçalarını da menü dışında bırakabileceğinizi düşünüyorsanız yanılırsınız. Tabiî bu mesele bizim elimizin kolumuzun bağlı olduğu manasına gelmez. Buradaki eksiklikler, sorgulamaların olmayışı, hikâyenin bütününün okunmayışı, cevabın bundan sonra aranmaması. Türkiye şartlarında şu anda birtakım şeyler aşılmış gelişiyor. Siyasetin çevresinde tutulan kesim, bugün merkezine doğru yürümüş gözüküyor. Fakat eğitim-kültür bahsindeki tartışmalarda bizzat cumhurbaşkanı bile “eksik kalındığını” ifade ediyor. Bütün bunlar, cevaplarımızın olduğunu, sorunlarımızın unutulduğunu gösteriyor. Eğer sorunun ne olduğunu bilirsek, cevapların doğru-yanlış olduğunu da bileceğiz. Bunun için soruyu sormak gerekiyor. Bunun için de tefekkür gerekiyor. Bunu yapan var mı? Ciddi manada entelektüellik gerektiriyor, bir kıpırtı gerekiyor. Bizde eksik olan taraf bu. Ayrıca, bunlar sadece bizim Batıcı kesimin problemi de değil. İslâmî kesim de aynı durumda, maruz kaldığı şeyi tam olarak tesbit edemediği için, şu anda elinde bulunan araçlarla kendi farkını ortaya koyabileceğini zannediyor. Maruz kalınan şeyin ne olduğunu bir idrak etse, elindeki araçların da kendisine ait olmadığını görecek; bu sefer bambaşka bir şeye evrilecek tartışma. Eliot’un bununla alakalı bir ifadesi vardır; “bu çorak ülke görüntüsünün arkasındaki manzara bunlarla ilintili.”

Yani inkişafımızı belli bir kültür zemini üzerine oturtmadığımız için kaypaklık oluşuyor. Batıcı kavramlar ve teoriler milli eğitim müfredatından çıkarılıyor, birtakım müspet değişiklikler yapılıyor; ama bu kavramların yerine ne getirileceği hususunda eksiklik yaşanıyor öyle mi?

Evet. İnşa süresi dediğimiz bir süreç var. Bu inşayı mümkün kılabilecek bir birikimin olması gerekiyor. Biz o kısımda bir kuraklık gözlemliyoruz. İnşa sürecinin devam edemeyeceğine dair kaygılar derinleşiyor. Batıcı kavramlar zaten bizim yüz yüze kaldığımız kavramlar değil. Mesela bizim çalışma hayatımızda ne tür kavramlarla karşı karşıya kalabiliyoruz, aile ilişkilerimizde ne tür yaklaşımlarla karşı karşıyayız, bir mahalleyi inşa ederken ne tür kavramlar ve anlayışlarla kalıyoruz? Darwinizm ille müfredatta verilmek zorunda değil. Herhangi bir belgesel kanalını açtığınız zaman bile, o belgeselin dilinde Darwinizm’i görürsünüz… Demek ki, başka bir şeyle karşılaşabiliyoruz. Sadece eğitim ekseni üzerinden cevap üretemeyeceğimiz sorunlarımız var. Eğitimi sihirli bir değnek olarak algılamak başlı başına hatadır. Eskiden simyacıların şöyle bir şeyi vardı; daha sonra adamlar modern dönemde okulun kurucusu haline geldi. Comenius diye bir adam var, şu anda Avrupa Birliği’nde burslara ismi verilen bir adam. Bu adamın simya bilimiyle ilgisi çok açıktı. Simyacıları bilirsiniz, değersiz madenleri bir araya getiriyor, belirli bir süreçten geçiriyor ve altın haline geliyor. Modern okulun amentüsünde bu vardır, değişim-dönüşüm olacağı düşünülür, altın gibi vatandaşlar, altın gibi nesiller vesaire. Oysa ki, bunlar hayatın gerçeğiyle çatışan anlayışlar. İnsanlar, toplumlar bu şekilde dönüştürülemezler. Bunun altında gayriinsani bir şey, hatta gayriislâmî bir şey yatar. Toplum yaşayan bir organizmadır, içerisinde farklılıklar da vardır. Ama o topluma rengini veren bir hissiyat tabiî ki vardır. Mesela bizim coğrafyamızda İslâm kültürü vardır, çok açık bir şeydir. Ekstradan söylenmiş bir şey değildir, bu durumlar her yerde gözlemleyebileceğiniz misalleri sunar. Sentetik bir ortam, okul ortamıdır. Eğitim dediğimiz bir kavram bile, sonradan kullandığımız bir kelime. Evveliyatında biz maarif diyorduk, “education”un karşısına maarif diyorduk. Ancak eğitim, birebir educationu tercüme eden bir kelime. Mesela II. Abdülhamid Han modern okulu da aynı zamanda inşa etmiştir. O dönemde eğitime çok büyük anlamlar yüklenmiştir. Daha sonra cumhuriyetin de bir eğitim ve öğretmen tanımlaması vardır. Hep bunlara baktığınız zaman, okul üzerinden bir medeniyet kurma saiki var. Bu geçmişte iş görmedi, şimdi de göremez, bundan sonra da göremez. Bizim farklı bir yönden meseleyi ele almamız lazım.

