Geçmişi anlatmaktan ziyade fikre ve aksiyona kıymet veren biri olduğumdan Üstad’la hatıralarıma da yazılarımda ve sohbetlerimde pek az yer verdim. Ancak yaşlılığın ve unutmanın getirdiği mahzurlara karşı ve yine bir aksiyona vesile olur ümidiyle bazı hatıralarımı paylaşacağım. Geleceğe ışık tutmak için geçmişi hatırlatmak da gerekiyor. Umulur ki bu maksada binaen güzel bir hatıra demeti olur.

Üstad’la fizîken tanışmam Kumandan Salih Mirzabeyoğlu vesilesiyle oldu. İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun 1979 yılında çıkardığı Akıncı Güç dergisi Üstad tarafından büyük bir teveccühle kabul gördü. Üstad, Akıncı Güç dergisi için “Müjdelerin Müjdesi” ve “Işık” yazılarını yazdığı gibi, İdeolocya Örgüsü eserinin sonuna eklediği “İslâmı Yenilemek” bahsini de Akıncı Güç kadrosuna ithaf etmiştir. Bu mazhariyete binaen Üstad Kumandan’ı Erenköyü’nde kirada oturduğu köşke davet eder. İki sevgilinin (Üstad ve Kumandan) fizîken de ilk defa bir araya gelişine tanıklık eden 8-10 kişilik Akıncı Güç kadrosu arasında ben de vardım. Aslında Kumandan 1966-1967 yılları arasında Üstad’ın Eskişehir’deki konferansında 15-16 yaşlarında bir genç olarak ona eşlik ve korumalık etmiş idi. Bu yaşlardan itibaren Üstad’ı içercesine okuyan ve genç yaştaki entelektüel çilesi içerisinde çözümleri onda bulan biri idi. Salih Mirzabeyoğlu’nun 1975’de Gölge dergisiyle aksiyona geçişi de, derginin önsözünde belirtildiği üzere, Üstad’ın muradının gölgesi olmak üzere yola çıkmak idi. Öyle ki ömrünün sonuna kadar Büyük Doğu davasını tavizsiz sürdürdü ve bu bağlılığından İBDA fikriyatı ve aksiyonu doğdu.

Üstad’la ilk tanışma gecesine dönersek... 16 Haziran 1979... Akşam namazını cemaatle kıldık. Üstad imamımız oldu, fikir, sanat ve aksiyondaki imamlığına mümasil olarak. Üstad 75’lik bir delikanlı, bizler ise gençler olarak onun etrafında yay gibi bir sofra etrafında dizildik. Akşam yemeğini piknik yemeği tarzında bahçede yedik. Üstad bize (Akıncı Güç kadrosuna), “evimin kapısını kapatıp cemiyete kapanmak durumundaydım.” der. Öyle ki, ukbâda yaşadığını belirtir. Bazı hayal kırıklıkları olmuş idi. Fakat Kumandan ve Akıncı Güç’ün çıkışı onu bayağı neşelendirmiş idi, hemen mevzulara girdi; O’ndan ruh adaleleri şişkin bir genç intibaı aldık. Zaten Büyük Doğu’yu ademe mahkûm etmek isteyen solcular gibi içimizdeki particiler (MSP) Üstad’ın, o zaman güçlü olan sola karşı sağ partileri toplama siyasetini (MHP’ye göz kırpma) anlamıyor ve Üstad’ı basit hesaplarla dışlamak istiyordu. Akıncı Güç’ün çıkışı ve Üstad’ın tekrar gündeme oturması hasedçiler tarafından, “ölü adamı dirilttiniz!” serzenişine yol açtı. Üstad’dan geç vakit ayrıldıktan sonra Kumandan’ın isteği üzerine (İslâm ihtilâl-inkılâbı) dua ettiğimi de ifade edeyim.

O gece, Üstad’ın yanında dört tane Büyük Doğu’cu genç vardı. Ayrıca daha sonra Ergün Göze geldi ki, o, Akıncı Güç kadrosunun aktif olarak yer aldığı ve benim de başında bulunduğum Yüksek İslâm Enstitüsü boykotlarının aleyhinde Tercüman gazetesinde ağır yazılar yazmıştı. Bu durumu söyleyip kendisiyle yüzleştik, “kem küm” etmeye başladı ve daha sonra oradan ayrıldı. Üstad’a bizi gıyabımızda da gammazlamış ancak bizi dinleyen Üstad, aksiyoner tavrımızdan dolayı gururlanmıştı. Üstad’ın bu tavrı bizi çok mutlu etmiş idi.

