Kadınların toplum içindeki rolünü ve haklarını genişletmeyi öngören bir doktrin olarak tanımlanan feminizmin ortaya çıkışı 18. yüzyıl sonlarına rastlar. Latince “kadın” anlamına gelen “femine” sözcüğünden türetilen “feminizm” çeşitli dillerde bu isimle karşılanmıştır.

Birinci Kuşak Feminizm (1800’lerin sonları - 1960’lar), eşit haklar, kadının çalışma koşulları, oy verme hakkı, ekonomik yönden özgürleşme talepleri ile öne çıkıyordu. Birinci kuşak feministlerden Sarah Grimke (Sufrajet) kadınların dış görünüşleriyle ilgili eleştirilerde bulunur. Birçok kadının giyimindeki hafifmeşrepliğin, onların akıllı ve ahlaklı varlıklar olarak ciddiye alınmasını engellediğini söyler: “Bebekler gibi giydirilmeye devam edersek, hiçbir zaman istediğimiz yere yükselemeyeceğiz, faydalı olamayacağız.”

İkinci Kuşak Feminizm, (1960’lar - 1980’ler), ekonomide, eğitimde ve yönetimde söz sahibi olma ve elbette cinsel özgürlük talepleri ile temayüz etti. Bu kuşakta Anarşist feminist Emma Goldman öne çıkar. Cinsel özgürlük ve aile kavramını reddetme Emma Goldman tarafından ilk kez dile getirilir. O kadar ki, doğum kontrolünün serbestleşmesi için bildiri dağıttığı için tutuklanmıştır. Birinci kuşak feministlerden Gilman ise bu görüşlere şiddete karşı çıkmış, cinsel özgürlüğü savunmanın, erkeklerin yozlaşmış anlayışlarını taklit etmekten başka bir şey olmadığını savunmuştur: “Eril kötü alışkanlıkları taklit ederek, özgürlüklerini kullanmaya başlayan birçok yeni özgür kadını görmek beni hasta ediyor.” Goldman cinsel özgürlüğü savunmakla birlikte kadının kendini cinsel bir obje haline getirmesine karşı çıkar. Buna karşın eşcinsel haklarını (ki kendisinin de öyle olduğu iddia edilir) destekleyen ilk Amerikalı feministtir.

Çağdaş kadın hareketinin kuramları ise şu başlıklar altında toplanmıştır: Marksistler, Freudçular, Varoluşçular ve radikal feministler. Bunlar daha felsefi ve kuramsal alanlarda çözümlemelerde bulunarak feminizmi çeşitli zaviyelerden temellendirmişlerdir. Simone de Beauvoir varoluşçu feminizmin en önemli temsilcilerinden biridir; J. Paul Sartre’ın “varoluşçu” felsefesi üzerine bina etmiştir düşüncelerini. “Kadın olunur” sözü ile toplumsal ve geleneksel kodlarla giydirilmiş kimliklerin reddi ile kadın-özne olacaktır. (Bugünkü toplumsal cinsiyet eşitliğinin temel argümanları da bu fikirlerden yola çıkar.)

Sandra Bartky, kadının nesneleştirilmesine, kozmetik ve modanın esiri olmasına, kapitalizmin bir oyuncağı olmasına karşı çıkar ki, kapitalizm de erildir. Kadını kendi istediği gibi şekillendirmek eril beğeniye sunmak ister. Cinsel bir nesne olarak tasarımlanan kadın, kremler, makyaj, estetik, diyet, giyim kuşam tarzları ile güya “kendisi” olmaktadır. Bartky, toplumun kadından beklediği “erotik nesne olması” talebine karşı çıkar.

Entelektüel feministler, “kadın özgürlüğünün” evrildiğini görürler; kapitalizm bu özgürlüğün, azgınlaşmış bir kültürün erotik nesnesi olmasını sağlamıştır.

Radikal feministler aileyi, evliliği ve aşkı reddettiler. Radikal feministlerden Brownmiller, kadın bedenini aşağılayan ve kullanan bir ideolojiyi teşvik ettikleri için pornografinin ve fahişeliğin tecavüz olayına nasıl katkıda bulunduğuna işaret eder ve şöyle der: “Pornografiye karşı ve fahişeliğin hoş görülmesine karşı davalar, tecavüze karşı sürdürülen mücadelenin merkezinde yer alır.”

Buna rağmen toplumdan, dinden ve geleneklerden her türlü cinsel baskının reddini radikal feministlerde görürüz. Radikal feministler şiddetli bir şekilde çeşitli cinsi yönelimleri desteklerler. Pedofili ve ensest dahil…

20. yüzyıl sonu ve 21. yüzyıl başında ise ortaya çıkan feminist akımlar şunlardır: Postyapısalcı ve Postmodern teoriler, küresel feminizm ve eko feminizm. Artık feminizmin çoğu devlette bir politika olarak olumlandığı ve hatta dayatıldığı bir döneme gelinmiştir. Küresel feminizm ve ekofeminizm bunlar arasında en çok sesi duyulan, çeşitli ülkelerde örgütlenerek kadınları kontrol eden bir yapıya ulaşmıştır. Hatta artık devletler politikası haline getirilen “cinsiyetler arası eşitlik” başlığı altında, az gelişmiş ülkelerde kadın politikaları vasıtasıyla gündemde tutulmaya, yasalarla koruma altına alınmaya başlamıştır. Kültürel ve geleneksel farklılıkların sıfırlanması, dinin ve geleneklerin değil, feminizmin ortaya koyduğu “çok cinsiyetli”, zamanla da radikal feministlerin hayalini kurdukları gibi “cinsiyetsiz bir dünya” projesi haline gelmiştir.

8 Mart’ta Taksim’de ortaya çıkan manzara bize göstermiştir ki, pek çok feminist teoride şiddetle reddedilen, kadının veya insanın bir “seks objesi” olarak kendini ifade ediyor olması durumu, feminizmin sonunu getirecektir.

Başlangıçta bir “seks objesi” olmayı reddeden kadın tasavvuruyla yola çıkan, bu uzun yolda, kadının “farklılığının güzel olduğunu” vurgulayan, onun da erkeklerle eşit, zaman zaman üstün özelliklere sahip olduğunu savunan, bir süre sosyalizme, bir süre marksizme, bir süre anarşizme göz kırpan, zamanla demokratik bir faşizme evrilen Feminizm’in, ülkemizde geldiği nokta, Taksim meydanındaki pankartlardan net bir şekilde okunabilir. Sanıyorum Türkiye’deki bu ahlâk, gelenek, din veya herhangi bir ideolojik ölçü tanımayan Feminist türüne “Cinsiyet faşistleri” diyebiliriz.

Diğer taraftan Batı emperyalizm ve kapitalizminin; Sosyalizm, Faşizm veya Marksizm gibi kendi varlığını tehdit eden ideolojileri yok etmeye ve hayat hakkı tanımamaya dayalı yaklaşımı, feminizm konusunda aynı şekilde işlememiştir. Günümüzde feminist hareketlerin büyük çoğunluğunun AB tarafından fonlanan birer projeye dönüşmüş olması bu konu üzerinde düşünmenin önemini gösteriyor. Sanıyorum kadınlar yine “eril” bir gücün oyununa getirildiler.

Baran Dergisi 635. Sayı