2001 krizinden sonra Türkiye’nin iktisâdî anlamda bir değişim sürecine girdiği hepimizin malumu… Bilhassa AKP iktidarı ile birlikte özel-dış yatırımcı ve tüketim odaklı Derviş – Fischer modeli tam gaz uygulanmaya başlandı.
Son dönemlerde Türkiye’nin iktisadi açıdan bir evrilme sürecine girerek bunun neticesinde atılımlar yaptığı yazılır, çizilir oldu. Bu durumun büyüme oranına yansıması ile birlikte Türkiye dünyada “Çin’den sonra en hızlı büyüyen ekonomi” ünvanını kazandı. Gerek dış basında gerekse yurt içinde Türkiye’nin ekonomi politikalarına methiyeler yapıldı.
Evet, ciddi bir büyüme oranı var; fakat buna rağmen Türkiye’nin ciddi bir de cari açık problemiyle karşı karşıya olması, bizi bu büyüme oranına aldanmama konusunda ihtar etmektedir. İşte burada bu büyüme oranına rağmen verilen cari açık bir soruya sebep oluyor: Türkiye ekonomisi sağlıklı bir büyüme mi yaşıyor, yoksa şişiyor mu?
Ekonomik büyümenin, ülke ekonomisindeki kapital sirkülasyonu olduğunu düşünürsek, karşılığını ihracat ve ithalat toplamı olarak buluyor. Ekonomi büyürken ithalat ve ihracat toplamı baz alınıyor. Büyüyen ekonomiye rağmen yüksek miktarda bir cari açık verilmesinin sebebi de ihracat ve ithalat dengesizliği olarak ister istemez beliriveriyor. Çok basit bir düşünceyle bu çıkarımı yapabiliyoruz. İhracatımız ithalatımızı karşılayamıyor. Yani bu büyüme tüketim endeksli bir büyüme, yani zarar odaklı.
Bir soru daha geliyor akla; bu ihracat ithalat dengesizliğinin sebebi ne?
Tam da bu noktada Türkiye’nin dengesiz iktisâdi sisteminin irdelemek gerekiyor ve son dönemde Türkiyeyi “küçük ABD” yapan tüketim toplumu olgusunu…
Türkiye tüketim toplumu olma yolunda büyük adımlarla ilerliyor. Tüketirken üretim yapılmaması da ekonomik dengesizliği körüklüyor.
Türkiye üretim yapmıyor. Hemen hemen hiçbir dalda hiçbir üründe patent sahibi değiliz. “I-pod” üretiyoruz; fakat bunu orjinaliyle bire bir yapıp yeni bir özellik katamayınca patent alamıyoruz. Hal böyleyken Türkiye üretim konusunda “fason ürün cenneti”nden başka bir vasfa bürünemiyor.
İhracat rakamların ithalat rakamlarını karşılamamasının bir diğer sebebi de Türkiye’nin niteliksiz ve katma değeri düşük mallar ihraç edip, katma değeri yüksek mallar İthal etmesinden kaynaklanıyor. Tekstilde ihracat yaparken, elektronik eşyada ithalat yapıyoruz misali verilebilir.
Türkiye’nin cari açık verdiği kalemlere bakıldığında ise durum komik bir hal alıyor. İlerlemiş gibi göründüğümüz inşaat sektörü, “ihracat şampiyonu” olduğumuz otomotiv sektörü şeklinde birçok misal verebiliriz. Hadi enerji ve sağlık sektöründe üretim yapamadığımızı düşünerek bunları hesaba bile katmayalım.
Peki, “ihracat şampiyonu” olunan otomotiv sektöründe nasıl açık veriyoruz? Çok basit; Türkiye’nin kuruluşundan beri hastalığı olan ham madde işleyememe durumu… Otomotiv sektöründe, araçların ana maddelerini işleyemiyor. Ham madde olarak sattığımız çeliği, demiri vs. işlenmiş vaziyette kat kat fazla ücret ödeyerek geri alıyoruz. İthal ettiğimiz bu ürünlerin götürüsü, ihraç ettiğimiz aracın getirisinden daha fazla tutuyor. O halde ham maddesini işleyemediğin sektöre bu kadar yatırım yapmanın ne mânâsı var. Yanlış politikanın daniskası… 2012 yılına girerken ham madde işleyemememize mi yanalım; yoksa böyle bir iktisadi yanlış yapılmasına mı?
Yeni bir seneye adım atarken, şişen Türkiye ekonomisinin böyle giderse patlayacağı görünüyor. Batı kopyası iktisadî sistem baştanbaşa ele alınıp değiştirilmezse acı sona katlanmak zorunda kalabiliriz.
Maksat iç karartmak değil, doğruya “doğru”, yanlışa “yanlış” diyebilmek…


Aylık Dergisi 88. Sayı