1971 yılında 12 iş adamı tarafından kurulan TÜSİAD, kuruluş amacını, “Türkiye’nin demokratik ve planlı yollarla kalkınmasına ve Batı uygarlık seviyesine çıkarılmasına yardımcı olmak” şeklinde ifade eder.

Başkanlardan biri kuruluş sebebini, CHP milletvekillerine, İstanbul ile İzmit arasındaki sınaî müesseseleri tanıtmak olarak açıklıyor. 70’li yıllar İslâmcı hareketlerin siyaset sahnesinde ivme kazandığı, Üstad’ın Millî Nizam Partisi’ni desteklediği, 1975 yılında GÖLGE dergisi ve 1979 yılında Akıncı Güç patlamasının olduğu yıllar. Ne kadar alâkası var bilemeyiz ama, Batı ekseninin dışına çıkmak Tüsiad’ı da rahatsız etmiştir, diyebiliriz.

Türkiye’nin kaymak tabakası, böyle bir teşkilatlanmayla 1971’de sahneye çıkmasına rağmen, ancak 1979 yılında Ecevit hükümetini dışa açılma politikaları hususunda uyarmasıyla dikkat çekmiştir. Tüsiad’ın gazetelere ve iki dergiye verdiği ilanlardaki eleştiriye Ecevit, “işadamları paralı muhtıra verdi” diye tepki göstermişti. Artık Tüsiad iktisadî bir grup olmaktan çıkıp baskı ve çıkar grubu olmuştu ve hükmettikleri sermayenin büyüklüğüne güvenip hükümetlere muhtıra verebiliyordu. Fakat o zaman gelen tepkiler üzerine ilanların bir kısmı yayınlanmamıştı.
Tüsiad 24 Ocak Kararlarını ve 12 Eylül darbesini desteklemiş, çıkarını orada görmüştü. 24 Ocak Kararlarındaki neo-liberal program onların aradıkları idi. Beynelmilel sermayenin ve Dünya Bankası’nın pazarladığı “yapısal uyum”a geçilmişti… 1996 yılında Gümrük Birliği’ne geçişi destekledikleri gibi 28 Şubat 1997 darbesinin de yanında yer aldılar. Tüsiad, Amerika’nın meşru olmayan bir biçimde Irak’a müdahalesini de desteklemiştir. Efendileri olan AB için Kıbrıs mevzuunda taviz verilmesi yönünde hükümeti sıkıştırmışlardır. Bir de bütün bunları “demokrasinin ilerlemesi(!)” adına yaptıklarını iddia etmişlerdir.

Ak Parti döneminde ise, kârlarını katlamalarına rağmen ideolojik sebeplerle Ak Parti’nin devrilmesi için uğraşmışlar, halkın değerlerini değil, Batı’nın değerlerini üstün tutmuşlardır. “Laik-demokratik çizgiden sapmalar gösterdiği takdirde hiç çekinmeden cesaretle Ak Parti’yi eleştireceklerini” söylemişlerdir. Tüm bunlara rağmen Ak Parti’nin tıpkı FETÖ gibi uzun yıllar bu çıkar grubunu beslediğini ve her seferinde ihanetleriyle karşılaştığını da ifade edelim.

Tüsiad, kendi içinde katı bir yapıya sahip olup, “Zenginler Kulübü” olarak nitelenmektedir. Tuzu kuru İstanbul sermayesi de diyebiliriz. Herkesi üye yapmıyorlar, ekonomik gücün yanı sıra iki üyesinin referansı gerek. Beş yüz civarında üyesi var ama, demokratik bir yapısı yok. Kongreler, başkan adayları, seçimler falan yok. Yani kendi içlerinde demokrasi yok, atama usulü çalışıyorlar. Halka tepeden baktıkları gibi, çok güvendikleri uluslararası sermaye güçlerinden dolayı hükümetlere de öyle bakıyorlar. Halktan kopuk ve malikânelerinde, yalılarında yaşıyorlar. Kast sistemi gibi bir hayatları var.

Tüsiad zenginleşirken Türkiye’nin zenginleşmemesi dikkat çekici. Burada sezgisel olarak hemen şunu söyleyebiliriz ki, Türkiye’nin zenginleşmesi ancak bu ve bunun gibi “Zenginler Kulübünün” belinin kırılmasıyla mümkündür. Bir zenginler kulübü gitsin, Ak Parti’nin zenginler kulübü gelsin demiyoruz. Biz özü itibariyle kapitalist sisteme karşıyız ve Necip Fazıl’ın dokuz prensibinden biri de, “sermaye ve mülkiyette tedbircilik”tir. Yani bizde halka ve devlete kafa tutacak seviyede sermaye urlaşmasına müsaade edilemez. Osmanlı bunu çok güzel çözmüş, vezirler ölünce kifayet miktarını mirasçılarına bıraktıktan sonra geri kalanı müsadere etmiş idi. Vezirler de sermaye fazlalığı olunca biriktirmeyip vakıf eserlere harcıyorlar idi.

