Vakıf ve Adlî Tıbb

Bir açıdan, âlem bir beden ise, tıb da onu teşhis ve tedavi etmenin usûlü. Bu mânâda, âlemi oluşturan içiçe geçmiş ihtimaller yumağını lif lif açan, merkezî gövdeye bağlı yeni dallar hâlinde sonsuza kadar genişleten ilimlerin ilmi. Adlî Tıbb ise, bir tarafı âlemin derinleştikçe latifleşen maddesine, bir tarafı ise hayat dediğimiz yok olmaya inatla direnen bir keyfiyete bağlı var olma azmine bakan, altına tüm diğer (b)ilim şubelerini alan “ana (b)ilim”.

Âlem bir beden, onun ruhu da insan; ona can veren. İnsandan murad da, tek insanda toplu hakikatin merkezinde yer alan Allah Resûlü. O yüzden İmam-ı Gazalî “Tıbb ilmini bilmeyenin tasavvuftan hissesi yoktur. ” buyuruyor. 

Tıb, en genel mânâda, hem tüm katmanlarıyla bitki ve hayvanları tetkik eden hem de insanoğlunu madde ve mânâsıyla teşrih masasına yatıran bir ilim. İnsanî faaliyetin mahsulü olup insanı mercek altına alan, yani insandan başlayıp insanda biten tüm sahalar onun hasrı içinde; biyoloji, anatomi, psikoloji, sosyoloji, zooloji, edebiyat, ilahiyat, felsefe, kimya, fizik, coğrafya, tarih, astronomi, vs. şu veya bu şekilde tıb ilminin alâkasından nasibini almıştır. Adlî tıb, diğer tüm bilim dallarını olduğu kadar tıbbı da içine alan, bir yüzü insanın gitgide letafete kayan maddesine, diğer yüzü de maddeye teması ile onun hayat kaynağı olmuş ruha bakan çift başlı bir kartal misali, “her şeyi yerli yerince yapmanın” ilmi demek.

“Üstadım'ın bana yardım edeceğini söylediği ADLÎ TIBB'ın ihtivâ ettiği mevzuları tek tek saymaya gerek yok; nefsimizin maddî ve manevî kuşatanlarını. Adlî Tıb, 'tıb ilmini bilmeyen tasavvufu anlayamaz!' buyuran İmam-ı Gazâli Hazretleri'nin sözü üzere, Allah'ın kuşatıcı Rahmeti başta hakikatiyle 'kamil nefs muvazenesi'dir. Bunu 'İslâm tasavvufu ile fikir ve ilim arasında' kanatlarını açan İBDA berzahı olarak alırsanız, gerçek İslâm tefekkürünün karşılığı olarak bulursunuz. Üstadım'ın 'gençlik' hakikatini, 'ruh adalesi' diye vasıflandırması boşuna değildi.”  (S. Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası “Matla' Beyitler”, sh. 548)

Vakıf gibi içtimaî hayatın her noktasında boy göstermiş ve medeniyet mecrâı olmuş bir kurumun, diğer her tetkik sahası gibi, Adlî Tıbb'ın ilgi alanına girmesi kaçınılmaz. İbda Fikriyatı'ndan aldığımız “ip uçları”nı, tarihimizde derinlemesine tecrübe edilmiş ve bir çok içtimaî sahayı etkisi altına almış bu kurumun taşıdığı potansiyelle birleştirebildiğimiz ölçüde ortaya çıkacak tablonun, meseleye o gözle bakmayanlar için son derece şaşırtıcı olacağına eminiz. 


