Hz. Peygamber (SAV): “İnsan ölünce, üç şey hariç ameli kesilir: Sadaka-i cariye, faydalı ilmî eser bırakmak veya ona dua ve istiğfar edecek salih evlat.” (Müslim; Dârimi, Mukaddime, 46)
Sadaka, geniş anlamıyla nafile olarak yapılan hayır ve hasenâtı, insan ve hayvanlara yapılan iyilik, lütuf ve ihsanları, hatta insanların gönlünü hoş eden güzel söz ve davranışları kapsar.
Sadaka-i câriye, sürekli ecir getiren sadaka anlamına gelir. Yazının başında takdim ettiğimiz hadis-i şerifte bu ameller sıralanmıştır. Bu hadiste zikredilen sadaka-i câriye; yol, köprü, çeşme, mescid, yoksullar için aş evi, hastahane ve okul gibi insanların geneline hizmet maksadıyla yapılmış, kapsamı çok geniş bir sahayı teşkil etmektedir. İnsanlar bu gibi yerlerden yararlandığı sürece, bunları yaptıranlar, yapılmasına sebep olanlar, yol gösterenler ve destek olanlar, gerek sağlıklarında ve gerekse vefatlarından sonra ecir almaya devam ederler. Yararlı bir ilim bırakan da, bu ilimden, kitaptan, keşif ve icattan toplum yararlandıkça, mü'min olmak şartıyla, sürekli olarak ecir alır. Nitekim ilim, irfan ve irşatlarıyla toplumda iyi bir çığır açanın büyük mükafata, kötü çığır açanın da günaha müstehak olacağına dair Hz. Peygamber (SAV) şunları söylemiştir:
“Kim iyi bir çığır açarsa, bununla amel edenlerin ecri kadar ecri bu çığırı açan alır. Kötü bir çığır açan da, bununla amel edenlerin günahı kadar günahı yüklenir.” (Müslim, İlim, 15; Zekât, 69; Nesâî, Zekât, 64; İbn Mâce, Mukaddime,14; Dârimî, Mukaddime, 44; Ahmed b. Hanbel, IV, 357, 359-361, 362).
Vakfedilen menkul ve gayrimenkuller de sadaka-i cariye niteliğindedir. Vakfiyelerdeki esaslara göre, hayır yönü işletildiği sürece, vakfedene ecir gelmeye devam eder. Önceki asırlarda büyük han, hamam, medrese, dükkân ve çarşıların vakıf olarak topluma kazandırılması, mâliklerinin sürekli bir ecre nail olma istekleri yüzündendir. Bu istek, diğer bir takım faktörlerin de tesiriyle öyle bir netice hasıl etmiştir ki, bütün İslâm tarihi boyunca, İslâm medeniyeti bir “vakıf medeniyeti” mahiyeti arzetmiştir. Netice olarak, vakıflar tamamen dinî saike sahip kurumlardır ve yegâne gayeleri, prensipte, Allah rızasını kazanmaktır.
Vakıf kelimesinin mânâsı
Vakıf kelimesi, Arapça menşeilidir ve “durma, durdurma, hareketten mahrum bırakma, hapsetme” gibi anlamlara gelmektedir. Çoğulu “evkaf” ve “vukuf”tur. Vakfeden kişiye “vâkıf”, vakfedilen menkul veya gayri menkule “mevkuf”, gerçekleştirilen vakfın tüzüğünü oluşturan senede de “vakfiye” denir.
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır'a göre vakfın tarifi şöyledir: “Bir malı alınıp satılmaktan ebedî olarak alıkoymak; Allah yolunda hapsetmek ve menfaatini tasadduk etmek; tamamıyla ve büsbütün hasr ve tahsis etmektir. Menafii ibadullaha ait olmak üzere tamamıyla haps olunan bir ayndır.” (Ahkam-ı Evkaf, sh. 17)
Vakıf, kişi veya kişilerin menkul veya gayrimenkul mallarını tamamen Allah rızasını gözeterek ebediyyen belli bir hayır işi için tahsis etmeleridir. Vakıf, devredilemez, miras bırakılamaz, hükmü ortadan kaldırılamaz; bir mal bir kere vakfedildiğinde, onu vakfeden kişinin tasarrufundan mutlak mânâda çıkar. Maksadının iyilik, vadesinin “kıyamete kadar” ve kendi kendini sürdürebilir bir mahiyette olması, vakfın aslî hususiyetleridir.  Kural olarak, belirli bir kişi veya zümrenin menfaati istikametinde faaliyet gösteremez. Gerçi, ileriki bölümlerde göreceğimiz gibi, vakıflar bazen bir nevî miras bırakma-tereke modeli haline de getirilebilmiştir. Ancak bu durum esası bozmamış, ana gövdenin içinden çıkan budanması gereken dallar mesabesini aşamamıştır.