O zaman şöyle diyebilir miyiz; kavramlar insanlar zihnî ve fikrî dünyasını şekillendiren anahtarlardır. Dolayısıyla bizim kendi kavramlarımızı yeniden ibda ve ihya etmemiz gerekiyor?

Kesinlikle. Ama bu ihya etme sürecini birtakım sentetik kurumlara havale edip yapamayız. Burada bütüncül bir okuma içerisinde eğitimi bunun bir parçası kılarak yapabiliriz. STK’lar, dernekler, vakıflar, aileler, mahalleler, şehir nerede? Bütün bunları bir arada düşündüğünüz zaman anlamı var. Böyle bir algı belirlendi. Erken cumhuriyet döneminde resmî ideolojinin takipçileri tarafından, okula giydirilen gömlek sanki işe yaramış da, bugün de bu amaçla işimiz görülsün hevesi var. Okul, eğitim ve kültüre sığ bir bakış var. O yüzden bunun üzerinde duruyorum.

Bizim sistem çapında bir değişime ihtiyacımız var, buna muhtacız. Kültür, gençlik ve aile politikalarını oluşturmadan önce bu politikayı neye nispetle belirleyeceğiz, önce bunu düşünmek lazım. Bu çerçevede Türkiye’nin politikaları hangi fikre nisbetle tesis ediliyor yahut böyle bir fikir nisbeti var mı?

Eğitim ile ilgili bir tesbitim vardı. Şöyle ki, Türkiye’de eğitimin amacı olarak gençlere iyi iş imkanları sunmak ve uluslararası ekonomiler ile Türkiye ekonomisinin rekabet edebilmesini sağlamak üzerinden gençlere bir eğitim sistemi kurgulamayı düşünüyorsak, Türkiye’nin kültür varlığını inkar ediyoruz demektir. Bunu ancak kültürel olarak iflas etmiş bir ülke böyle kültür politikası güdebilir. Yani bir eğitim sistemi “benim tek bir amacım var, o da uluslararası alanda Türkiye’nin rekabet edebilmesini sağlamak. Bunun için de gençlerin iş olanaklarını artırmak, hedefim bu” diyorsa bu ülke kültürel olarak iflas ettiğini, eğitime bir kültür olarak yaklaşmadığını söylüyor demektir. Dolayısıyla bizi bir kılan ne ise, var oluşumuzu ne oluşturuyorsa, onun üzerinden tanımlamaların, politikaların yapılması gerekiyor. Bu çok açık, lakin bunun için de o algının canlı kalması gerekiyor. Eğitim politikaları üzerinden medeniyetimizi kuramayız. Çünkü hiçbir medeniyet mektepte kurulmamıştır. Ama o hissiyat bir durulaşırsa, kendi kendine medeniyeti de kurar, okulu da. Eğitim sisteminin iflasıyla ilgili tespitler yapılıyor, ki bunlar sonuna kadar doğrudur. Ben de, bazı arkadaşlarımla bu meseleyi tartışıyoruz. Okulları, medeniyet kurmada aracılıkla tarif ediyoruz, bu yanlış bir şey. Hiçbir medeniyet mektebten çıkmamıştır, İslâm medeniyeti bile. Ama İslâm medeniyeti kendi mektebini kurmuştur. Mesele oraya can veren pınarların açık olmasıdır. O manevî mekteb, medeniyet de kurar devlet de kurar. Kurumlar üzerinden medeniyet kurulamaz!