İftihar duyduğum başka bir hadiseyi daha anlatayım. 12 Eylül Askerî Darbesi üzerine Samandıra Kışlası’nda Akıncı Güç kadrosuyla birlikte 20 gün ağır işkencelere maruz kaldık. Akıncı Güç ve İKP-C eylemlerini bize yıkmaya ve oradan da Kumandan ve Üstad’la irtibatlandırmaya çalışıyorlardı. Biz, iddiaları reddettik ve Allah’ın izniyle 20 günlük çileden sonra oradan selametle çıktık. Direnişimizi haber alan Üstad’ın Kumandan vasıtasıyla bizi tebrik etmesi, çektiğimiz bütün çileleri unutturur nitelikte idi. Büyüklerin takdirinin küçükler üzerindeki rolü çok önemli imiş. 

Üstad’la fiziken tanışmadan önce de gençliğimi idrak eder etmez ondan haberdar idim, daha çok şiirlerine ilgili olup mücadelesine hayran idim. Ancak fikirlerini iyi tanımıyorduk. Üstad’ın 1976 yıllarında olacak, MTTB’de verdiği “Tarihte Yobaz ve Yobazlık” konferansı hatırlıyorum. Keza 07.05.1977’deki tarihinde Türkiye Yüksek İslâm Enstitüsü Federasyonu’nun İstanbul Spor ve Sergi Sarayı’nda (Harbiye) düzenlediği Mukaddesatçı Gençlik Gecesi Konferansı’na katıldığımı da hatırlıyorum... Üstad'la tanıştıktan sonra gerçekleşen 1980'deki Kültür Bakanlığı’nın Atatürk Kültür Merkezi’nde (Taksim) düzenlediği Sultanü’ş-Şuara ödül törenini de zikredeyim.

Üstad tam bir aşk, vecd, fikir ve aksiyon adamı idi. Onun sadece yazdığı şiirleri değil, bütün hayatı, konuşması, edası, öfkesi vs. şiir idi. Üstad’ın fikir yönünü Akıncı Güç dergisinde ve Salih Mirzabeyoğlu’ndan öğrendim, diyebilirim. Ondan önce Üstad’ı dinliyor, kahramanlığına hayran oluyor, şiirlerini ezberliyordum. Ancak temel eseri olan İdeolocya Örgüsü’nü, Salih Mirzabeyoğlu’nun işaretlemesi ve fikrine kaynak göstermesinden sonra ele alıyor, okudukça da Necip Fazıl’ın atılganlıktan başka bir fikir nizamı kurduğunu ve bir proje sunduğunu anlıyordum. Bu ise bizim tekâmülümüz, eşya ve hadiseler karşısında yorum gücümüz, tek kelime ile üstün fikri kuşanmamız demek idi. Pusulasız (BD) yol alınmaz ve pusulaya da bakmayı bilmek (İBDA) önemli.

Büyük Doğu Yayınları, 1970’lerin ortalarından itibaren ve Üstad’ın vefatı olan 1983 yılına kadar Alayköşkü Caddesi No: 2/4 (Üretmen Han’ın karşısında giriş katta) Cağaloğlu/İstanbul adresinde idi ve 1979-1983 yıllarında buraya gidip gelirdik. Üstad bu yaşına rağmen (yetmiş küsur) dinamizmini ve cemiyet kavgasını kaybetmemiş ve her gün Erenköy’den Cağaloğlu’na gelirdi. Daha çok yayınevinde Üstad’la görüşürdük, bazen de Erenköy’deki evinde. Zaten Akıncı Güç kadrosu olarak yayınevinde görevli idik ve Kumandan arabasıyla Üstad’ı alıp getiriyordu.

Önemli gördüğüm bazı olayları not alırım. Üstad’la ilgili şu hatıraları da notlarımdan sizlerle paylaşıyorum:

Mart 1980... Büyük Doğu’da oda tanzim işinde talimat veren Üstad’ın sesi: “Müthiş estetik-mimarî zevkim vardır.”

2 Mayıs Cuma 1980... Üstad’ın Büyük Doğu’da bize (Kumandan, Yalçın, Hüsnü, Harun ve Ben) ikindi aparatifi ikram etmesi. Hayri’nin bacağındaki rahatsızlıktan (galiba top oynarken olmuş) dolayı mevzu futboldan açılıyor. Üstad, futbolun çok saçma olduğunu, iki direk arasına girecek bir topu binlerce kişinin heyecanla seyrettiğini, hayatında velev ki yanındakiyle konuşmak ve vakit geçirmek için olsun bir kere futbol seyretmediğini anlatıp Fransızların İngilizlere şu sözünü nakleder: “Biz maçlara marseyyez (Fransız Millî Marşı) okuyarak çıkarız. İngilizler ise futbol var diye askere adam toplarlar.”