Vakfın Şer'î Dayanakları
İmam-ı Azam Ebû Hanife (rha) indinde vakıf; tıpkı âriyet gibi câizdir, lâzım değildir. İmameyn'e göre ise “vakıf lâzım ve sabittir, vakfedenin onu iptal etmesi caiz değildir.” Fukaha, fetvanın İmameyn'in kavline göre olduğunu tasrih etmiştir. 
Feteva-ı Hindiyye'de vakfın sebebi, “Allahû Teâla'nın rızâsını taleb etmektir” hükmü kayıtlıdır. Esasen vakıf hadisesi, Allahû Teâla'ya iman ve hesab gününe hazırlanma şuuru ile yakından alakalıdır. Nitekim ilk vakıf, Hz. İbrahim (as)'in gayretiyle vücûd bulmuştur. “Halilü'r-rahman” vakfının özelliği budur. İmam-ı Şafii (rha) “Allahû Teâla'nın rızasını kazanmak maksadıyla yapılan vakıf, câhiliyet ehlinden sâdır olmamış, Müslümanlar tarafından vâki olmuştur” hükmünü zikreder. 
 Kur'ân-ı Kerîm'de, “Siz sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcayıncaya kadar asla iyiliğe ermiş olamazsınız. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilicidir” hükmü beyan buyrulmuştur. Bu ayetin inzâlinden sonra, Sahabe-i Kiram sevdiği malları infâk etme hususunda birbirleriyle yarışa girmişlerdir. Resûl-i Ekrem (SAV)'in Medine'de bulunan ve kendi özel mülkü olan “Fedek Arazisini”, fakir mü'minlerin ihtiyaçlarının karşılanması için vakfettiği bilinmektedir. Hz. Ömer (ra), en kıymetli malı olan “Hayber”deki hurmalığını, Efendimiz'in (SAV) “Onu aslı ile birlikte tasadduk et!.. Eğer böyle yaparsan o (hurmalık) satılamaz, hibe edilemez ve hiç kimse ona (hurmalığa) vâris olamaz” emir mahiyetindeki tavsiyesi üzerine “satılmamak, hibe edilmemek ve mirâsa konu olmamak şartıyla gelirlerini, fakirlere, akrabaya, kölelikten kurtulmak isteyenlere, Allah yolunda savaşanlara, yolda kalmışlara ve müsâfirlere harcanmak” maksadıyla vakfetti. “Ona bakan kimse (mütevelli) iyilikle yiyebilir ve dostuna da yedirebilirdi.”  Hz. Ömer halife olunca, başka mallarını da vakfederek, vakfın  şartlarını ve kimler tarafından idare edileceğini bir vakıfname ile belirledi.
Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu isimli eserinde, “Cahiliye devrinde Araplar arasında 'vakıf' müesseseleri vücuda getirilmemiştir. Ancak Müslümanlığın zuhurundan itibaren vakıflar geniş bir mikyasta inkişafa başlamıştır. Resulü Ekrem (SAV) Medine'deki 'yedi kıta' akarını vasiyet yolu ile vakf ve suknalarını mü'minlerin fakirlerine şart buyurmuşlardı.” demektedir.
Vakıf müessesesinin en önemli dayanaklarından birisi de yazımızın girişinde aktardığımız hadis-i şeriftir. Bu hadis, Hz. Peygamber (SAV)'in diğer benzeri sünnetleriyle beraber bu kurumun şer'î kaynağı olmakla kalmamış, aynı zamanda onun en büyük itici gücü vasfını da kazanmıştır. Müslümanlar, vefatlarından sonra sevap kazanmayı sürdürmek maksadıyla tüm imkânlarıyla hayır işlerine koşturmuşlar ve bunda da en çok “vakfetme” usûlünü benimsemişlerdir. Mahiyeti itibariyle vakıf, tam mânâsıyla hayır vasfı taşıyan bir teşebbüstür ve tarihimiz Müslümanların bu yöndeki cehdini gösteren sayısız misallerle doludur.
Vakıflar, 20. asra kadar, cemiyetin ihtiyacı olan tüm hizmetleri, insanlar arasında hiç bir ayırım gözetmeden yerine getirmişlerdir. Bu öyle mübalağa ile edilmiş bir söz değildir. Gelecek sayımızda vakıfların genel hizmet alanlarını anlatırken bu sözün ne kadar doğru olduğunu da göstereceğiz.

Baran Dergisi 419. Sayısı