Esselâmü Aleyküm.
Nasılsınız?
(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, kendisinin nasıl olduğunu soruyor Carlos’a.)
İyiyim, iyiyim. Uzunca bir süre uyudum bugün, istirahat ettim. Dün bütün gün ziyaretçilerim vardı çünkü, yorgundum, geç de yattım...
Neyse, hayat nasıl oralarda? Dünyadan haberler neler?
(Av. Yılmaz, herşeyin yolunda olduğunu, problem olmadığını söylüyor.)
Bana soracağınız herhangi bir soru var mı peki?
(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını, dilediği gibi konuşabileceğini söylüyor Carlos’a.)
Venezüella başta olmak üzere, dünyada olup biten birçok şey var. Bu arada Türkiye de, sonunda kaybedeceği ve Türkiye’deki halkların kan, ıztırab ve yıkım hâlinde bedelini ödeyeceği bir savaşa giriyor. Ama önce, geçtiğimiz günlerde, 6 Şubat’ta ölen bir hanımdan bahsedeceğim. Kocası dahil aile üyelerinin bazılarıyla görüşmüş olsam bile kendisiyle hiçbir zaman görüşmediğim bir hanım bu: Enise Mahluf…
(Carlos, Suriye’nin bir önceki lideri Hafız el-Esad’ın 6 Şubat’ta Birleşik Arab Emirlikleri’nde ölen karısı ve şimdiki Suriye devlet başkanı Beşşar el-Esad’ın annesi Enise Mahluf vesilesiyle uzunca bir süre konuşuyor, kendisiyle ilgili değerlendirmelerini paylaşıyor… Enise Mahluf’un Alevî aristokrasisinden geldiğini ve İskenderun havalisinde çok güçlü olan Suriye Millî Sosyal Parti’nin militanı Suriye milliyetçisi bir kadın olduğunu, amcasının da sözkonusu partinin tarihî liderlerinden biri olarak ama kendi inisiyatifiyle yakın tarihin ilk fedâ eylemi olan bir suikast operasyonunun emrini –aralarında kendi oğlu ve yeğeni de bulunan- Alevî militanlara verdiğini, daha 1955’de gerçekleşen bu eylemde hepsinin öldüğünü, zaten bu tür fedâ eylemlerinin emperyalistler tarafından o günden bugüne saklanmaya çalışılan bir hakikat olduğunu, resmen ayrıldığı 15 Mayıs 1976’ya kadar –sembolik de olsa- bir dönem politbüro üyesi bile olduğu ve hâlen hem politik hem ideolojik bakımdan kendisini yakın hissettiği Filistin Halk Kurtuluş Cebhesi’nin de benzer fedâ eylemleri gerçekleştirdiğini, Enise Mahluf’un alt sınıftan İskenderun’lu Alevî bir ailenin çocuğu olan Hafız el-Esad’a âşık olarak o zamanlar genç bir hava kuvvetleri teğmeni olan Esad’la evlendiğini, devlet başkanının karısı aktif bir kadın ve Hafız el-Esad’a hayır diyebilen tek insan olarak kocasının esas danışmanı olmasına rağmen Enise Mahluf’un sağda solda kendisini göstermeyi sevmediğini, kocasına âşık olduğu demde Hafız el-Esad’ın yeraltında faaliyet gösterdiğini ve Şam’da Kürt kökenli birinin dairesinde polisten saklandığını, Hafız el-Esad’ın eski aile adının “vahşi canavar” anlamına gelen Vahş olduğunu, ancak hepsi Suriye milliyetçisi olan İskenderun’lu Vahş ailesinin bu adı daha sonra Esad yâni “arslan” ile değiştirdiğini, sözkonusu Vahş ailesinin Lübnan’da mülteci olarak bulunan ve kendi yoldaşlarıyla örgütünün koruması altında yaşayan bazı fertleriyle tanıştığını, bunların cesur ve dürüst Suriye milliyetçileri olduğunu, zaten Suriye Millî Sosyal Parti’nin Ortadoğu’yla ilgili jeopolitik anlayışının da tarihî anlamda Ortadoğu’daki en doğru anlayış olduğunu söylüyor…)
Bugünkü aktüel duruma gelirsek; Türkiye, fiilî olarak Suriye’ye bir savaş ilân etmiş bulunuyor. Zaten Suudî Arabistan da, Türkiye ordusuyla birlikte Suriye Arab Cumhuriyeti topraklarına müdahale etmeye hazır olduğunu ilân etti bu hafta. “Suriye Arab Cumhuriyeti” dedim; tüm bu devlet isimleri, sömürgeci, yeni sömürgeci emperyalist işgalden gelmektedir. İngilizlerin o bölgeye yerleşip, orada Batı sömürgeciliğinin, İngiliz sömürgeciliğinin –Fransız hükümetinin de onayıyla- öncü üssü olacak siyonist bir yapı kurma niyetinden gelmektedir.
