Özgür Eğitim-Sen ne zaman kuruldu, faaliyetleriniz nedir?
Özgür Eğitim-Sen’i 2005’te kurduk. Eğitim alanında faaliyet gösteren bir sendikayız. Türkiye, Osmanlı’nın son döneminden bu yana parçalı bir durum arz ediyor. Batıcısı, milliyetçisi, Müslümanı bloklar hâlinde. Siyasî alandaki parçalanma sivil alana da sirayet etmiş. Bu akımları temsil eden siyaset, sivil alandaki bütün yapıları da bünyesinde birleştiriyor. Başörtüsü üzerinden misal verecek olursak; başörtü meselesini Müslümanlar sahipleniyor, milliyetçiler destek veriyor; ama Batıcılar karşı çıkıyor. Alevilerin birtakım sıkıntıları var, bizim camia bu mevzuya dair baştan bagaj koyuyor. Onu da sola yahut Batıcı kesimin kucağına veriyor. Dolayısıyla Türkiye’nin sosyolojisinde muhatap olduğumuz sorunlar parsellenmiş oluyor. Yani belirli sorunlar sola, bazıları milliyetçi kesime, bazı sorunlar da İslâmî kesime kalıyor. Toplumun arasındaki bu çıkan problemleri götürmek, zor bir şeydir. Hele hele Müslüman kesim, bu coğrafyanın ana damarı olduğunu düşünüyorsa, -ki öyledir- o zaman her şeyin sorunlarına duyarlılık göstermelidir. Biz bütün bunları sorgulayıp, problem olarak gördüğümüz için Özgür Eğitim-Sen’in var olması gerektiğini düşündük. Eğitim meselesini sadece, “iki saat daha Kur’an dersi olsun”, yahut “başörtülüler okula gitsin” yönüyle yaklaşmıyoruz. Biz her kesimi temsil etmek maksadıyla, hakkı ihlal edilen kesime de hitap etmeye çalışıyoruz. Bizim 200 küsur yıllık bir maceramız var, sancılı bir süreç yaşıyoruz. Bugünlük bir şey değil yaşananlar, bu sancılı süreci tevarüs ettiğimiz, bir derde deva olmayan dille çözmemize imkan yok. Buna ilişkin yeteri tecrübe ve verilerimiz var. İnancımıza uygun, bir dile, tavra ve duruşa ihtiyacımız var. Bunu o parçalı siyasete sürdürerek, onu olduğu gibi geleceğe taşıyarak çıkamayız işin içinden. Özgür Eğitim-Sen’i kuranlar buradan bir omuz verecekler, başka taraflar da oradan omuz verecek ve yeni bir dil oluşturulacak.

Bu dil nasıl oluşturulacak, merkeze bir idealin alınması gerekmez mi?
Özellikle Müslümanların şunu görmesi lazım; biz burada sığıntı değiliz. Üvey evlat değiliz, biz buraya hasbelkader gelmiş, yarın başka coğrafyaya göç edecek kişiler değiliz. Biz kalıcılığımıza güveniyor ve bu yönde iddiamızı sürdürüyor isek, yarını, geçmişi birlikte harmanlayıp her şeyi gözetecek bir şey lazım. Ben burada da, gazetedeki yazılarda da aynı şeyleri yapmaya çalışıyorum. Dışarıya yönelik analizlerimiz çok önemlidir, buna inanıyorum. Ama bu analizleri yapacak olan bizlerin ahvali çok daha önemlidir. Bizde bir şey yoksa dışarıya yönelik analizlerin hiçbir anlamı yok. Bizde bir nitelik, seviye yoksa dışarıyı çözmenin ne anlamı kalır ki? Bizde bir nitelik olacak ki, dışarıdan gelecek şeyi püskürtebilelim.