Yani kendine ait kültürü olmayanın, kendine ait hiçbir şeyi olmayacağı gibi, bir eğitim sistemi de olmaz.

Olursa da, bizimki gibi olur. Şu anki eğitim sistemimiz, kendi kültürümüz ile yan yana gelebiliyor mu? Sizin konuşmanızın başında söylediğiniz gibi, bir adaptasyon sürecinden geçtik ve hala o adaptasyon içerisindeyiz. Çok acıklı bir durum. Sanayi toplumu olmadığımız dönemde, sanayi toplumu olma seferberliği içerisindeydik. Bunun için Batı’nın gelişmiş kurumları vardı, bizim acil onları tedarik etmemiz lazımdı. Oraya göre kendimizi uyarlamamız lazımdı. Sonra 1950’lerden sonra Batı Avrupa’sı sanayi sonrası döneme girdi. Bu sefer “Endüstri 4.0” falan bilişimle alakalı kavramlar bizim eğitim sistemimizin bir amacı haline geldi. Oysa ki, yeni bir şey yok. Yüz yıl önce kendimizi başka kavramlarla ifade etmeye çalışıyorduk, şimdi de robotik, bilgisayar, uygulamalar üzerinden eğitim tekrar içeriklerle dolduruluyor. Bir şeyler yapıyormuş gibi görünüyoruz, dediğiniz gibi bunlar belirli bir kültürel gerçeklik üzerine inşa edilmeyen, adaptasyondan öte bir karşılığı olmayan çaresiz çırpınmalar. Böyle eğitim sistemleri toplumlara ağır bedeller ödetir. Eğitim sistemi kendi kendini sömürgeleştirme pratiğinin aparatı kılınmıştır. İşin bu kısmını sorgulayıp, kendi kaynaklarımızı, kendi fikriyatımızı ön plana geçirmemiz gerekirken, tembelliğimiz sürüyor. Beni hayal kırıklığına uğratan şey Türkiye’deki İslâmî kesimin, Batıcı kesimle aynı yönde hareket etmesi. Sadece ambalaj değişiyor, iskelet muhafaza ediliyor. Bu kararlı görüntü, üzüntü vericidir.

Muhafazakâr kesim neden bu durumda? Müslümanların derinlemesine bir anlayış eksikliği var öyleyse…