Ayrıca Üstad, Namık Kemal için, “sahte kahramanların en aşağısı” der. Hürriyet mevzuunda ise, “Hürriyet, kendi hürriyetine karşı olana hürriyetini vermezse tam hürriyet olmaz.” der. Bu sözde, demokrasilerin hürriyet söyleminin boş olduğu mânâsı da var. Üstad şunları da anlatır: Abdülhamid Han, Namık Kemal’i Midilli mutasarrıfı yapar, ayrıca aylık bağlar. Bunu Namık Kemal’in kaçmaması için yaptığını söyleyen oğlu Ali Ekrem’e Üstad, “Kaçmak isteyen için daha iyi imkân. Devletin istimbotu ile kaç!” diye cevap verir. Ayrıca Abdülhamid Han, Namık Kemal ölünce vasiyeti üzere Bolayır’daki Şehzade Süleyman Paşa’nın yanına defnettirir.

Bir gün Üstad, “Teknik(fen), ahmaktır.” der. Teknolojiye tapınmayı eleştiriyordu Üstad. Yine bir gün akşam üzeri onu götürecek arabayı beklerken, Büyük Doğu yayınlarında bizim oturduğumuz arka odaya gelerek bizlerle (Akıncı Güç kadrosu) sohbet etti. Bizim ilgimize hitap etmesi açısından olacak, zannedersem “suç ve teknik” diye bir kitaptan söz ederek, ileri teknik ile birleşen bazı kurnazlıkları anlattı. Bu mânâya dair çetrefilli birçok şekilden bahsettiği için aklımda pek kalmadı. Ancak Üstad’ın bu mevzulara bir genç gibi ilgisi bayağı dikkatimi çekti. Yani bu mevzularda da bizi solladı. 

5 Mayıs 1980... Büyük Doğu’da Reşat Aksoy (eski MSP mebusu) vardı. Kendisi Büyük Doğu’cudur. Uzun müddet Üstad’la sohbet ettiler. Üstad, 29 Mayıs’taki gecenin (Sultanü’ş-Şuara) provasını yaptığı için çok gençleşmişti. Bizim arkadaşlar da o geceye harıl harıl hazırlanıyorlardı. Zannedersem bıyıklarının az bir beyaz kısmı siyaha boyanmıştı. Üstad, “hakikatte güzel olan şeriatı bizim şahıslarda temsil ederken çirkin yaptığımızı, Batı’nın ise hakikatte çirkin olan bâtılı görünüşte güzel yaptığını” esefle belirtti. Ayrıca Arvasî Hazretleri’nin Hz. İsâ hakkındaki sorulara net ve kısa cevaplar verişinden bahsederek, “Mânâsız sualin lüzumsuz cevabı verilmez.” dedi.

Mayıs 1980... Büyük Doğu’ya yeni gelmiştim. Selam verip içeri girdim. Üstad, “Kâzim!” diye ismimi “i” harfiyle okuyarak bana hitap etti. Sonra bunu açıkladı: “Fransızlarda ‘ı’ sesi olmadığı için ‘Kâzim’ diye seslenirler.” Ben de Macaristan’dan yeni gelen körüklü otobüslerin kapısının iç tarafında, “Kapi içeri doğru açilir.” diye yazdığını söyledim. “Açilir... güzel!” diyerek güldü. Ayrıca “ı” sesinin kalın ve çirkin olduğu için bir çok lisanda bulunmadığını ilave etti. Üstad’ın şahsıma karşı bu teveccühü beni mutlu etti.

Yine Mayıs 1980... Tesettür mevzuu konuşulurken Üstad meâlen şöyle dedi: “Benim hanımın başı açıktır, ben örtmesini isterim. Buna rağmen pazara giderken başı açık gider fakat hiçbir zaman, ‘Tesettürü tanımıyorum!’ demez ve diyemez! Derse, benden en büyük cezayı alır! N. Erbakan’ın hanımı gibi, 'Biz iktidara gelirsek dört kadınla evliliği kaldıracağız!' diyemez. Böyle bir durumda benim şer’î öfkem tutulamaz.” 

