Vakfın tarifinin merkezinde “ibadullahın faydası” vardır. Bu tabir, esası teşkil eder ve usulle ilgili “doğrudan” ve “dolaylı” tabirlerinden önce gelir ve daha umumîdir. Bu yüzden mevkufun aleyhin ciheti (kimin faydalanacağı) doğrudan mı yoksa dolaylı olarak mı faydalanacaklarından daha önemlidir. Yani, ibadullahın doğrudan faydalandığı vakıflarda muhatab kesimin bizzat muhtaç olması, vasıtalı yararlandığı vakıflarda yine dolaylı olarak muhtaç olması söz konusu şart için yeterlidir. Dolaylı faydalanmada hacetin tesbiti, ibadullahın onun varlığına ihtiyacı ile ölçülür. Mescid bulunmayan meskûn bir köyde mescid yapıp onu idame ettirecek bir vakfın tesisine ihtiyaç olduğu açıktır.
Diğer taraftan, eğer sadece bir müessesenin kendi vasfı kurulacak bir vakfı caiz kılsaydı, yine mesela artık kullanımda olmayan ve kendisine ihtiyaç bulunmayan mescidlere vakıf da sahih olurdu. Hâlbuki bu durumdaki binalara yapılmış vakıfların gelirleri, kadı kararıyla, ihtiyaç olan başka cihetlere aktarılırlar. Mescid ve camiler, te’bid şartına mani bir haldelerse, mevkufun aleyh olamazlar. Hatta İmam Muhammed, etraflarının harap olma ihtimalleri mevcutsa bu tür binalara yapılacak vakıfları da caiz görmemektedir. Ancak bu görüşe itibar edilmemiştir, zira bu içtihad, “harabiyet ihtimali” üzerine kurulmuştur. İhtimal üzerine de hüküm olmaz. Elbette harabe halinde olanların mevkufun aleyh olamayacaklarında ihtilaf yoktur. Böylesi vakıfların sıhhatinde doğrudan hayır kurumlarının ihtiyaçları etkili değildir; zira bunların mevkufun aleyh olmaları, ibadullahın faydalanmaları dolayısıyla caiz görülmektedir. Bu yüzden hacet şartında da ibadullahın böylesi bir vakfa muhtaç durumda olmaları, yani vasıtalı hacetin zuhuru gerekmektedir. Neticede bu gibi vakıfların tesisinde dolaylı haceti tesbiti lazımdır denebilir.
İmamlık ve müezzinlik cihetlerine yapılacak vakıflarda, tansis-i hacet şartı aranacağından, bunların ihtiyaçları vakıf gelirinden faydalanıp faydalanmamalarında belirleyicidir. Ama istihsan ve örf veçhesinden bakıldığında, bir cami veya mescidin imamlık ve müezzinlik cihetlerine yapılan tahsis, dolaylı olarak o kurumu mevkufun aleyh kıldığından, zengin ya da fakir olduklarına bakılmaksızın vakıf gelirlerinden faydalandırılmaları caizdir. Burada ne imam ve müezzin, ne cami binası aslında mevkufun aleyhtir; mevkufun aleyh o camiden istifade edecek cemaattir.
Bu noktada ümmetin mevcudiyetlerine ihtiyaç içinde bulunmalarına istinaden, fukaha ve ulemanın da tansis-i hacete bakılmaksızın, o vasıflarıyla şahsen mevkufun aleyh olarak belirlenmelerine cevaz verilip verilemeyeceği meselesi karşımıza çıkmaktadır. Doğrudan insanlara yapılacak vakıflar kıyas itibariyle, vasıtalı olarak yapılacak vakıflar ise, bu hususta örf ve adet bulunması kaydıyla istihsan kapsamında caiz görülmüşlerdir. Fakat burada hususî ve umumî ayrımı yine karşımıza çıkmaktadır. Eğer vakıf kuran bir kişi, belli bir şahsa bir vakıf gelirini tahsis eder ve o şahıs öldüğünde vakfın gelirlerinin ihtiyaç sahiblerine verilmesini vakfiyesinde zikrederse, bu vakıf sahihtir; vakfın mevkufun aleyhi kılınan kişinin zengin ya da fakir olmasının ehemmiyeti yoktur. Bu hususî mevkufun aleyh durumudur; burada o şahsın ismi hariç hiçbir vasıf yoktur ve bu önemli de değildir. Yani bu kişi fakih, âlim ya da başka herhangi bir mevkiden biri olabilir.