Maalesef ki doğru… Aslında bu eğitim sistemi kendi dokunuza uygun olmasa bile şöyle bir şey olabilir; bir şeyi başaramayabilir eğitim sistemi, ama iyi bir şeyi başarmada imkân sunabilir. Ama bizdeki eğitim sistemi, toplumu kısırlaştırıyor. Türkiye’nin yaptığı budur. Ortada bir şey yok yapılmış, ama bir şeyi yaptıracak canlı hücrelerimizi de öldürüyor. Müslümanlar bir potansiyel taşıyor, ama onlar da bu faciadan kendilerini kurtaramadılar. Eğitim mevzuundaki tartışmalar da çok yetersiz, zihniyet yok. Okul dediğimiz düzenek; yapısıyla, kurgusuyla, zaman ve mekân düzenlemesiyle bir bütün. Bu bütün içerisinde ortaya çıkan görüntü hiçbir şekilde sorgulanmıyor. Şunun yerine bunu koyalım, bunun yerine şunu koyalım düşüncesi basit bir şey. Konforunuzu bozmuyorsunuz, sadece hat değişikliği ile sorunu çözeceğinizi düşünüyorsunuz. Müslümanlar olarak şunu da sormalıyız, bu eğitim serencamının hikâyesinin özellikle modern dönemde kazandığı karakter nedir, bunun İslâm toplumunda ne denli etkileri oldu, bu etkilerden yola çıkarak Müslümanların kendi kültürü ve varoluşuyla mütenasip iddiaları neler olabilir? Geçenlerde Aliya İzzetbegoviç’in bir makalesini okudum ve gerçekten de bilge bir insan olduğunu görüyorsunuz, bir şeyler söylüyor. Bakıyorsunuz bizde en muteber isimler bile eğitimin çok önemli olduğunu söyleyip duruyorlar. Eğitim tabii ki önemli, “güneşe kaside sunmak” gibi bir şeydir bu Namık Kemal’in ifadesiyle… Bizim bu tartışmaları yapmadığımızı söylemek kendimize haksızlık olur, Tanzimat döneminde modern eğitim kurumları kurumsallaşmaya başladıkları zamandan itibaren tartışılmaya başlanmış bu konu. Namık Kemal konuştu, Ziya Gökalp konuştu, devrin diğer aydınları konuştu… Ziya Gökalp şöyle bir tesbitte bulunuyordu okulla ilgili: Bizde mekteb toplum ahlâkını bozuyor. Bugün bu sözü birisi söylese diğerleri herhalde garip garip bakacak “acaba ne dedi bu adam” diye düşünecekler. Oysa biz, Ziya Gökalp’in ne demek istediğini anlamış olmalıydık. Batı’da “Okulların artışı, silahların artışı nisbetinde yıkıcıdır” dediler. Ne demek istedi bu adamlar? Bu hususlar üzerinde tefekkür edecek kişiler bizden çıkmalıydı, bizim içimizden çıkmalıydı, ama maalesef çıkmadı, bu sürdürülmedi daha doğrusu. Ancak cılız da olsa, bizim gibi insanlar bunun mücadelesini veriyorlar, ben her hafta gazetede bu konuyu yazıyorum, sırf eğitim ve kültür meseleleri üzerine eğildiğim için başka konular hakkında da yazmayı bıraktım artık.

Toplumumuzda eğitim seviyesi arttıkça cehaletin artmasının sebebi de bu mu acaba?

Doğrudur, eğitim seviyesi arttıkça cehalet de artmaktadır. Bu belki modern insan karakteriyle de ilgilidir; artık karşımızda her şeyi bilen bir insan modeli var. “Bilmiyorum” kelimesini duyamıyoruz insanlardan, çok basit olmasına rağmen bilmediği konularda “bilmiyorum” diyemiyor… Dolaysıyla ben de şunu söylüyorum; her şeyi bildiğini iddia eden bir insan artık neyi öğrenebilir? Onda eksik olan ne kalmıştır? Mesela bugün bir “diploma fetişizmi”, “sertifika ve kurs fetişizmi” içerisindeyiz. Bir sertifika alan, başka alanlarda da sertifika almak, hatta onlardan koleksiyon yapmak derdinde… İnsanların bir sürü sertifikası var, bir sürü seminere de katılıyorlar; ama bu çok körletici bir durum meydana getiriyor. Halkımızın günlük konuşmasında kullandığı “cahil” kelimesi diploması olmayana denmez. Cahil, hayat tecrübesi olmayan, hayat içerisinde olgunlaşmamış, ham kalmış insana söylenen bir laftır. Dolaysıyla, halktan “cahil” kelimesini duyarsanız, o üniversite bitirmemiş anlamına değil, hayat tecrübesi olmadığı anlamına gelmektedir. Meseleye bu yönden bakarsak, diplomasını almış ancak hayata karşı ham kalmış insanlarla karşı karşıyayız ne yazık ki… Ve işin en kötü tarafı şu ki; bu insanlar her şeyi bildiklerini düşünüyorlar.

Maalesef. Gençlerimiz bilmediği bir husus karşısında “bilmiyorum” diyemiyor. Aklından geçirdikleri mesele ile alâkasız olmasına mukabil, aklına gelen şeyleri ifade ediyorlar.

Aynen öyle.

Batılılaşma ve adaptasyon sürecinde, daha düne kadar yirmi yaşında Fatihler yetiştiren eğitim sisteminden, nasıl oldu da yetmiş yaşına gelip de hiçlikten şahsiyet bulan profesörler ortaya çıktı?

