Üstad Necib Fazıl’ın vefatının sene-i devriyesinde yine çeşitli programlar yapıldı, şiir dinletileri düzenlendi, belgeseller yayınlandı. Ama içimize oturan bir şey vardı ki, onu da yazmak için vesile bugün doğdu.

Erenköy’de iki katlı bir taş konak... Misafirlerini burada ağırlamış, ömrünün son yıllarını bu konakta geçirmiş, ebedî istirahatgâhına buradan uğurlanmış Üstad Necib Fazıl. Salih Mirzabeyoğlu “sevgili” dediği Üstad Necib Fazıl’la bu konakta buluşmuş. “Necib Fazıl’la Başbaşa” isimli eserinde yazdığına göre, o konağın bahçesinde, ziyarete erken geldiği zamanlar birkaç dakika vakit geçirirmiş. 

Evin mülkiyeti ona âit değilmiş, kiracıymış. Ne olduysa olmuş, mülkün sahipleri 2006 yılında bu konağı yıktırıp yerine devasa bir apartman inşa etmiş. Kimsenin ruhu duymamış. Kadıköy belediyesi yıkıma izin vermiş, Büyükşehir belediyesi de onaylamış. Mehmet Kısakürek’in Ankara’ya giderek durumu bildirdiği, fakat bir netice alamadığı da biliniyor. Acaba aynı Kadıköy Belediyesi orası Nazım Hikmet’in yaşadığı mekân olsaydı ne yapardı, demeyeceğim. Düşmanlığın bu kadarına pes demekten başka!

Üstad’ın evinin yıkılmasının üzerinden 7 yıl geçmiş, araştırdığımızda evin bir fotoğrafını bile bulamıyoruz. Hakkında yazılmış küçücük bir makale bile yok. Sadece Yenişafak’ın haber yaptığına dair bir bilgi var ama ev yıkıldıktan sonra yapılmış.

Bu ülkenin damarlarında dolaşan kan olan Üstad Necib Fazıl’ın evini, koruma altına alıp müzeleştirecek bir idrakten nasipsiz, kolayca “yıkım” onayı veren belediyelerde mi suç sadece? Yoksa onlara bu kültürü veren müteahhit kafalarda mı? Dünyanın neresinde böyle bir olay görülmüştür? Düşünün, Dostoyevski’nin yaşadığı evin yıkılıp yerine apartman dikildiğini? Mümkün müdür?

Müze haline getirilmiş evlerin dünyada pek çok örneği mevcuttur: Victor Hugo’nun Paris’de Vosges Meydanı’nda bulunan müze evi, Shakespeare’in, Londra’ya iki saat uzaklıkta bulunan Stratford Avon kasabasındaki müze evi, Leo Tolstoy’un Moskova’nın Khamovniki bölgesinde yer alan müze evi, Puşkin’in St. Petersburg’daki müze evleri bunların önde gelenlerindendir.

Almanya’nın, Goethe’nin sadece kahve içerek sohbet edip, konferanslar verdiği birçok sıradan yeri bile müze hâline getirdiği bilinmektedir. Fransa’da Yahya Kemal’in Paris’te bulunduğu yıllarda sürekli gittiği ve Fransız şairleri, edebiyatçıları ile buluşup görüştüğü Cafe Closerie des Lilas adlı kahvehanede, her zaman oturduğu masasına adını taşıyan bir plaket koyulmuştur.

Petersburg’a gittiğinizde Dostoyevski’nin nerede yaşadığını, nerede dolaştığını hatta roman kahramanlarının izlerini bile bulabilirsiniz. Hakeza Kafka’nın izlerini Prag’da rahatlıkla sürebilirsiniz. Almanya’da Van Gogh’u bulursunuz. Paris’te Sartre ve Camus’ün vakit geçirdiği yerleri görme imkânınız vardır. Picasso’nun uğradığı her mekân koruma altındadır bugün. Amerikalı hikâyeci O. Henry’nin evi bile Texas’ta koruma altında. Amerika’nın öyle kültürel miras filân takmadığını düşünen “küçük Amerika” ülkemiz, bakıp örnek alır mı? Sanmam. Çünkü bu ülkelerde sanat, fikir ve edebiyata değer verilmektedir. Çünkü bu ülkelerde sanat, fikir ve edebiyat adamlarının sadece yaşadıkları yerler değil, yemek yedikleri lokanta, uğradıkları kafe hatta birkaç gün kaldıkları otel bile koruma altına alınmış, o ülkenin en önemli değerleri olarak yaşatılmıştır. Ya bizim ülkemizde? Sormaya ne hacet; apartmanı dikerler kafana!

“Yaptık bir hata geri dönüşü yok” deyip geçelim mi? Bence geçmeyelim. O mekânı tekrar eski hâline getiremesek bile, oraya bir müze-kütüphane-kültür sanat merkezi açabilir, evin tekrar aslı gibi olmasa bile benzerini yapabilir, yaptığımız yanlıştan en azından bu şekilde dönebiliriz. 

Aslında meselenin ironisi şudur ki, Necib Fazıl’ın ekmeğini yemiş yahut ona karşı olmakta şahsiyet bulmuş onlarca yazar, çizer, siyasetçi, edebiyatçı, şucu bucu, lafa gelince “Necip Fazıl’ın paltosundan çıktık” diyorlar, ama iş icraata gelince hiçbiri ortada görünmüyor. 

Velhasıl etrafındaki kalabalığa aldanmayın, Üstad Necib Fazıl yapayalnız yaşamış, ömrünün son demlerinde karşısına çıkan Salih Mirzabeyoğlu’na davasını emanet ederek ebedî hayata geçmiştir. Onun evine dahi sahip çıkmayan bizlerin davasına sahip çıkacağımızı iddia etmemiz de sakil duruyor üzerimizde fakat bütün zerrelerimizle layık olmaya gayret etmek vazifemiz.

Necip Fazıl’ın maddi evi yıkılmıştır ama manevi evi Salih Mirzabeyoğlu’nun kalbinden kalemine dökülenlerdir. Bunu bari anlayıp, bu evi muhafaza edelim, koridorlarında dolaşalım, sonsuza açılan kapılarından içeri girelim, korkmayalım, yürüyelim, herkesi bu eve davet edelim ki, “fikir, fikir, fikir” diyen Üstad’ın “müstesna genci”nin izinde “ideal evimizi” inşa edelim:

“evimi özledim – gerçek

ama o gerçek için zındandayım ben

yuva olsun diye bütün evler!” *

Üstad’ı anmak mı? İşte kısaca budur Üstad’ı anmak…

(*) Salih Mirzabeyoğlu, MÜNŞEAT –Önsöz-Bayramlık, İBDA Yayınları, 2. Basım, İstanbul 2004, s. 36

Baran Dergisi 386. Sayı...