Umumî olanda ise, mevkufun aleyhleri vasfen belirlemek gerektiğinden, bu vasfın da fakihlik veya âlimlik değil muhtaç bulunmak olması lazım geldiğinden, böylesi kesimlere matuf toptan bir vakıf sahih olmaz. Eğer ihtiyaç sahibiyseler, fakih veya âlim oldukları için değil, muhtaç oldukları için vakfın varidatından faydalanırlar. Yani her hâlükârda muhtaç olduklarının tesbiti şarttır.
Bundan başka hayır kurumları gibi tabiatı icabı muhtaç durumda bulunan binaların kendilerinin çalışıp kazanma imkânlarının olmadığı açıktır ve hizmetlerine devam edebilmeleri için bakılıp gözetilmeleri de zaruridir. Cemiyetin bu tarz kurumlara ihtiyacı ise aşikârdır. Ancak bu kurumların aksine fedlerde esas olan kendilerinin çalışıp kazanmalarıdır. Bu yüzden insanlardan ibaret kılınan mevkufun aleyhlerde, kişilerin onlara ihtiyacı tek belirleyici olamaz. Aynı zamanda yoksul veya şer’î hukukun kabul edebileceği engeller sebebiyle çalışıp nafakasını teminden mahrum olduğunun isbatlanması gerekmektedir. İslâm’da çalışıp kendi nafakasını sağlayabilecek kişilerin başkalarından yardım almaları yasaktır. Fakat geçen sayılarımızda da zikrettiğimiz üzere, talebelerin durumu farklıdır. Çünkü bu insanlar zaten çoğunlukla fakir aile çocuklarıdır ve aynı zamanda tüm zamanlarını ilim tahsiline ayırdıklarından maişetlerini sağlamaları imkân dâhilinde değildir. Bu sebepten ötürü, talebelik başlı başına bir tansis-i hacet görülmüş ve hatta vakfiyede “şu medresenin talebeleri” ibaresi geçiyorsa, zengin-yoksul ayrımı yapılmadan vakıf gelirlerinin hepsine dağıtılabileceği görüşü ileri sürülmüştür. Ancak esas olan yine yoksul talebelere verilmesidir. Bununla birlikte, talebe lafzının vakfiyede kullanılması caizdir.
Kısacası, eğer mevkufun aleyhler şahsen tayin olunmuşlarsa, fakir ve zengin eşittir ve vakıf sahihtir; tabii bu kişilerin ahirete intikalinden sonra fakirlerin kullanımına açık bırakılmaları kaydıyla… Vasfen belirlendiklerinde, belli bir bölgeye (mahalle, köy, vs.) teksif edilmişlerse, bu bölgede vakfın kurulduğu zaman yaşayıp mevkufun aleyh olarak belirlenen kişiler öldüklerinde ihtiyaç sahiblerine rücû etmek şartıyla, fakir ve zengin yine eşittir; vakıf da sahihtir. Fakat özel olarak belirtilmemiş ve kapsam içine alınmamışlarsa, vasıf bir haceti ifade ediyorsa sahih, değilse bâtıldır. Vasıf geçerli bir hacete işaret ediyor ancak zenginler de bu kapsamın içinde anılıyorsa, vakfiyenin bu şartına uyulmaz ve zenginler hariç tutulurlar. Vasfen tayin olunmayan müebbed mevkufun aleyhlerde vasıtalı olarak hacetin, yani muhtacun ileyhin (kendisine muhtaçlık durumu) mevcudiyeti şarttır.