Fatihlerin yetişme sürecinde, eğitim-öğretim denilen şey bugünkü gibi değildi. Fatih gibi birisinin yetişmesi çok özel bir eğitim süreciyle alâkalı. O dönem eğitim-öğretim faaliyetleri ortamında dergâhlarda, tekkelerde toplumun kendiliğinden oluşturduğu yapılar içerisinde bugünkünden çok farklı insanlar meydana çıkıyordu. Şöyle bir ayrım var biliyorsunuz; örgün eğitim, yaygın eğitim... Örgün eğitim, kurumsallığa ve somutlaşmış bir yapıya göndermede bulunuyor. Yaygın eğitim, Fatihlerin, İbn-i Sinaların, Farabîlerin zeminini hazırlayacak olandır. Herhangi bir formül yanı olmamasıyla beraber, toplumun gündelik hayatı içerisinde ortaya çıkarttığı birtakım yapılar eliyle kültürlenme sürecinden bahsediyoruz. Bu kısım hafife alınmamalı. Asıl kısım kurumsal-örgün tarafta değil… Meselenin aslı yaygın diyebileceğimiz, formüllü istikameti olmayan, yapı özelliği olmayan sistem. Konuşmamın başında söylediğim buydu; bahsettiğim şey sokakta olur, ailede olur, dernekte olur, vakıfta ve dergâhta olur. Toplum kendi içerisinde eğitim gören kişiyi eğitir. İşin bu boyutu da var. Dolayısıyla, bugünkü eğitim sistemimize Einstein’ı getirip matematik dersine sokun, matematik dersi alan öğrencilerin ortalamasını değiştiremezsiniz yani. Türkiye’de böyle... Demek ki, mevzu sadece okulda halledilecek bir şey değil. Bunu görmeliyiz, buna göre hareket etmeliyiz. Bizim aydınlanmacılardan farkımızın olması gerekiyor. Okula bu kadar anlam yükleyenler, aydınlanmacılardır. Okulu, toplumu tamamen değiştirecek bir dönüşüm aracı olarak tanımlamak, erken dönem cumhuriyetçi “aydın”lara yakışır. Biz topluma, kültüre inanan insanlarız. Dolayısıyla yapıları fetişleştirmek, kurumları fetişleştirmek bize göre değil; biz eleştirisini yapıyoruz. Mevcut olan manzara, harabe gibi gözüküyor. Biz kurumların bizim için yegâne çıkış yolu olduğunu iddia etmiyoruz, edemeyiz de. Biz hâla gözümüzü, ailemize, mahallemize, birbirimize kurduğumuz münasebetlere çevirmiş durumdayız. Bir şey olacaksa oradaki değişim ve dönüşümün neticesinde olacak. Okuldaki değişim de, mahalleye, sokağa, şahsî münasebetlere göre belirlenecek!.. Dışarıdaki kalite belirleyecek her şeyi. Onun için Fatihlerin ortaya çıktığı süreç farklı insan ilişkileri bir döneme tekabül ediyor. Bugünkü manzara belli... Hepimiz görmüyor muyuz? Fark burada.

Eğitim meselesi öğrenciler ve öğrenci seviyesi üzerinden ele alınıyor bir başka yanlış da bu. Ehemmiyetli hususlardan birisi de, eğitimcilerin durumu. Eğitimi-öğretimi hakkıyla verebilecek ferdleri de yetiştiremiyoruz. Bu hususta ne düşünüyorsunuz?

Siz nasıl bir toplumsanız, sizin nasıl bir toplum olduğunuza ışık tutacak ürünlerinizin olması gerek. Netice itibariyle kurumlarımızın vaziyeti de, o kurumların içerisindeki görevli personelin niteliği de bunlarla alâkalıdır. Şu anda Türkiye’de doktor hatasından kaç kişi hayatını kaybetti? Doktor yüzünden kaç kişi iyileşmek yerine hastanede daha çok hastalandı. Bunlarla ilgili şikâyetler duyuyor muyuz? Tedavi süreçleri, hastanede düşülen durumlardan haberimiz var mı? Yahut hastaneye düşmüş bir arkadaşımızın bu sebeple mahkemesi var mı? Avukatın niteliği, hâkimin niteliği ile ilgili ne söyleniyor? Öğretmen de bunların bir parçası, öğretmen denilen şey uzaydan gelmedi. Eğitimci denilen insan toplumun içerisinden çıktı. Toplumun ahvali neyse, eğitimcinin de hâli ve ahvali odur.

