Vincent Van Gogh hakkında söylenebilecek ilk şey, kuşkusuz onun hayatının ve sanatının bir bütün olduğudur. Yaşamadığı hiçbir şeyi çizmedi o… Çalkantılı, iniş-çıkışlarla dolu hayatında, hayata ve sanata bakışı, hasbî, samimi idi; bir âşık mizacı ile yaşadı. Yaptığı her şeye kendini her şeyiyle vermesi idi onun âşık mizacı. Aşk deyince de acı; hayatında hep var olan ikiz kardeşler…

Sadece 37 yıl yetmişti, bugün Vincent Van Gogh olarak andığımız büyük ressamın dehasını ortaya koymaya. Onca sıkıntı, yoksulluk, bunalım, hastalık, hiçbiri onun hayatını yani sanatını ortaya koymasına engel olmamıştı. Hastayım resim çizemem bugün demedi; derin bir acının ertesinde kulağını kestiğinde bile durmadı, kendi portresini yaptı. 27 yaşında çizmeye başladığı resimlerinin sayısı 37 yaşında intiharına kadar 1500’ü geçmişti… Bugünün “küçücükler” dünyasında asla anlaşılamayacak bir samimiyetle yaşayan 37 yaşında bir genç adam, sanatı için hayatını ortaya koyarak devleşmişti… Hayatının en küçük ayrıntıları hakkındaki bilgiler, kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplarla ortaya çıkmıştı. Kardeşi Theo, ömrü boyunca onu maddi ve manevi olarak destekleyen tek dostuydu. Theo’ya yazdığı son mektup, kendini vurduğunda üzerinde bulunmuştu. Şöyle yazıyordu:

“Böyle işte, ben kendi çalışmalarım için hayatımı tehlikeye atıyorum, bu çalışma uğruna yarı-deli bir insan oldum, -olsun kabul-… (…)”

Vincent Van Gogh, Hollanda'nın güneyindeki Zundert kasabasında, Protestan rahibi Theodorus ve Anna Cornelia’nın ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Van Gogh'un doğumundan bir yıl önce, annesi ölü bir doğum yapmıştı. Eğer bu bebek ölmeseydi Vincent ismi ona verilecekti. Bu hadisenin Van Gogh'u derinden etkilediği söylenir. Van Gogh’un üçü kız biri erkek, 4 kardeşi daha vardı.

“Kasvetli, soğuk ve kısır” olarak değerlendirdiği çocukluk yıllarında yatılı okullarda okudu. 1869 yılında 15 yaşında iken amcası aracılığıyla Lahey’deki bir sanat ticareti firmasında işe girdi. Firma Van Gogh’u İngiltere’ye gönderdikten sonra, oldukça iyi para kazanmaya başladı. Bu sırada bir genç kıza âşık oldu fakat karşılık bulamayınca içine kapandı. Bu yıllarda dindar bir portre çizen Van Gogh, sevmediği sanat ticareti işini bırakarak Londra’da bir kasabadaki yatılı okulda gönüllü öğretmenlik yapmaya başladı. Daha sonra ilahiyat okumaya karar verdiyse de, bundan da vazgeçerek misyonerlik amacıyla Belçika’da fakir bir madencilik bölgesi olan Borinage'a yerleşti. Buradaki madencilerin kötü hayat şartlarından etkilenen Van Gogh, onlarla daha iyi iletişim kurabilmek için özellikle kötü şartlarda yaşadı, yemek ve kıyafetlerinin çoğunu işçilere verdi, yatak yerine saman üzerinde uyumaya başladı. 1879'da, "rahiplik mesleğinin saygınlığını zedelediği" için kilise tarafından işine son verildi. Van Gogh’un hayatta en çok sıkıntısını çektiği şey de bu samimiyeti idi, kiliseyle yaşadığı ilk sorun bu olmayacaktı. Onun dinle olan bağının güçlü olması, Hıristiyanlığın ikiyüzlü ahlâk anlayışını kabul ettiği anlamına gelmiyordu. Bu konuda sürekli babası ve etrafındaki insanlarla tartışıyordu. Onun dindarlığı da gerçekti ama Hıristiyanlık onu inkisara uğratıyordu.

1880 sonbaharında, kardeşi Theo'nun tavsiyesine uyarak resim yapmaya karar verdi ve sanat eğitimi almak için Brüksel'e gitti. Buradaki Güzel Sanatlar Okulu'na başvurduysa da sonradan fikrini değiştirerek 1881'de Etten'e, ailesinin yanına döndü. Burada resim sanatı üzerine kitaplar okuyan ve sık sık resim yapan Van Gogh, bir taraftan da kendisinden yedi yaş büyük olan dul kuzeni Kee Vos-Stricker'den hoşlanmaya başladı. Kee'ye evlenme teklif etti, fakat red cevabı aldı. Kee ile görüşmek için ısrar ettiği bir gün, Kee’nin babası ona, “acını anlıyorum ama ne yazık ki, işsiz güçsüz bir adama kız verecek değilim” dedi. “Acı mı, anlıyorsun öyle mi?” dedi ve mum alevine tuttuğu elini, Kee’yle görüşene kadar çekmeyeceğini söyledi. Bu ürpertici manzara karşısında, baba kızını çağırdı ve tekrar reddedildi Vincent… İşte onun tutkulu mizacını anlatan satırları:

“Tutkulu, coşkulu, duygularına çabuk kapılan bir insanım ben. Ufak tefek ve büyük delilikler, saçmalıklar yapabilecek bir tabiatım var; yaptıklarımdan az veya çok pişman oluyorum daha sonra. (…) Mesele şu: Sözkonusu aşırı coşkuları ve hisleri, iyi bir şeyler uğruna kullanabilmek için her yolu denemek… Misâlse, coşkularımdan biri: Kitaba karşı hemen hemen karşı konulmaz bir tutkum var; hiç durmadan okumak, öğrenmek, kendi kendimi yetiştirmek, peynir ekmek kadar kesin bir ihtiyaç benim için. Eminim, sen anlayabilirsin bunu.”

Lahey’e gitti ve orada sokakta küçük kızıyla terkedilmiş, hamile bir kadını himayesine aldı. Kadının doğurduğu erkek çocuğun da bakımını üstlendi. Fakat bu merhamet gerek ailesini gerek çevresini rahatsız etmiş, üzerindeki baskılar artmıştı. Theo’ya yazdığı mektuplarından birinde bu konu hakkında şöyle diyordu: 

“İnsanlar beni bir şeylerle suçluyor... Bir şey saklıyor olmalıymışım... Vincent, arkasında utanılacak bir şey saklıyormuş... Pekala bayım, sana ne sakladığımı anlatacağım: —sen ki ahlakını ve dürüstlüğünü kanıtlamış adam— soruyorum sana: Bir kadını terk etmek mi daha erkekçe, ahlaklıca, yoksa terk edileni korumak mı?”

Ailesinin baskıları sebebiyle kadından ve çocuklardan ayrılmak zorunda kaldı. Onlarla yaşadığı süre boyunca kadının ve çocukların onlarca resmini çizmişti. 

Tekrar ailesinin yanına dönen Van Gogh, burada kendini resme verdi. Komşularını, tarlada çalışan işçileri, kulübelerinde kıyafet dokuyan dokumacıları çiziyordu. Bu sırada bir komşu kızına yakınlık duymaya başladı, fakat çiftin evlenmesine iki tarafın da ailesi karşı çıktı. Bunun üzerine zehir içerek intihar etmeye teşebbüs eden kızı Van Gogh hastaneye yetiştirdi. 1885'te babası bir inme sonucu hayatını kaybedince Van Gogh derin bir yasa girdi. Aynı sıralarda Paris'te Van Gogh'un resimleri ilgi çekmeye başlıyordu. 1885 baharında Van Gogh, bugün ilk önemli eseri kabul edilen “Patates Yiyenler”i (De Aardappeleters) bitirdi. Ağustos'ta ise resimleri Lahey'deki bir galeride ilk kez sergilendi. 

Nuenen'de geçirdiği iki sene boyunca Van Gogh, pek çok karakalem ve suluboya çalışmanın yanı sıra, 200 kadar yağlıboya resim yaptı. Şöyle diyordu Theo’ya yazdığı bir mektupta:

“Hayat da desen çizmek gibi… Kimi defa çok hızlı davranmak, kararlı olmak, büyük enerjiyle başlamak, esası belirleyen çizgileri şimşek hızıyla kâğıda geçirmek gerek. O ân kararsızlığa, kuşkuya hiç yer yok; el titremeyecek, göz başka yere kaymayacak. Ve kendini öyle verecek ki işine, kısa sürede kâğıt veya tuval üzerinde daha önceden orada olmayan bir şeyler belirecek, sonradan baktığında insan onun oraya nasıl geldiğini tam olarak kestiremeyecek… Tartışma, düşünme zamanı, kararlı harekete geçmeden önceki safha… Bir defa harekete geçildi mi, öyle kafa yormaya, tartışmaya fazla yer yok. Hızlı davranmak insanoğlunun rolüdür, ama bunu yapabilecek duruma gelmek için çok uzun bir yol katetmek gerekli. Kimi pilot vardır ki, fırtınada parçalanmayı kabul edeceğine, aynı fırtınayı yol almak için kullanabilir.”

1885'te Anvers'e taşınıp bir resim galerisinin üst katında yaşamaya başlayan Van Gogh, kardeşi Theo'dan gelen tüm parayı resim malzemelerine ve modellere harcayıp kendi sağlığını ihmal etmeye başladı. Günlerinin çoğunu ekmek, kahve ve sigarayla geçiriyordu. 1886'da Antwerpen Güzel Sanatlar Okulu'na yazıldıysa da birkaç hafta sonra, kötüleşen sağlık durumu ve akademik sanat eğitimine duyduğu güvensizlik yüzünden okuldan ayrıldı ve Paris'e, kardeşi Theo'nun yanına taşındı. 