Ne var ki bu sun’i sınırlar yaşamıyor artık, geçerli değiller artık.
Suudî Arabistan’ın Suriye ordusuna veya Irak ve Suriye’deki “isyancılara” karşı savaşma şansı yoktur. Bu “isyancılar”, yurtdışından yardımlar dolayısıyla bünyelerinde Suudî Arabistan ve bazı Körfez ülkelerinden gelen emperyalist ve yeni-vahhabî bir sızma barındırsa da, vatansever gerçek müslümanlardır ve sözkonusu yanlış insanlardan da doğru zamanda kurtulmayı başaracaklardır sanıyorum.
Aynı Suudî Arabistan’ın, tüm o müdahalesine, yıkıma, katliama, yaptığı herşeye rağmen, Yemen’de alabildiği hiçbir sonuç da yoktur. Hattâ objektif çerçevede, kaybeden tarafta yer almaktadırlar. San’a şehrini tahrib etmekte, insanları katletmekte, Batılılarca finanse edilen ve Sınır Tanımayan Doktorlar gibi insanî yardım teşkilâtları tarafından kurulan hastahânelere saldırmakta, ama yine de sonuç alamamaktadırlar. Hastahânelere saldırıları da öyle kazayla falan gerçekleşmiş olmayıp, sürekli tekrarlanmaktadır. Bunu da, oradaki insanları ortadan kaldırıp, yerlerine başka bölgelerden Vahhabîliğe geçmiş bir nüfus koymak ve böylece Suudî Arabistan krallığını genişletmek için yapmaktadırlar. Ki bu krallık, sun’i ve tarihe ters bir rejimdir; İngiliz sömürgecileri tarafından kurulmuştur. Şu ân ise, ABD mevcudiyeti tarafından korunmakta ve siyonist yardımla yaşatılmaktadır.
Unutmamalıyız ki -üstelik resmî, çok iyi bilinen ve yayınlanmış bir gerçektir bu-, gidebilecek güçte ve sağlıkta olan her müslüman için İslâmın beş temel farzından biri olan hac, İsrailli özel bir şirketin koruması altında, yâni siyonistlerin koruması altında gerçekleştirilmektedir bugün. Yüzlerce, binlerce hacının öldüğü onca olay da işte bu yüzden yaşanmaktadır. Daha bu son hac esnâsında bile kaç bin hacının hayatını kaybettiğini bilmiyoruz. Yüzlerce hacının cesedi, henüz ülke dışındaki ailelerine teslim edilmemiş, İran’a ve diğer ülkelere gönderilmemiştir hâlâ.
Tekrar mevcud duruma dönersek; Suudî Arabistan’ın “biz Türkiye’yle birlikte müdahale etmek istiyoruz” demesi, Suudî Arabistan’ın Ankara ve İstanbul’daki hükümete birkaç yüz milyar dolar vereceği, böylece müdahale etmesi için Türk ordusunu Suriye’ye göndereceği anlamına geliyor. Tabiî, Suudî bayrağı altında bazı paralı askerler de bulunacaktır bu orduda. Çok kötü bir durum içindeyiz ezcümle.
Diğer yandan, göz ardı edilmemesi gereken bir durum, tarihî bir çatışma sözkonusudur Türkiye’de. Türkiye’deki azınlıklar, tarihî, dinî, kültürel ve vatandaşlık haklarını taleb etmektedirler. Aynı şekilde, dillerini konuşma haklarını da taleb etmektedirler ki, Kürtlerin kendi dillerini konuşmasının daha yeni yeni yasak olmaktan çıkarılması inanılmaz bir hâdisedir meselâ. Türkiye’de nüfusun ikinci büyük unsuru olan Kürtlerin dillerini konuşabilmesinin yasaklanmış olması inanılmazdır.