Burada geçen “mahsur” (bir yer veya kesimle sınırlandırılmış, kapsam içine alınmış) tabirinin delalet ettiği rakamlar konusunda bir mutabakat yoktur. Mahsur rakamı İmam Muhammed’e göre 10 kişi, Ebu Yusuf’a göre ise 100 kişidir. Bazıları bu rakamı 40, diğer bazıları ise 80 diye ifade etmişlerdir. Bu rakamların üzerindeki insan sayısı mahsur (sınırlı) addedilemez. Başka bir rivayette de bu rakamı takdir etmek kadının reyine bırakılmıştır. Bu sayılardan en itibar göreni 100’dür. Mecelle’nin özel bir maddesi uyarınca 100 kişi “kavm-i mahsur”, üzeri “gayri mahsur” kabul edildiğinden, en doğru sayının bu olduğu söylenebilir.
Gelir getiren vakıflar, sadece yoksullara hasredilmişlerdir. Zenginlerin şahsen isim olarak zikredilmedikleri sürece bir hakları bulunmamaktadır. O da, yoksulların arasına istisna kabilinden dâhil edilmek kaydıyla. Ancak kâr gayesi gütmeyen vakıflardan yararlanma hususunda zengin ile yoksul eşittir. Şahsen ve mahsur olarak anılmamış zenginler de bu vakıflardan istifade edebilirler. Buradaki tek şart ya vâkıfın zenginlerin kullanımına izin vermesi ya da örfen bu tahsisin yapılabilmesidir.
Sadece zengine tahsis doğru olmadığından, vakfiyede zengin de zikredilerek aslolarak fakirlere tahsis yapılmalıdır. Vakıf, eğer kurucusu yaptığı bu işle insanlara fayda verme gayesi taşıyorsa geçerlidir. Sadece zenginlere tahsis, umumî fayda tarifi içinde görülemeyeceğinden muteber kabul edilmez ve caiz değildir. Örfün tahsisi ise “örfen malûm olan, nassan meşrut gibidir” (örfen bilinen, nassın şart kıldığı gibidir) kaidesi mucibince vâkıfın tahsisi hükmündedir. Ancak mescid vakıflarında sadece fakirlere tahsis yapılması ise caiz değildir.
Hidaye’de bu hususta şunlar söylenmektedir: “Vakıftan sağlanacak gelir ancak fukaraya helaldir. Hâlbuki handa konaklamak, kuyu ve çeşmeden su içmek ve emsali gibi şeylerde ise zengin ve fakir eşittir. Buradaki tefriki sağlayan örftür. Zira örf ehli, gelirde fakirleri, diğerlerinde ise eşitliği murad ederler. Bir de su gibi içilecek, han gibi konaklayacak şeylerde hacet, zengin ve fakire şamildir.” Gerçi İbni Hümam’ın Feth’ül-Kadir’inde “örf, vakıf akarından başkasında da (ammeye şamil olacak işlerde de) fakirlere tahsisli olursa, zengin fakirle eşit olamaz” denmektedir ama bu o zamanın örfüne aittir ve günümüzde örf artık bu şekilde değildir. Diğer taraftan bu görüşün illeti incelendiğinde, buna benzer durumları bugün de görebiliriz.
Vakıflar ne kadar çeşitli ise sağladıkları menfaatler de o kadar çeşitlidir. Ancak gelir temini için kurulan akar şeklindeki vakıflar daima vasıtalara, diğerleri de maksatlara hizmet ederler. Vasıtalara hizmet edenler, kazancın artırılması ve ticarî malların geliştirilmesi gibi her türlü malî ihtiyaçlara yöneltilmiş olabilir. Bu yüzden zaten malî hacet içinde bulunmayan zenginlerin bunlara gereksinimi yoktur. Dolayısıyla mevkufun aleyh olarak belirlenemezler. Fakat diğerleri de sadece özel ihtiyaçları temin edebilir. Mesela bir medresede yalnız mesken veya yalnız tedris ihtiyacı seçilebilir.