İslâm ülkelerinin neredeyse tamamında çeşitli vakıflar, dernekler, kurslar ve okullar ile Ümmet’in öz evlatları bir asrı aşkın zamandır dinine, milletine, devletine ve en ehemmiyetlisi kendi kendisine yabancı bir şekilde yetiştiriliyor. Yetiştikten sonra da başta devlet bürokrasisi olmak üzere pek çok sektörde mevki ve makam sahibi oluyor. Evlatlarımıza sahip çıkamıyoruz, meydana gelen boşluğu da başka birileri dolduruyor. Biz evlatlarımıza ne zaman sahip çıkacağız?

Öyle bir soru ki çok ehemmiyetli. Bütün konuştuklarımız bu sorunun altına cevap olur. Benim şu anda yapmış olduğum konuşmada, özellikle altını çizmek istediğim husus şuydu; bu bir bütünüyle okuma meselesidir. Bu ufukla alâkalı, ahval ile alâkalı bir şeydir. Netice itibariyle, eğer biz, eğitim kültürünü, aileyi, çalışma hayatını, sosyal münasebetlerini bir bütün olarak birbiriyle iç güdümlü şekilde yan yana koyup, “neye maruz kaldık” diye sormalıyız. Ondan sonraki hâllerine bakmaz isek, bu hususları birbiriyle ilişkilendiremezsek, bu sorular daha çok sorulur. Bu soruların içinde barındırdığı sızıntı, hüzün daha çok artar. Şu çoraklığın tahdit edilmesi gerekiyor. Başıma gelen bir hâdise; hemen teklifler sunmamız isteniyor. Eyvallah, sunalım da... Bir anlayış birliğimiz var mı? Bizim nerede zarara uğradığımız, neye maruz kaldığımız, bu hikâyenin nerede dramatikleştiği, nerede iniş-çıkışlar oldu; bir ortaklığımız var mı? Birlikte tenkid edebiliyor muyuz? Tamam, bir kazma vuracağız, ama kazmayı nereye vuracağız? Tenkid dediğimiz şey de öyle bir şeydir. Kültürümüzün hayatta kalması için neler yapıyoruz? Merhum Aliya’nın sözünü tekrar ifade edelim; “ben dinden gelsem, Doğu’daki bütün mekteblere eleştirel düşünme dersini koyardım. Çünkü Batı’nın aksine Doğu, bu acı süreçten geçmedi. Bu devreyi tatmadı” diyordu. Biz bir tarafıyla tenkid eden insanları öldürüyor, reçete yazmaya zorluyoruz. Dolayısıyla fikrî bir olgunlaşmayı baltalama yoluna gidiyoruz. Mevcuda kapak atarak, kısa yoldan bir şeyler yapabileceğimizi zannediyoruz. Neye maruz kaldık; bu soru cevaplanmalı, derinlik sağlanmalı. O zaman sıkıntılara somut teklifler önümüze çıkacaktır. Hiçbir medeniyet, mektebte, okulda kurulmadı. Biz toplum olarak kendi kültürümüze uygun, ilişkiler ağı kuracağız, ona uygun sivil kurumlarımızı inşa edeceğiz, ilişkilerimizin kalitesini bunun üzerinden ele alacağız, ondan sonra devletin kurumları da, bilimin kurumları da ona göre değişim gösterebilecek. Bizim kendimize ayna tutmamız gerek, muhasebe süreci başlamalı. Bunu yapacak mıyız; yapmayacak mıyız? Bütün mesele burada!

Çok teşekkür ediyoruz görüşleriniz için.

Ben teşekkür ederim...

Baran Dergisi 555. Sayı