Dışarı ve içeri demişken, global manada yaşadığımız süreci nasıl izah edebiliriz özetle?
Soğuk Savaş sonrası, kabaran Liberal kesimin de gazı alındı. İtalyan düşünür Antonio Gramsci kendi dönemine ait çok güzel bir şey söylüyor; “geçmişte oluşturduğumuz söylemin tükendiği, şu ana ve geleceğe dair söylemin ise olmadığı bir boşluk hâlindeyiz”. Şu anda da Batı’nın siyasî, ekonomik, hatta zihnî performansı tartışmalı bir hâlde. Batı kendi meşruiyetini tartışmalı hâle getirdi, böyle bir süreçteyiz. Batı’nın kodlarının ortaya çıkmasında bizim emeğimizin olduğunu söylemek isterdim ama böyle bir şey yok. Beni üzen kısım bu taraf. Bizim emek göstermemiz gereken yer de burası. Başkasının yıkıntısı bize saadet alanı açmaz. Başkasının çöküşü, bizim varlığımıza delalet değil. Onlar çökebilir, bizim ahvalimizin ne olduğu öylece duruyor.

Çöken şeyin yerine ne koyacağımız mevzuu…
Tabiî. Biz buna hazırlıklı mıyız? Gündelik hayatımızda, insan ilişkilerimizde, ailemizle, kuşaklar arasındaki değer aktarımında çok mu iyiyiz? Şu anda mübarek bir Ramazan ayındayız. Çok önemli, nazik bir dönemdeyiz. Biz bu döneme, yaşatmak istediğimiz şeylerin ne kadarını yansıtıyoruz. İddiamız buradan belli oluyor. İnsan profilimiz yeterli mi? Küreselliğin, ekonomik politiğin diliyle, köşeyi dönen, Nobel ödülü alanlar üzerinden meselelerimizi tartışıyoruz. Gladyatör filminde bir replik vardı, “Roma’nın kalbi sarayın mermer duvarları arasında değil, arenanın kızgın kumları arasında atıyor”. Türkiye’nin kalbi de ekstrem uçlarda değil, ismini bilmediğimiz, memleketin hassasiyetini taşıyan, yaşatan, mahalledeki insanlarda. Bu insanlar mahallenin namusunu koruyan, dininin hassasiyetini bir sonraki kuşağa aktaran, yardımsever, 15 Temmuz’da canını verenler. İşte burası önemli... Milli eğitimin ahvaline, sivil toplumların işleyişine, boşanma istatistiklerine bir bakın. Batı’da çöken şeyler var tamam; ama bütün dünyayı kuşatacak bir Müslüman camia yok, pratikte eksiğimiz var.

Dışarıdan dizayn edilmiş bir toplumuz. Batı’nın periferisinde kaldık. Dolayısıyla bir savunma psikolojisi ve reaksiyoner tavır gelişti. Son dört-beş senelik süreç içerisinde “bir mücadele içerisindeyiz” diyoruz. Bu mücadelede bile, hep Batı’ya reaksiyon göstererek ortaya bir şeyler koymaya çalıştık. Netice olarak da, bir kıskacın içerisindeyiz ve bu kıskacın içerisinden reaksiyon göstererek çıkabilir miyiz? Ortaya bir aksiyon koymamız gerekmez mi?
Tabiî. Mesele de o zaten. Bir masa bile gösterilen etkiye, tepki verir. Modernleşme hikâyemizin başından beri tepki veriyoruz. Maruz kaldığımız, siyasî, ekonomik ve kültürel her şeye direnç göstermeye çalışıyoruz. Bu direnç bir noktaya kadar kabul edilebilir. Bizim cumhuriyet dönemimiz de tahripkâr bir süreç olarak yaşandı. Kendi aksiyonumuzu ortaya koyamadık, sürekli olarak “şu belalardan geçtim, kırk düşman birleşti, şöyle sıkıntılar var” denildi, amenna. Ama bunları sıralayarak da bir şeyler söylemiş olmuyoruz. Hz. Peygamber “ben vahiy aldım” dediği zaman da, düşmanlar konuştu. Hakikatin karşısında her zaman bloklar oluşur. Bizim kimliğimizin kurucu unsurları, karşıdaki blok üzerinden şekillenemez. Böyle bir şey var ise, bu bir zaaftır. Bizim kimliğimizi dolduracak, politik hamlelerimizi, sivil gündem ve eylemlerimizi, iktisadî sistemimizi şekillendirecek şeyler düşmandan alınamaz. Ama düşmanı da bileceğiz.