Giriş

Her ne kadar İslâm dışı bazı milletlerde dış yüzden benzerlerini görsek de, vakıf kurumu, bu güne gelen anlamıyla tamamen İslâm patentlidir. Burada, herkesin de bildiği gibi, Hz. Adem (as)'dan başlayarak binlerce yıldır peygamberler vasıtasıyla sürekli tazelenen ve tahriflere karşı korunan ve nihayet Resûlullah Efendimiz (sav)'de kemale eren “İslâm”dan bahsediyoruz. Şeriatları arasında farklılıklar olsa da özü bir olan bu dinde, vakfın bilebildiğimiz ilk izine İbrahim (as)'da rastlıyoruz. Hz. İbrahim (as), oğlu Hz. İsmail (as) ile inşa ettiği Kâbe için bir vakıf kurmuştur. “İbrahim Aleyhisselam, vahy-i ilâhî ile bir hayli âsâr-ı hayriye (hayır eseri) inşa buyurmuştur. Bunların ilki, hüccâcın (hacıların) tavafgahı, Müslümanların kıblesi olan Kâbe'dir. Nebiy-yi müşârün ileyhin (adı geçen peygamberin) diğer âsâr-ı hayriyeleri bilâd-ı Arab'ta (Arab beldelerinde) mevcut ve 'Halilürrahman Evkâfı' demekle maruftur. ” (Ömer Hilmi Efendi, İthâf'ül-Ahlâf fi Ahkâm'il-Evkâf, sh. 8) Daha sonra muhtelif zaman ve yerlerde rastladığımız vakıf ve benzeri hayır maksatlı bağışların Peygamber kaynaklı olduğuna işaret eden bu hadise, İbda Mimarı'nın “Peygamberler olmasaydı, medeniyet olmazdı” tesbitini bir de bu açıdan destekleyen bir delil olması hasebiyle önemli.

 Hıristiyanlık devri Mısır ve Habeşistan'ında, uzak doğu ülkelerinde, Roma ve Bizans'ta vakıf benzeri kurumları görüyoruz. Ama bunları İslâm'daki vakıf kurumu ve bu kurumun yaptıkları ile mukayese etmek doğru değil. Genelde bir kişinin öldükten sonra şanını yüceltmeyi hedefleyen ve aslında iyilik yapmaktan ziyade kibir kokan bu kurumlar, ancak bu gün Batı'da mevcut olan vakıflarla mukayese edilebilirler. Organizasyon şeması ve deneti mekanizmaları açısından da eğer İslâmî vakıflar bir üniversite ise, bunar derme çatma bir ilkokul derekesindedirler. Bu tarz İslâm dışı vakıf benzeri kurumlarla Müslümanların kurdukları vakıfların bir mukayesesini yapmayı önümüzdeki sayılara bırakıp bunlardan şimdilik bu kadar bahsetmeyi yeterli görüyoruz.

Bu arada şu ikazı yapmamız bizce zaruri: Her ne kadar geçen hafta vakfın şeriattaki yerini ana hatlarıyla anlatmış, Hz. Peygamber (sav) ve Ashab-ı Kiram'ın uygulamalarında kendine yer bulan hukukî dayanaklarından bahsetmişsek de, muhtelif vakıf çeşitlerini ele aldıkça bunların şer'î dayanaklarını ayrı ayrı inceleyeceğimizi belirtelim. Çünkü “para vakıfları” gibi bazı vakıflar, çok karmaşık ve izaha ihtiyaç duyan bir şer'î arka plana sahiptirler.

Bu ara notlardan sonra mevzûmuza, yani İslâm vakıflarının tarihî gelişimine dönebiliriz.

Müslümanlar, daha Hz. Peygamber (sav) döneminde Arab yarımadasını zapt etmişler, Allah Resulü'nün (sav) Dar'ül beka'ya irtihalinden sonra hızla bugün Ortadoğu diye bilinen coğrafyayı ele geçirmişlerdi. Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) devirlerinde; Suriye, Irak, Mısır ve İran, İslâm topraklarına katılmıştı. Fetihlerin böylesi bir süratle gerçekleştirilmesi ve tabiî neticesi olarak yüklü miktarda ganimetin Müslümanların eline geçmesi, İslâm cemiyetinin refahını hızla yükseltmişti. İslâm'ın Hicrî 1. asırdaki bu tarihî gelişimi, vakfın genel geçer bir kurum olarak varlık bulmasını temin edecek iktisadî şartları hazırlamış durumdaydı. Yine, Hz. Peygamber (sav) ve Ashab-ı Kiram tarafından gerçekleştirilen önceki vakıflar da, fakihlere, vakfın hukukî esas ve şekillerini ortaya koymak için gerekli olan misalleri sağlamış bulunmaktaydı. Fakihlerin bütün bu hususları telif eden içtihadlarıyla vakıfların bu güne kadar gelecek olan kurumsal temeli atılmış oldu.