Üstad’ın Aynadaki Yalan isimli romanı çıkar çıkmaz 07.05.1980 tarihinde Üstad’a imzalatmış idim. Galiba o gün, Büyük Doğu’da söz konusu roman hakkında Üstad’dan duyduğum sözler meâlen şunlar: “Romanda kadın unsuru, bütün hikmetleriyle kadın problemi mühimdir. Ve bu mesele Türk romanında çözülmemiştir.” Üstad ayrıca Aynadaki Yalan romanını kadın meselesini bir kâinat muhasebesi olarak değerlendiren ilk eser olduğunu belirtir.

Romanda piyesler gibi canlılık bulamayan bir şahsa ise Üstad’ın verdiği cevap şöyle idi: “Roman, bekleme odası gibidir. Okursun ve bekleme odasına geçersin. Piyeste ise seyirciye hemen sunmak zorundasın.” Notlarımda bu mevzu ile ilgili Üstad’dan son bir cümle: “Piyeste dekor neyse, romanda da çevre tasviri odur.” Tabiî bu mevzunun aslı ve kaynağı Aynadaki Yalan romanı ve Üstad’ın romanla ilgili makaleleridir. Bizzat kendisinden okumak ve okuduğumuzu içselleştirmekte fayda var. Üstad’ın ve Kumandan’ın kitaplarından beslenmek gerek, hem doğru yol anlayışı hem de ufkumuzu açmak için.
Üstad’la beş yıla yakın aralıklarla bilfiil yakın olmama rağmen maalesef bir fotoğrafım yok. O dönem bir çok arkadaşın ihmal ettiği bir husus. Aslında biz, fikre ve eyleme bakıyorduk, bugünkü anlayış gibi fotoğraf çekmeyi düşünmüyorduk. Ancak bazı anıları da belgelemek gerekiyormuş. 

Üstad bir gün saçlarını taramak için bizden tarak istedi. Bende vardı, verdim. O saçlarını ve bıyıklarını taradı. Galiba daha sakalı yoktu. Neyse, ben bu tarağı geri alma peşine düştüm, düğün hediyesi diye. Rahmetli Kaya ise bana, “Ne yapacaksın, Üstad’da kalsın!” dedi. Daha sonra da tarağı bana getirdi. Hakikaten benimki de basit düşünce. Yine bir gün Kumandan’la Üstad’ı evinde ziyarete gitmiştik. Küçük odasında bizi kabul etti. Sol gözündeki şikâyetten bahsetti. Masasında büyüteç vardı ve büyük harflerle yazı çalışmalarına devam ediyordu, 80 yaşına merdiven dayamış iken. Benim açtığım yeni dükkandan bahis ederken, milyonların artık pek büyük sermaye olmadığını söyledi, daha önce böyle olmadığını kastederek. Bu da enflasyonun geldiği seviyeye bir işaret. Neyse, Üstad benden bastonunun ucuna aşınmasını engellemek için lastik istedi. Üstad’ın bu isteğini yerine getiremediğim için şimdi hatırladıkça hayıflanıyorum. Yine buna benzer bir mevzu ancak başka bir önemli şahsiyetten... Kumandan, Gölge dergisi çıkarken Doğu Türkistan davasının lideri İsa Yusuf Alptekin’in Cağaloğlu’nda bulunan Üretmen Han’daki odasına gidip bir mülakat yapmamı benden istedi. Bir arkadaşımla gittik, ancak odası kapalı idi, kimseyi bulamadık. Daha sonradan hayıflanmam şu ki, ertesi günler ve haftalar bu şahsı takip edip niye mülakat yapmadım? Kumandan bize her gün, “gidin, bulun, yapın!” mı diyecekti? İş takibi ve iş disiplini hususundaki eksikliği hatırlatıyor bu olay. Bugün ise ne İsa Yusuf Alptekin ne de Kumandan Mirzabeyoğlu hayatta. Hepsine Allah rahmet etsin. Bilmem anlatabildim mi? Siz, siz olun, bugünün işini yarına bırakmayın. Her günü değerlendirin!

Başka ne diyeyim, söz epey uzadı. Allah bizi Üstad’ın ve O’nun sadık bir şahidi olan Kumandan’ın şefaatinden mahrum etmesin. Bizlere de onların şahidi olarak ömrümüzü değerlendirmeyi ve bereketlendirmeyi nasip etsin. Zira, bir zamanlar rejim tarafından şiddet gören ve şimdi de bazı çevrelerde hor görülen bu dava (BD-İBDA) kutlu ve büyük bir davadır.


Baran Dergisi 659. Sayı

29.08.2019