Muhiddin Arabi’den nakille Abdülhakim Arvasi Hz’nin buyurduğu gibi, “küfrün kaynağını bilmeyen, gerçek imanda olamaz.”
Tabiî ki. Düşmanın ne dolaplar çevirdiğini hesaplayacağız, düşman hakkında bilgimiz olacak. Gözün bir tarafı dışarıyı gözetiyorsa, diğeri de içeriyi gözetecek. “Ben ne yapıyorum, nasıl yapıyorum” diye düşünmemiz gerekiyor. Birkaç yıldır şunu görüyorum, düşmanı büyütmeye yönelik bir hava görüyorum. Bu hava da, içerideki zaafları örtbas etme çabasından kaynaklanıyor. Adam ihale peşinde, ihale peşinde, düşmanlar da Türkiye’ye saldırıyor. Ama adam “düşman saldırıyor” demekten geri kalmıyor.

Menfaat kavramının merkezde olduğu bu sistemden başka bir şey beklenebilir mi ki?
Bu sadece bizim için geçerli bir şey de değil, küresel sistem herkese istediği oranda mazeret verir. Biz mazeret bulmaya yönelik bir zihin çalıştırırsak, mazeret bulmada hiç sıkıntı çekmeyiz. Ekolojik, sosyolojik bir sürü problem var. Öyleyse, sistemin manipüle edici, dejenere edici, yozlaştırıcı bütün yönlerini bir kenara bırakacağız; hakkı ve sabrı tavsiye etmeliyiz. İdeolojik, politik farklılığı olan kesimlerin boyalarını kazıdığın zaman, alttan aynı şey çıkıyor. Müslüman duruşun seni sağdan, soldan farklı kılmıyorsa, iş başka…

Bu merkeze esas bir gayenin alınmadığını göstermiyor mu?
Tabiî. İddia ve eylemlerin arasında uçurumlar var. Müslümanlar iki yönlü bir sınav veriyor. Bir kendi somut varlıkları üzerinden, bir de kullandıkları kelimelerle kavramları aşındıran bir nitelikleri var. Bu da çok önemli bir şey var. Mücadelenin içinde olan kuşak, nefsine yenilir gider, bu olabilir. Ama kavramları aşındırırsanız, üç kuşak sonrayı bile etkileyen zararlar meydana gelir.

Burada da münevverlerin devreye girmesi gerekiyor herhalde. Ancak bizim böyle de bir problemimiz var, münevver de yetiştiremiyoruz. Nobel misali üzerinden “ekstrem tipler” dediniz. Bu insanları toplumun yönlendiricisi olarak mı addediyorsunuz?
Hayır yönlendirici olarak görmüyorum, hatta yönlendirici olarak görmememiz gerektiğini düşünüyorum. Şu an üst bir dil var, şunları söylüyor “sen Nobel’e adaysan başarılısın. Sen bir şirkette CEO isen başarılısın. Sen üç diplomayı üst üste koy, başarılısın”. Başarı ufkunuz bu ise, neyin peşinde olduğunuzu unutursunuz. Müslüman kesimin şu anki başarısını şuna bağlıyorum; o adı sanı bilinmeyen, onca çalkantılara rağmen, itibar edilmeyen, toplumun içerisindeki samimi insanlar. Başarı bu insanlardan geliyor. Burada cemaatler, vakıflar, dernekler, STK’lar toplumumuzun sinir uçları. Toplumun terbiye merkezleri buralar. Biraz önce Arvâsî Hazretleri dediniz. Bu, bir binayı dikip belirli saatlerde fizik, belirli saatlerde sosyoloji, akşam da psikoloji öğretme terbiyesi değil. Bu bambaşka bir şey… Mehmed Zahid Kotku, “evlatlar gelin, tekkeyi açtım, size ilim irfan öğreteceğim” demiyor. Bu bir dalga gibi, suya atılan bir taş gibi.