Emevîler ve akabinde Abbasîler zamanında vakıf kurumu gerçekten göz alıcı bir gelişme göstermiştir. Karşılaştıkları her yeni meseleyi Peygamber Efendimiz (sav)'dan aldıkları “anlayış” ile İslâmî esaslara rapteden Sahabelerin ardından gelen “Tâbiûn” devri, artık ortada hüküm koyabilecek sahabe kalmadığından, “fıkıh mezhebleri”nin doğuşuna şahitlik edilmiştir. İkinci İslâm asrının İslâm'a muhatab anlayışları diye tavsif edebileceğimiz bu mezhebler; Kur'ân, Hadis ve Ashab-ı Kiram'ın bir meselede ittifakı demek olan İcmâ-ı Ümmet ile nisbet içerisinde, hayatiyetini sürdüren bir ağacın katman katman büyümesi gibi zuhûr etmişlerdir. İslâmî vecd ve iştiyakın Müslümanların kalblerinde halen kor bir ateş gibi yandığı bu devirde, sayısız vakıf tesis edilmiş, bu arada da bunlarla ilgili ortaya çıkan bir çok yeni mesele de müçtehid imamlarca çözüme kavuşturulmuştur. Böylece Abbasîler devri sonuna gelindiğinde vakıf kurumu, bütün unsurlarıyla teşekkül etmiş bulunuyordu. 

İslâm coğrafyasının her köşesine yayılan ve bir çok eserin vücuda gelmesini sağlayan vakıfların hizmet sahaları ilk dönemler için şöyle sıralanabilir: Medreseler, mektebler, türbeler, tekkeler, yolcular için hanlar ve kervansaraylar, köprüler, su yolları, hac hizmetleri, hastahaneler, imaretler, yolların bakımı, askerin donanımı, vs. Sonraki asırlarda, özü aynı kalmak kaydıyla, bu listenin çok daha çeşitlendiğini göreceğiz. Yine bu tesisler Selçuklu İmparatorluğu'nun kurulmasıyla daha da artmıştır. Şiî tahrik ve tacizlerine karşı Ehli Sünnet siyaseti, dinî kurumların, medrese, tekke ve zaviyelerin çoğaltılmasına gayret etmiştir. Bu dinî ve hayır maksatlı kuruluşlar, vakıf kurumlarının ve bu kurumlara ait sermayenin hızla artmasına vesile olmuşlardır. 

Bilhassa merkezî otoritenin mücavir alanlarda hizmet götürmekteki yetersizliği, Allah rızası için hayır yapma emeli taşıyan Müslümanların kurdukları vakıflarla kapatılmıştır. Öyle ki, bilhassa merkeze uzak olan Maveraunnehir gibi bazı bölgelerde tüm kamu hizmetleri vakıflar marifetiyle sağlanır olmuştur. Bu devirdeki idarî zafiyetten husûle gelen bu durum, ileride göreceğimiz gibi, Osmanlı tarafından belli bir sisteme bağlanmış ve bir idârî noksanlığın sonucu olarak değil de kasden bir çok kamu hizmeti sistematik olarak vakıflara terk edilmiştir. Zaten vakıfların da medeniyetimize mührünü vuran yönü burada kendini göstermektedir: İslâm medeniyeti, nisbetlerini nefislerine/enaniyetlerine değil de Hz. Peygamber (sav) vasıtasıyla Allah rızasını kazanmaya bağlamış, her işte onu aramış insanların inşa ettiği bir medeniyettir. 


Baran Dergisi 420. Sayısı