İşte böyle bir ortamda müdahale edecek Türkler. Ruslara karşı da bir müdahalede bulunacak. Bu çerçevede, Suriye’deki hedefleri bombalıyorlar şimdi. Bu hedefler de, hani öyle dedikleri gibi “İslâm Devleti teröristleri” değil. Açıkça Suriye hedeflerini bombalıyorlar.
Türkiye, iki Sovyet uçağını, Rus uçağını düşürmüş, bu şekilde berbat bir hata yapmış, ancak buna karşı Rusya, birtakım resmî açıklamalar dışında görünür herhangi bir mukabelede bulunmamıştır. Oysa, bir örnek vermem gerekirse, 100 kadar PKK savaşçısına taşınabilir 100 roket vermeleri ve onları eğitmeleri sadece bir günlerini alır. Bu roketlerle, kendilerini bombalayan herhangi bir NATO uçağını düşürebilir PKK’lılar.
Kendisini bir tuzağa düşürüyor Türkiye. Üzülüyorum bunun için. Çünkü, teorik olarak Ankara geçse de esasen İstanbul temelli olan bu rejime bir sempatim var benim, daha önce de söylemiştim. Peki ne oluyor sonuç şimdi? Büyük bir tuzağa düşürüyorlar kendilerini.
Gittikçe yükselen oranda bir Rus hava kuvveti, kara ordusu ve deniz gücü var şu ân Suriye Arab Cumhuriyeti’nde. Ruslar, 1950’lerde, daha Baasçılar iktidara gelmeden önce başlamışlardır Suriye’ye yerleşmeye. Yâni resmî olarak, uluslararası hukuka göre “kanunî” olarak oradadırlar. Üstelik, Birleşmiş Milletler tarafından tanınmış Suriye devleti tarafından, oraya müdahale etmesi için davet edilmişlerdir.
Mesele budur. Politik veya jeopolitik birtakım mülâhazalardan ayrı olarak, evet, Rus ordusu kanunî olarak bulunmaktadır Suriye’de. Bu bakımdan, Suriye’ye müdahaleleri de kanunîdir. Diğer taraftan, ne ABD’nin, ne İngiltere’nin, ne Türkiye’nin, ne de diğerlerinin oraya müdahalesi ve yaptıkları bombardıman kanunîdir. Hepsi kanun dışıdır! Uluslararası hukuku referans alacaksak, durum böyle.
(Carlos, “uluslararası hukuk”tan bahsetmesini tuhaf karşılayabilecekler için bir açıklama yapma ihtiyacı duyuyor ve kendilerinin geçmişten bu yana tüm eylemlerinde uluslararası hukuka dikkat ettiklerini, Birleşmiş Milletler tarafından Filistin devleti için 1947 sonunda alınan kararları göz önünde bulundurarak hareket ettiklerini, ancak İsraillilerin uluslararası hukuka yahud başka herhangi bir şeye hiçbir şekilde saygı göstermediklerini, hattâ bu tarihî siyonistlerin Allaha bile inanmadıklarını, sadece müslümanlar nazarında olmakla kalmayıp yahudiler için bile geçerli bu münafıklıklarının dahi onları öldürmek için yeterli sebeb olduğunu vurguluyor.)
Evet, büyük bir hata yapıyor Türkiye. Kaldı ki, Türk veya Suudî hava kuvvetlerinin, Rus hattâ Suriye savaş uçaklarına karşı savaşabileceğini zannetmiyorum. Suriyelilerin, Türklerde olmayan bir savaş tecrübesi var çünkü. Yine böyle bir savaş tecrübesine, Rus, ABD, İngiliz ve Çin hava kuvvetleri de sahib. Bu bakımdan, şayet Türkiye bir işgal başlatırsa, Suriye içerisindeki herhangi bir uçağı hemen düşürebilecektir Rus hava kuvvetleri. Hem de kanunî olacaktır bu. Mesele herhangi bir uluslararası platforma götürülse, Türkiye kaybeden taraf olacaktır aynı şekilde.