Nasibi varsa gidiyor.
Tabiî. Hâl ile terbiye bunlar. Bambaşka şeyler, biz bunları yitiriyoruz. Ben kendi çocuğuma, siz de kendi çocuklarınıza bu hassasiyetleri aktarmada tıkanıklar yaşıyorsunuz. Buna ilişkin çareler düşünmek lazım. Siyasî iktidarımız var mı, var. Aramız iyi mi, iyi. Bürokraside de vakfımızın eski genel başkanı var. Sendikamızın başkanı milletvekili oldu. Cemaatin ağabeyi müsteşar oldu. Peki, oraya gidince kendi sorunlarınıza daha iyi deva bulduğunuzu mu zannediyorsunuz? Kelin ilacı olsa, kendi başına sürer. Milli eğitimin hikâyesi de belli, performansı da. Bu sistemin tarihî arka planı da belli... Mevcut düzenek ile, ufkumuzu sınırlı hâle getirerek çözüm bulacakmışız gibi kendimizi kandırmamıza gerek var mı? Tek parti dönemini yaşamışız, Allah demek yasaktı, Kur’an yasaktı. O şartlarda bile hassasiyetini muhafaza etmişsin, bugünlere taşımışssın. O zaman şu anda, Müslümanın zihni çok daha hızlı çalışmalı. Devlet bürokrasisinden olmayla Müslümanlığı kurtaracağını zannetmek çok yanıltıcı bir şey. Bazen büyük düşünüyoruz havasına girip, eski ve değerli şeyleri küçümsüyoruz. Bugün çok övülen, siyasî iktidardaki hareket bile, küçük değerler sayesinde bu kadar büyük mücadelenin içerisine girdi. Dolayısıyla bugün çöken küresel sisteme alternatif bir sistem üreteceksek, kimsesizler, mağdurlar, mazlumlar için bir medeniyet olacak isek, buna uygun dil ve anlayışımız olmalı. Şu anda cılız da olsa böyle bir söylem var. Ama laf ile peynir gemisi bir yere kadar.

“Tek parti dönemine rağmen bu millet değerlerini muhafaza etti dediniz” Şu anda harıl harıl çalışan beyinler olması gerekirken, uyuşukluk var. Bunun sebebi ne, rehavet mi?
Evet rehavet var. Hz. Peygamber’in hadisinde de buyurduğu gibi, “iki günü birbirine denk olan zarardadır.” Mevlana da, “bugün yeni bir gün, yeni şeyler söylemek lazım cancağızım.” Michel Foucault’nun “kapatılma” dediği bir düzenek var. İktidar, Müslümanları bir zamanlar gayrı meşru ilan ettiyse, Müslümanlar varlığını korumak için bir strateji geliştirir. Ama bu strateji tarih üstü, zaman üstü bir strateji değildir. Bu o dönemin koşullarına ilişkin geliştirdiğiniz bir şeydir. O dönem, katı devletlerin olduğu, akabinde Soğuk Savaş’ın olduğu bir dönem. Şimdi başka bir evredeyiz, 1930’ların dönemini yaşayan Müslüman kesim yok. Siyasî iktidar “Müslüman’ım ben” diyor. Yani bu adamlar Kuzey Kore’den gelmedi, eleştirilebilirler. Sosyoloji buradan. Değişen bu sosyolojiye mütenasip zihnî bir okumanız, bir politik okumanız, bir açılımınız var mı? Biz hala 1930’ların davranış yapısını, varlığını buraya taşımaya çalışıyoruz. Yaşadıklarımızdan ders alacağız. 1930’ların sancılı dönemine ait esaret altındayız. Bu esaretten bir an önce çıkmalıyız. Başka bir dünyada, başka bir tarihteyiz. Aynı şeyi yaparsak hüsrana uğrarız. Bu işin bilinç altı meselesi de var. Bizi öteleyen, dışlayan bir iktidar ile muhataptık. Şimdi iktidardayız, buna dair bir şeyler yapmalıyız. Vakfın mütevelliyetinde nasıl çalışacağını bilen adam, devlete geçtiği zaman ne yapacağını bilmiyor; orayı da vakıf zannediyor. Yeni dönemi okumamız lazım. Mesela Müslüman kadınlar üniversitelere girdi, başörtüsü yasağı kalktı. Kamu hayatında, sosyal hayatta Müslüman kadının ortaya ne çıkaracağı yeni yeni görülüyor. Müslüman kadın bağımsızlığını kazandı. Türkiye’de Müslüman nüfus yüzde 99. Boşanma oranımız, evlenme oranımızı geçiyor. Bu daha geniş ölçekli bir sıkıntı. Bu siyasî analizle anlaşılamaz. Bu gündelik hayatın tam kalbinde bir problem.