Van Gogh, Anvers'de geçirdiği dönemde pek çok müze gezip Peter Paul Rubens gibi eski ustaların resimlerini incelemiş, bu resimlerden etkilenerek paletini biraz genişletmiştir. Aynı dönemde, “ukiyo-e” adıyla bilinen Japon gravürlerine ilgi duymaya başlamış ve bu tarzı kendi resimlerinde de kullanmıştır.

Van Gogh Paris'te bir süre ressam Fernand Cormon'un atölyesinde çalıştı ve atölyenin diğer öğrencileri Émile Bernard ve Henri de Toulouse-Lautrec ile yakın arkadaş oldu. Paris'te hâkim sanat akımları, “izlenimcilik” ve henüz yeni filizlenmekte olan “yeni izlenimcilik” idi. 1887'de Van Gogh, Danimarka'dan Paris'e yeni gelmiş olan ressam Paul Gauguin ile tanıştı ve iki ressam bazı eserlerini değiş tokuş ettiler. Bu arkadaşlık, bir yıl kadar sonra dramatik bir biçimde sona erecekti. 

Şubat 1888'de, şehir hayatından ve Paris'in soğuk kışlarından bunalan Van Gogh, güneşli Güney Fransa kıyılarına doğru yola koyuldu. Arles kasabasına, burada bir sanat kolonisi kurma hayâlleriyle yerleşti. Mart ayı boyunca manzara resimleri çizdi, bu resimlerinden üçü Paris Bağımsız Ressamlar Topluluğu'nun o yılki sergisinde sergilendi. Bugün "Sarı Ev" olarak bilinen evin dört odasını tuttu ve atölye olarak kullanmaya başladı. Ağustos ayı boyunca, bugün “Ayçiçekleri” ismiyle bilinen bir dizi vazolu ayçiçeği resmi yaptı. Eylül ayında iki tane yatak satın alarak Sarı Ev'e yerleşen Van Gogh, aynı sıralarda “Teras Kafe” adlı meşhur eserini bitirdi. 

Sarı Ev'i, kurmak istediği sanat kolonisinin merkezi olarak düşünüyor, koloniye katılmaları için çevre kasabalarda yaşayan ressamlarla (Eugène Boch, Dodge MacKnight gibi) görüşüyordu. Arkadaşı Paul Gauguin'i de Arles'a davet etti. Uzun süre tereddüt ettikten sonra daveti kabul etti Gaugin. Gauguin ve Van Gogh, Kasım ayı boyunca beraber resim gezilerine çıktılar, değişik resim teknikleri ve anlayışları üzerine uzun tartışmalar yaptılar. Psikolojik sağlığı bozulmaya başlayan Van Gogh, Gauguin'in kendisini terk edeceğinden korkmaya başladı. Bu gergin durum, 23 Aralık 1888 gecesi bir krizle sonuçlandı. Bir kavga sonucu hışımla evden çıkan Gauguin'i bir süre takip eden Van Gogh, daha sonra eve döndü ve kendi sol kulağının alt kısmını kesip kopardı. Kopardığı parçayı bir bez ya da kâğıt parçasına sarıp mahallî bir genelevde çalışan Rachel adlı fahişeye verdi. Geneleve çağrılan polisler, baygın halde buldukları Van Gogh'u hastaneye kaldırdılar. Olayı ertesi sabah öğrenen Gauguin, Theo'ya haber verdikten sonra Arles'dan ayrıldı ve bir daha Van Gogh'la görüşmedi. Van Gogh ise kan kaybı ve ruhî bunalım sebebiyle birkaç hafta hastanede kaldı. Daha sonra sık sık geçirdiği sara krizleri, hastane odaları, hayatının bir parçası oldu. Kendini vurduğunda henüz 37 yaşındaydı.

Son söz, Salih Mirzabeyoğlu’ndan, “ELİF –Resim Redd Kökündendir” isimli eserinden:

- “… Oysa “Theo’ya Mektublar”ı, onun ne kadar coşkulu, kıvrak, samimi bir kalem sahibi olduğunu da gösteriyor aslında. Ressamların çoğunda olmayan bir meziyet. İnsanda resim coşkusunu bu kadar azdıran, resmi insan hayatının tâ kendisiymişçesine –yaşadığını!- yaşatan bir başka ressam var mı bilmiyorum. Meşhur olmak değil, hayata gelmiş olmak adına mutlaka bir şey yapmak, işe yarar insan olmak için çırpınışlarından sonra, elindeki tek kabiliyeti, yâni resmi, kendisini tüketinceye kadar bu amaç için kullanmak; o budur. İnsanların acılarını topluca yaşayan, bu acıdan üreten, müthiş içli, merhametli, samimi, saf, bir ahlâkçıdır o. Papaz olurken de, maden işçileri arasında da, sefil şartlardaki yaşayışında da, ateist oluşunda da, temeli dinde olan bu kaygıdır onu yönlendiren; bir de İslâm’ı tanıma nasibinde olsaydı… Bu da bizim, onun adına üzüntümüz!” (s. 142)


KAYNAKLAR:

Salih Mirzabeyoğlu, Elif –Resim Redd Kökündendir-, İBDA Yayınları, İstanbul 2003

Vincent Van Gogh, Theo’ya Mektuplar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2010


Baran Dergisi 400. Sayısı...