Diğer taraftan, her Müslümanın gereksinimi olan konular vardır ki, bunda zengin-fakir ayrımı yapılmaz; umumidir. Her Müslüman ibadet için camiye, okumak için mekteb ve dershaneye, bir yerden bir yere varmak için yola, ölülerini defnetmek için kabristana ve her yolcu barınmak için bir hana ihtiyaç duyar. Zengin olsa bile çoğu zaman bu vaziyetlerde fakirle eşittir. Herkesin bazı hususlarda muhtaç addedilmesi gerektiği aşikârdır. Bunlarda herkes “fakir” sayılır. Fakir ve zenginin kullanımda eşit olduğu vakıflar, esasında zenginin de yoksulun da kendilerine ihtiyaç duyduğu vakıflar mânâsına gelir. Bu vakıfların alakadar olduğu sahalarda (gücü yapmaya yetemeyeceğinden ötürü) zengin de fakir sayılır ve bu anlamda bakıldığında İslâm’da zenginleri inhisarına alan bir vakfın kurulamayacağı görülmektedir. Burada bu nüktenin bize hatırlattığı bir inceliğe temas etmek istiyoruz: Şeriatın tanımladığı zenginlik ve fakirliğin dışında bu iki halin izafi olduğu, muhatab olunan ihtiyacın aslında zenginlik ve fakirliği belirlediği hacet sahalarının bulunduğu kabulüne dayanan bu görüş, İslâmî anlayışın “gerekeni, gerektiği şekilde yapmak” düsturunun bir neticesidir. Suret şartını zedelemeden, nisbeti muhafaza ve suretin mahiyetine manen sirayet edip arkasındaki illetleri enikonu açığa çıkardıktan sonra tanımlamaları yenilemek mümkündür. Ancak bu yeni tanımlama hakkı, aklıselimin devirlerinde kutupları olan mihrak şahsiyetlere aittir; keyfe keder ve umuma açık bir saha değildir.
“Şu halde gelir sağlamak için kurulmayan vakıfların bazısında zenginin kendi serveti çoğunlukla hacetini gidermeye kâfi gelse de, bir kısmında da gelmez. İşte bu gelemeyenlerde zengin ile fakir eşit kabul edilir. Mesela yiyecek maddelerine ve evlere herkesin ihtiyacı vardır, ancak zenginler ekseriyetle bunları kendi imkânları ile temin edebilirler. Dolayısıyla zenginler için bir imaret vakfına gerek yoktur. Ama kuyu veya çeşme böyle değildir. Bunlara ihtiyaç eşittir. Yol, mekteb ve medrese de bu kabildendir. Bununla birlikte bu tarz kendisine ihtiyaç duyulan şeylerin bazısı zaman ve mekâna bağlı olarak değişir ve ona göre örf hâsıl olur. Zira medeniyetin gelişmesi ile beraber ihtiyaçlar da artar ve çeşitlenir ve bu ihtiyaçların temin yollarını medeniyetin o anki hali belirler. İhtiyaçların karşılanmasına yönelik vasıtaların artması ile sahib olunan malî servetler, zenginde ihtiyaç bırakmaz.
Yukarıdaki değerlendirmeye hastaneleri örnek verebiliriz. Mekâna ve zamana bağlı olarak doktorların ve tıbbî vasıtaların azlığı ve çokluğu arasında çok büyük farklılıklar bulunabilir. Öyle bir zaman olur ki, zengin de parasıyla muhtaç bulunduğu tedaviyi sağlayamaz. Bazen de öyle bir zaman olur ki, zengin, tıbbî imkânların genişliğinden ötürü sıkıntı çekmez; sadece fakirler, parasızlıklarından dolayı ücretsiz tedaviye muhtaç olurlar. Bu konuda aynı ülkede içindeki muhtelif yerlerin mukayesesi bile yeterlidir. Bu durumlarda örf de değişir; eşitlik bazen caiz olur bazen de olmaz. Bununla birlikte ulaşım, ilim öğrenme ve ibadet ihtiyaçları bazı noktalarda zengin de asla muhtaç sınıfının dışına çıkamaz.

Baran Dergisi 477. Sayı