Bir yazınızda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ensar Vakfı’nda yaptığı konuşma üzerinden Türkiye’nin kültür ahvalini ele aldınız. Siyasî iradeden ziyade, toplumun kültürel iktidarı nasıl elde edeceği hususunda, şahıs üzerinde duruyorsunuz. Siyasî irade, kültürel iktidarı elde edebilmek için herhangi bir hamle yaptı mı?
Toplumda olmayan bir şeyi, siyaset topluma sunabilir mi?

Gaye sunabilir…
Ensar Vakfı örneğini şu sebepten vermiştim, burada esas itibariyle sıkıntı etmesen de olur. Provokatif olsun diye olması gereken şeye vurgu yapmak istiyorum. Genel kuruluna cumhurbaşkanı gelsin, siyasetçi de gelsin. Ama Ensar Vakfı’nın başkanı çıksın kürsüye, hem heyetine, hem devletin heyetine hitap etsin. “Arkadaş mesele budur, sizin buna çalışmanız lazım” desin. Pat pat sıralaması lazım. Siyaset, nihayetinde pragmatik bir şeydir. Toplumdan oyunuzu alıyorsanız, ilişkinizi yürütüyorsanız, çok fazla dallandırmanıza gerek yok. Ama toplum yönelim ve arzularıyla siyaseti baskılarsa, siyaset toplumun karşısında duramaz. Asıl tehlike şu, “bizim kültürel iktidarımız yok” diye bağıran kişi Ensar Vakfı’nın genel başkanı değil, bilmem ne cemaatinin de başkanı değil.

Hakeza Necip Fazıl Ödülleri’nin Cumhurbaşkanı tarafından kendisine verilen “aydın”ımız, meseleye dair bir şey söylemiyor da “Cumhurbaşkanım, senin yürüyüşüne kurban” diyor. Sıkıntımız bu herhalde?
Tam o. Cumhurbaşkanının yürüyüşüne kurban olalım sıkıntı yok da, ilişkide ters bir şey var. Politik bir duruş olarak cumhurbaşkanı bir semboldür. Milletin özgüvenini temsil eder. Birbirimize propaganda çekmemize gerek yok. Zaten o yüzden yüzde 50’nin üzerinde oy alıyor. O yüzden 15 Temmuz’da millet canını verdi. Bizim kurban olmamızı gerektiren bir durum yok, şartlar olduğu zaman millet desteğini veriyor. Cumhurbaşkanı en son Ensar Vakfı’nda “kültürel iktidarımız yok” diyor. Yani demek istiyor ki, “çalışın çabalayın destek vereyim, bunu da ben yapamam, bunu anca siz yaparsınız” diyor. Kültür şurasında da buna benzer bir şey vardı, “proje getirin, ben desteklerim” diyor. Dünya siyaset tarihinde böyle bir konuşma yoktur ya. Siyasetçi kendi kitlesine dönüp, “bana lütfen proje, proje” diye yalvardığı bir şey söz konusu olamaz. Tam tersine, sivil kesimler siyaseti kuşatır “şu talebim, şu projem var, bana destek ver” der. Lider de seçer. Bizde iş tersine dönmüş vaziyette.

Bu şartlar altında bu iktidarın bugüne kadar gelmesi de ayrı bir şey.
Allah bunun hesabını sorar. Bir de başka türlü sıkıntılarımız da var. Bulunduğumuz mevkilerin hakkına uygun şeyler vermiyoruz. Eğitim sendikasındayız şu anda. Bizim camiada resmi olarak bir milyon öğretmen var. Sayısız okul var. Fabrikanın, postanenin, askerin, polisin olmadığı yerde okul var. Bu okulların basit bir işleyişi var. Müdür, müdür yardımcısı gibi birtakım idareler oluşturulmuş. Kendi nevi şahsına münhasır bir şey. Bizim camianın olduğu dönemde, bu işler kayırmaya, istismara dönüştürüldü. Bunun vebali olmaz mı, hesabı nasıl ödenecek. Bu stratejik bir şey de değil, bir yere adam yerleştirir “burada tarihî bir misyon var, usulü askıya aldım” dersin. Anlarsın. Mamak ilçesinin bilmem neresinde, müdür yardımcısı koyacakmışız. Ne gerek var? Bu adamı yozlaştırıyoruz, bütün ilişkiler yozlaşıyor. Kendi kendimize operasyon çekiyoruz. Bizim tam bu şartlar altında, içeriden dönük projeler ortaya koymamız lazım. Bunu cumhurbaşkanı sisteminde de konuştuk, denge denetleme kurumlarını, kendi içimizde kurmamız lazım. Müslüman Müslümanın kardeşi değilse, birbirimizin kolundan tutmazsak, sadece gaz verirsek, vay halimize, helak oluruz.