Türkiye’nin kalkınmasında Tüsiad’ın oynadığı rol üzerinde duralım:

Montaj sanayi ile Tüsiad’ın babaları zengin oldu. İthal ikameci modelle yine onlar zengin oldu. Bu modelin sonuna gelince de itiraz eden kendileri oldu. Fakat beslenirken sesleri çıkmadı. Şimdi Koç’a “yerli araba yap” diyor hükümet, ama “kârlı değil” diye yanaşmıyorlar. Ülkenin çıkarını ve prestijini düşünmek onlar için kârlı değil. Zaten hiçbir zaman düşünmedi bu kapitalist sınıf. Beyaz Türklerin ve Baronların aslı bunlar… AB’ci ve IMF’ciler. Ülke menfaatlerini değil, küresel sistemle bütünleşmeyi amaçlıyorlar.

Batılılaşma yanlılarının “Evrensel insanî değerler”den kastettikleri, kapitalist ve lâik sistemin sürdürülmesidir. Yoksa mülteci krizinde Batı’nın insanî değerleri hiç tartışılmaz, İslâmafobik cinayetler sorgulanmaz, bu hususta Tüsiad, raporlar hazırlamaz, Avrupa’daki şubelerini harekete geçirmez.

Hem yiyorlar, hem içiyorlar, ondan sonra “gelir ve fırsatlar adil dağıtılmadığı, kendini dışlanmış görenler çoğaldığı için endişeliyiz” gibi açıklamalar yapıyorlar. Gelir dağılımındaki uçurumun müsebbibi kendileri iken utanmadan böyle açıklamalar yapabiliyorlar. Tüsiad’çı Cem Boyner de beyaz Türkler kalkışması da denen Gezi olaylarında “çapulcuyum” diye açtığı dövizin arkasında pişkin pişkin poz verebiliyordu. Ne alçakgönüllülük (!) böyle.

Faiz ve Tüsiad ilişkisi üzerinde duralım. Sanayici olarak faizlerden rahatsız olmaları gerekirken Tüsiad’ın sesi pek çıkmaz. Çünkü kapitalizm faizi sever, faiz lobisi ile de Tüsiad’çıların ilişkisi var. Milyarlarca dolar her yıl yurtdışına çıkıyor ve bankaların yabancı ortaklıklarıyla ilişkileri oldukları iddiası var. Türk insanının emeğini toplayıp faiz lobisini yaşatıyorlar, tatlı kârlar elde ediliyorlar.

Türkiye’nin uluslararası alanda bir tane markası yok ve Tüsiad’ın ekonominin %80’ine hükmettiği söyleniyor. Bunlar nasıl işadamı ki bu kadar palazlanmış olmalarına rağmen ülkelerine ait dünya çapında bir tane uluslararası marka meydana getirmemişler? Kore’nin Samsung’u, İtalya’nın Fiat’ı, Hollanda’nın Philips’i, Japonya’nın Sony’si meşhur; peki bizim dünya çapında bir markamız var mı?

Bir işadamı derneği değil de, sivil toplum örgütü olarak kendini vasıflandıran Tüsiad, toplum için değil de, yabancı güçlerle işbirliği eden bir örgüt gibi çalışmıştır. Yaptıklarına ticaret denip seyirci kalınamaz; çünkü onların ticareti ve sanayi faaliyetindeki amaç, bağımlı ekonomidir. Bu ise siyasî esaretle eş anlamlıdır.

Tüsiad gibiler bağımlı ekonomiyi savunuyorlar. Çünkü Batı müsaade etmiyor. Mesela Koç, İtalyan Fiat, Amerikan Ford gibi firmalarla çalışıyor. Yerli arabaya girmez tabiî. Batı’daki ağababaları ne kadar müsaade ederse o kadar. Yoksa ülkesi için niçin risk alsın? Beyaz eşyada Koç grubu kökleşmiş ve birçok sahada tekelleşmiş. Bunların tekelinden ülkeyi kurtarmak lâzım. Tabiî bu lafla olacak bir şey değil.

Türkiye’nin iktisadî meselesi Tüsiad’ın meselesi değil, fakir fukaranın meselesi bunların meselesi değil, çocukları okutmak için saçını süpürge eden kadınlar bunların meselesi değil, komşusu aç iken tok yatan bunların meselesi hiç değil. Şimdi sormak zorundayız: Bu vatan daim ve kaim olarak bizim ise, niye bu adamlar sermayeye, medyaya hükmediyorlar, ekonomik hayatımızı belirleyebiliyorlar? Çoluk çocuğumuzun aşının, ekmeğinin hesabı onlardan geçiyor, işçisinden memuruna kadar emeğinin karşılığını alanlar aslan payını onlara bırakıyor? Orman kanunu mu geçerli?