Suriye tek başına olsaydı, girip işgal etme düşüncesini anlayabilirdiniz. Kazanma şansınız olurdu çünkü. Fakat Ruslara karşı böyle bir şansınız yok bugün. Üstelik, Türkiye sadece savaşı kaybetmeyecek, Kürtlerin Batıya doğru ilerlediklerine de şâhid olacaktır. Tüm bir Türkiye-Suriye sınırı Kürtler tarafından, -Rusların, hattâ bir yönden Suriye rejiminin de desteğiyle- işgal edilecek, İskenderun’a kadar ulaşacaktır bu hat. Bana sorarsanız, İskenderun, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde kalmayacaktır o gün. Kaçınılmazdır bu.
(Carlos, Irak’ın kuzeyindeki Kürt devletinin başlıca müttefiğinin ve destekçisinin Türkiye olduğunu, ancak Kürtlerin çoğunun Türkiye sınırları içerisinde bulunduğunu ve oraya Türklerden bile önce gelip yerleştiklerini söyleyerek, şimdi bu yaşanan tezada dikkat çekiyor.)
Türklerin ne yaptığını bilmiyorum ama mesele Suudî Arabistan’dan gelecek paradan kaynaklanıyor sanıyorum. Suudîler çaresizdir, kuşatılmıştır, İran’la çatışma içerisindedir ve size bir şey söyleyeyim, şayet Amerikalılar müdahale etmese, İran hava kuvvetlerinin, deniz ve kara gücünün Suudî Arabistan’ı baştan sona işgal etmesi ve mukaddes topraklara, Mekke ve Medine’ye erişmesi sadece gün meselesidir. İnşallah böyle bir şey olmaz elbette ama gerçek budur.
(Carlos, Suudîlerin Mekke’de tarihî, dinî, turistik mahâlleri, sahâbîlerin bıraktıkları mirası yıkıp yerine gökdelenler inşâ etmesini münafıklıklarına nişâne olarak değerlendiriyor ve hem İslâma hem tarihe saygısızlığın bu derecesini, münafıklığın bu en büyük derecesini, sözkonusu Suudîlerin bundan 250 yıl önce yahudilikten müslümanlığa geçmiş gözükmelerine rağmen, hâlâ yahudi inançlarını saklayıp muhafaza etme ihtimallerine bağlıyor; bunların inanılmaz olduğunu, ancak kimsenin tek kelime edemediğini, çünkü Suudîlerin herkesin ağzını parayla kapattığını söylüyor.)
Büyük bir değişim yaşanacak bölgede. Suriye ve Irak devletleri olmayacak, yeni devletler olacak artık orada. Türkiye ve Suriye sınırı da kalmayacağı gibi, Suudî Arabistan diye bir devlet de yaşamayacak artık.
(Carlos, ABD’nin Suudî Arabistan petrolüne nihaî noktada muhtaç olmadığını, oradaki petrol kuyularının yakılıp imha edilmesine ille de müdahale etmek zorunda olmadığını, petrol fiyatlarının yükseldiği bir durumda Kuzey Amerika’daki petrol rezervlerinin o gün işletileceğini belirtiyor.)
Üzüntümüz o ki, kan ve ıztırab olarak bu toprakların –Türk, Kürt, Arab ve diğer azınlıklardan- iyi insanları ödeyecek bunun bedelini. Ancak tekrar ediyorum, şimdi olup bitenler bir tuzaktır ve Erdoğan’ın niçin bu tuzağa düştüğünü çok merak ediyorum. Bunun Türkiye’ye bedeli çok ağır olacak ve Türkiye Cumhuriyeti’nin topraklarını kaybetmesiyle sonuçlanacaktır. Bir değişim yaşanacaktır çünkü ve şayet şimdiki pozisyonlarını korurlarsa İskenderun dahil sınırlarını belki koruyabilirler, ama müdahale ederlerse hepsini kaybedeceklerdir.
Umarım yanılıyorumdur ve milyonlarca insanın öleceği büyük katliamlar yaşanmaz, ama korkarım gidiş orayadır.
Selâmetle kalın.
 
14 Şubat 2016
Baran Dergisi 48