Abdülhâkim Arvasî Hazretleri 1900’lü yıllarda İstanbul’da… Bir Mü’min gelip diyor ki, “efendim dua edin de Müslümanlar kurtulsun”. Efendi Hazretleri de buyuruyor ki, “sen bana ümmeti’i göster ben de kurtulması için dua edeyim.” diyor. Biz herhalde öyle bir haldeyiz.
Bazı şeyleri kendimiz görmeliyiz. Biz dışarıya mazeret üreterek, dışarıyı büyüterek bir şey yapamayız. Psikolojik olarak en sağlıklı ilişki vaziyeti görmektir. Vaziyeti görürsek, sorgularsak bir şeyler olur, tam aksini yaparsak, vay halimize. Yedi düveli dize getiriyoruz modunda gidersek, kendimizi kandırırız. Savunma mekanizmaları iyidir, bünyeyi dengede tutar, aşırı yüklenirseniz bu hastalık belirtisidir. Gerçeklikten koparsınız, bunun ümmete faydası yok.

Stalin’in düştüğü duruma düşülür...
Elbette. Böyle bir şeye gerek yok.

“Yürüyüşüne kurban” meselesi üzerinden gidersek, bunlara yol mu veriliyor. İktidar eğer isterse bu insanların önü kesilir ve bu şahıslar “münevver” diye pazarlanmaz. Açık konuşalım, Tayyip Erdoğan birisine “iyi” dediği zaman toplum onu iyi olarak kabul ediyor.
Peki burada suç kimin?

Suç baştan aşağı herkesin.
Denklem şu, diyelim ki Tayyip Erdoğan politik bir figür. İnsanlar ona misyonlar yüklüyor, II. Abdülhamid benzetmeleri yapılıyor. “Ümmetin lideri” falan deniliyor. Buna sınır koyacak halimiz yok. Mesela, Tayyip Erdoğan bundan istifade ediyor diyelim, onun siyasî hayatı için işlevsel bir şey görülüyorsa, bir siyasetçi olarak onun müdahalesini beklememiz bizim zafiyetimiz olur. Keşke Erdoğan bunun önünü kesse. Hz. Ömer hutbede, kadın bağırıyor, “sen bu hükmü nasıl veriyorsun, kafandan mı” diyor. Şimdi bizim yakaya yapışıp, “arkadaş burada galiba bir tuhaflık var” diyen Müslüman’a ihtiyacımız var. Siyaset bunu gözetmiyorsa ne yapılması lazım. Üst bir noktaya kadar götürdü, iyi gitti, bir noktadan sonra başka yere kaydı mesele. O zaman ne olacak? Biz hem bölgesel, hem küresel çapta büyük çaplı hadiselerin üst üste bindiği kritik bir eşikteyiz. Dolayısıyla makro söylemler, ayrıntıyı-mikroyu örter. Oysa şeytan gerçekten ayrıntıda gizlidir. Bizim varlığımızın gücü ve selameti kendi niteliğimiz. Biz kendimizi ne kadar inşa edersek, dışarıyla içeriyle boğuşmamız o kadar kuvvetli olur. Çok ciddi zaaf var, politik atmosfer de bunu besliyor. Tayyip Erdoğan’ın arkasında saf tutulacak güzel, bu durum sonra şuna dönüşür; Tayyip Erdoğan bir süre sonra senin zaaflarını örtecek? Burada Tayyip Erdoğan’ın da suçu olabilir. Bizim “suç Erdoğan’da” diyebileceğimiz bir vaziyette değiliz.