15 Temmuz Şanlı Şahlanışından sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bütün sokakları süsleyen şu afişindeki vatanını sahiplenme duygusu hoşuma gitmişti: “Biz milletiz, Türkiye’yi Darbeye ve Teröre Yedirmeyiz!” Evet, çok doğru. O zaman ekmeğimizi de Tüsiad gibi teröristlere yedirmeyelim. Bunlarla işbirliği yapıyorsa hükümete de bunun hesabını soralım. Ak Parti’yi desteklememiz ilkeler dâhilinde olduğuna göre bunu sormak hakkımızdır.

“Küreselleşme” planlarını sorgusuz sualsiz benimseyen Tüsiad’ın ülkenin çıkarlarını değil de kendi çıkarlarını hedeflediği açık. Çünkü küreselleşme ile topluma refah yayılmadığı gibi, uluslararası sermayeye daha çok alan açılmak istenmiş, olmazsa küresel darbelere yol açılmıştır. 17-25 Aralık ve 15 Temmuz darbelerini de böyle görmek lâzım. Siyasî, kültürel ve iktisadî olarak içimizdeki işbirlikçilerle de hesaplaşmamız gerekiyor.

Devlet açısından en zayıf nokta dış açık ve döviz meselesidir. Bu meselede ekonominin dışa bağımlı olması en büyük sorundur. Sermayemiz de dış tesirlere ve manipülasyonlara karşı durabilmelidir. Yabancı sermaye yatırım amaçlı gelebilir. “Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları” kitabında olduğu üzere, bize borç verip bağımlı kölelere çevirmek için değil. “Şirketokrasiyle Yönetilen Küresel İmparatorluk” ve buna eklemlenmekten mutlu ve gururlu olan Tüsiad, algı operasyonlarında usta olan medyasıyla Batı emperyalizminin karşısında değil, tam yanında yer almaktadır. Artık kurtuluşumuz için yeni bir Türkiye olmalı; tarihî, bölgesel ve kültürel şartlar Türkiye’yi aslına dönmeye çağırıyor. Tarihin akışı artık böyle.
Dışarı ile bağlantılı ekonomik krizler çıkararak veya onlara destek vererek meşru hükümetleri devirmek ve halkın iradesini gasbetmek, ekonomi kılıflı darbeciliktir. Soros darbeleri buna misal. Fakat ABD ve Batı emperyalizmi artık eski gücünde değil ve ekonomik dinamizm Asya’ya kaymış vaziyette. Bu da bizim için avantaj. İçimizdeki kan emicileri temizlemek için fırsat. Şunu bilelim ki, onlarla uzlaşmak demek, günü gelince ihanete uğramak ile eş anlamlıdır.

Tüsiad’ın, İmam-Hatiplerin kapatılmasını destekleyici raporları hafızalardadır. Fakat AB üyeliğinin ve bilhassa gümrük birliğinin dezavantajlarını niçin hiç dillendirmezler? Dokuz yuvarlak masa ve yuvarlak masaların bünyesinde yer alan 32 çalışma grubu ile ve Tüsiad Üniversite Forumları’nın desteğiyle övünüyorlar. Ama Batının ikiyüzlülüğü, Sisi darbesini ve 15 Temmuz darbesini desteklemelerini, mültecilere gösterdikleri taşkalpliliği neden rapor ve araştırmalarında konu edinmezler? Tüsiad üyesi Özdemir Sabancı’yı öldürenleri iade etmeyen Belçika’ya karşı bir eylem planları da olmamıştır. Yoksa hedef gösterdikleri “Batı uygarlık seviyesi” bu tavrı mı gerektiriyor?  Bunların bağlantılı olduğu Boğaziçi Üniversitesi ecnebi güçlerin, istihbarat ve düşünce kuruluşu görevlerini ifa eder. Kültür emperyalizminin ileri karakolu vazifesi görür bazı üniversiteler.

Yabancı devşirmesi sivil toplum kuruluşlarının çalışmaları yakın plana alınmalı, çünkü şeffaf olmalıdır. İstediği fikri savunabilirler; ama devşirme örgütlere ve dışarıdan finanse edilen sivil toplum kuruluşlarına dikkat etmek gerekir. Çünkü bunların hiçbir meşru tarafı yoktur ve ülkede de bir tabana dayanmazlar. Ancak ayrılıkları körüklerler o kadar.