Alttan yönlendirebilen bir taban olsaydı belki, o zaman işler kolaylaşabilirdi.
Tabiî onu beslemek lazım. Bunun için her geçen gün daha da zorlanıyoruz. İddialarımız üzerinden sınanıyoruz. Bir şiirde geçiyordu sanırım bu söz. Dolayısıyla performansımıza bakmamız, toplum-siyaset arasında bir katman yapmalıyız. Siyaset toplumu değil, toplum siyaseti yönlendirmeli. Siyaset toplum üzerinde ağır basıyorsa, ondan hayır gelmez Bu ülke Fetret devirleri yaşadı, alt üst oluşlar yaşadı. Toplum ayağa kalkmasını bildi, yeri geldi içinden iktidar da çıkarttı.

Anlattıklarınıza göre, Fetret döneminden daha da kötü durumdayız öyleyse.
Ben yazılarımda politik analiz yapmaya çalışmam, aksine bu kolaycılık. Bu iyi bir şey olabilir. Bizlerin sivil inisiyatifler, vakıflar, dernekler, kuruluşların kendi dertleri, arayışları olmalı. Destek veriyorsanız, ki veriyoruz. Oy kullanıyoruz. Denetlemede, yönlendirmede, kültürel yönde takipçilik yapmalıyız. Ramazan ayındayız, kültürel iktidarımız olmalı. Atıyorum Kızılay’da Almanya’dan gelen bir Alman vatandaş tesettürüne dikkat etmek zorunda hissedebilir. Bu böyle bir şeydir, fizikî bir baskı değildir. Kültürel iktidar bir atmosfer işidir. Bu devletin, politik, güç enstrümanlarıyla besleyeceğiniz bir şey değildir. Öyle bir anlayış inşa edersiniz ki, bu dil edebiyatınıza, sanatınıza, duruşunuza yansır. Hatta giyiminize bile. Sizin dışınızdaki ondan etkilenir, farkında bile olmaz. Hiçbir şey yaşamadan girer. Karşı da koymaz. Çocuklarımızı kim terbiye ediyor? Giyimini kuşamını, zevklerini, beğeni seviyesini kim oluşturuyor. Kültürel iktidar böyle bir şeydir. Çanak, çömlek takarak bir kimliğin taşıyıcısı olamayız.

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun bir sözü var, “her dünya görüşü yeni bir dil.” Bizim o zaman İslâm’a muhatap bir anlayışa ihtiyacımız var.
Tabiî. Aynen öyle.

İslâm’ı hayata nasıl tatbik edeceğimize dair yeni bir anlayışa ihtiyacımız var. Üstad Necip Fazıl’ın “İslâm yenilenmez, anlayış yenilenir” dediği mesele. Bu çerçevede bir tatbik fikrine ihtiyacımız var.
Bu anlamda Özgür Eğitim-Sen’in makro analizlerde boğulmasına gerek yok. Memleketin ücra köşesindeki bir derneğin, küresel sistem analizlerinde boğulmasına gerek yok. Bir yardım kuruluşunun motivasyonu, dünyanın ekolojik sorunlarında, Rockefeller’in ne yaptığında, MOSSAD’ın ne ettiğinde kaybolmaması lazım. Gücümüzün yettiği, kolumuzun ulaştığı, yanımızda aç susuz kalanlara yardım eden bir hassasiyet gözetirsek işler kendiliğinden çözülür. Bunu yapmak için ciddi bir stratejiye gerek yok. Siz samimi olursanız, gayretiniz yerinde olursa; Allah size bilmediklerinizi öğretir. Biz yapmadığımız şeyleri, gözetmediğimiz hassasiyetleri, sorumluluklarımızı politik duruşlar üzerinde göreceğimizi sanıyoruz. “Politik olarak doğru kişinin arkasında durayım, bütün işler hallolacak” böyle bir şey yok. Şu anda iktidar var; 7 Haziran’ı tekrar düşünmekte fayda var. Tek başına iktidar olunmayınca, insanlar ne hissetti, hangi korkularla cebelleştiler; bunu hatırlasınlar... İktidar da Allah’ın günlerinde değişir.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Teşekkür ediyorum, kolay gelsin.

Baran Dergisi 547. Sayı