Tüsiad’ın demokrasi söylemleri de hilecidir. Mesela etnik ve azınlık haklarında son derece liberal bir yaklaşım sergileyen Tüsiad, İslâm’a dair meselelerde aynı yaklaşımı sergilememektedir. Çoğunlukçu olmamaları bir yana, çoğulculuk yaparken bile Batılı efendileri gibi çifte standart uygulamaktadır, yani Tüsiad’ın çoğulcu olmadığı açık. “Katılımcı demokrasi anlayışını benimsiyoruz” palavralarını da bu minvalde okumak gerek. Kılavuzu karga olanın, yani insanlık değerlerini Batı’dan alanların eli Filistinlinin, Suriyelinin, Iraklının, Azerînin kanındadır. Öyle değil mi?

Kamu dışı millî gelirin yarısını (%50) oluşturan bu hacimli şebeke insanın ihtiyaçlarının istismarı üzerinde kendini idame ettirmeye çalışan kapitalizmin içimizdeki ayağıdır. Gelir dağılımındaki uçurumun da sebebi buralardadır. Paylaşımcı ve dayanışmacı modellerin değil, rekabetçi ve çıkarcı bir sistemin hâlâ hâkim olmasının sebebi de aynıdır. “Tüsiad’a haksızlık yapmıyor musun, kayıtlı istihdamın %50’nin (kamu ve tarım hariç) onlar sağlamaktadır” denilebilir. Şu bilinsin ki, işsizlik sorununu düşündükleri için değil, kendi ceplerini doldurmak için fabrika açılıyor.
Tüsiad’ın 2005 yılı itibariyle Türkiye ekonomisindeki katma değer payı %43.7’dir. Şu nüans, sebebin rolü itibariyle önemlidir. Tüsiad, Batı ekonomisinin taşeronu olmaktan, yıllardır montaj sanayinin aktörü olmasına kadar kendi çıkarını düşünmüştür. Yani katma değer üretme amacını taşıyan bir kuruluş değildir. Ekonomik çıkarlarını gözetirken, haliyle katma değer de doğmuştur. Ayrıca şunu da ilave edelim. Bu katma değer oluşturulurken ithalat ne kadar artırılmıştır? Dışa bağımlı bir kalkınma mı olmuştur? Bu notu da ilave edelim; Avrupa’dakinin tersine devlet eliyle kapitalist zümre oluşturan Cumhuriyet rejiminin üretimi olan Tüsiad’ın (Koç’un zengin olması vesaire) temelleri, müteşebbis gücüne, yani alın terine dayanmaz. Hâlbuki Batı’da kapitalist sınıf devlet destekli değil, kendinden doğmuştur.

Üyelerinin yarısı paralel sempatizanı MÜSİAD gibi kuruluşların ne kadar alternatif olacağı önümüzdeki süreçte belli olacak. Gerçekten İslâm’ın dayanışma ruhunu ve kapitalist sisteme düşmanlığımızı pratikte tecelli ettirmeliyiz. Topyekûn savaş ve topyekûn kurtuluş günlerindeyiz. Radikal tavır alınmalı. FETÖ’ye karşı olmak yetmiyor, ‘ılımlı İslâm’ zihniyetini de sorgulamalıyız; o zaman Tüsiad’a sıra gelir ancak! İşin aslında biz kendi sistemimizi, bunun ahlâk ve anlayışını kuşanmadan kurtuluşa eremeyiz.

Biz ise kapitalist yoldan sanayileşmek değil, insanî yoldan sanayileşmeyi savunuyoruz. Sermayeye karşı değiliz, sömürüye, devlet ve hükümetlere kafa tutan sermaye güçlenmesine karşıyız. Kısaca, “Biz milletiz, ülkemizi darbeye ve teröre yedirmeyiz!” dediğimiz gibi sermaye baronlarına da yedirmeyelim. Şehidlerimizin kanına her zaman sahip çıkalım! Müteşebbisi teşvik ettiğimiz gibi, çalışan da köleleşmesin, hem iş güvencesinden, hem emeğin karşılığından emin olsun. BD-İBDA dünya görüşü ise kapitalist sisteme fikrî, siyasî ve iktisadî olarak karşı çıkan ve bizce insan ve toplum meselelerinin halli davasında kurtuluş reçetemizdir.

Askerî vesayete karşı olduğumuz gibi, Tüsiad benzeri kuruluşların vesayetini de kırmadan bize özgürlük yoktur. Emeğimizi çalan, birçok şeyimizi de çalıyordur. Bunun idrakinde olalım. Tüsiad hâlâ burnu havada ve buyurgan tavırda. Bu hal onlarda o kadar kökleşmiş ki, Batıcı çizgiyi korumak uğruna bazen çıkarlarını bile önemsemiyorlar. Ekonomik güçlerinden dolayı milleti güdeceklerine ve sömürü sistemini sürdüreceklerine güveniyorlar. Hükümet ise çaresiz. Yani seferberlik hâlimiz sürüyor.


Baran Dergisi 521. Sayı

05.01.2017