Üsküdar’a gitmek üzere biniyorum Eminönü’nden vapura. İnsanlar yangından mal kaçırırcasına acele ediyor; kimi bu kısa yolculuğun tadını çıkarabileceği bir yer kapmanın derdinde, kimi ise niçin acele ettiğinin dahî farkında değil... Vapurun kapıları tahta oldukça nostaljik duruyor.  Bu tahta kapıların arasından geçip tam karşımdaki merdivenlerden güverteye çıkıyorum.

Sol tarafımdan rüzgâr vuruyor üşüyorum, güneş ise sağ tarafımda kışın sert havasına inat ısıtmaya çalışıyor; vakit öğleye çok yakın. Dalgaların hışırtısı, rüzgârın fısıltısı ve de kuşların cıvıltısına vapur klaksonları ahenkli bir şekilde eşlik ediyor. Dünyanın sayılı mekânlarından Haliç’in bitiş noktasında güvertesinin ucunda durduğum vapur, beşik gibi sallanıyor. Galata, karşımda kulesi sağımda köprüsü ve de köprünün üzerinde kısmetini bekleyen balıkçılarıyla... Ve Karaköy, her zamanki gibi yorulmuş, üzerindeki insanların tepişmesinden, heyecan ile tedirginlik arası bir çizgide günü kurtarma derdinde Perşembe Pazarı esnafı...



Fotoğraf: O.C.Ş

Vapur hareket ediyor... Hapşırsan konduğu yerden kaçacak ürkek martılar, deniz üzerinde vapurla yarışır vaziyette. Martı sürüsü tıpkı Galata Köprüsü’ndeki balıkçılar gibi kısmetinin peşinde, belki birkaç vapur yolcusu simit-ekmek parçası atar diye vapur hizasında kanat çırpıyor, bağırışıyorlar. Sonra beni mutlu edeceğini düşündüğüm bir parça açıyorum telefonumdan, kulaklığı takıyorum fakat sesi sadece duyabileceğim kadar kısık bir seviyede tutuyorum. Çünkü tabiatın sesini de işitmek istiyorum.

İstanbul’un dört tarafına “tohum” misali serpiştirilmiş kubbeler arasında ilerliyorum... Kitlenip kalıyorum tarihî yarımadaya; önce Süleymaniye çarpıyor gözüme, sonra Beyazıt Camii, ardından Sultanahmet ve nihayet... “İstanbul’un kalbi” Ayasofya!

Ayasofya’yı görür görmez, bana sadece eski kayıtlardan dinlemek nasip olan Üstad Necip Fazıl’ın sesi yankılanıyor kulaklarımda... “İstanbul’daki Süleymaniye, Edirne’deki Selimiye, bunlara karşılık da Roma’daki (Sen Piyer) ve Paris’teki (Notrdam), bizde ve onlarda daha niceleri, madde ve hattâ gayelerine bağlı mâna kıymeti olarak, Ayasofya’nın eşik taşına bile denk olamaz. Zira bunlardan her biri, kendi gayesinin tabiî şartları içinde, tek taraflı olarak yükseltilmiş bir eser... Ayasofya ise bunların yanında bir kümes bile olsa, öyle bir nasibin sahibi ki, ne madde, ne de tek taraflı mâna ölçüsüyle ona varmak kabil...” İşte kıymet hükmü Üstad tarafından verilen tutsak Ayasofya, “Müslümanlar’ın bu mukaddes mabette özgürce namaz kılacağı günü görebilecek miyim?” diye düşünüyorum.
Ansızın babamı görür gibi oluyorum güvertede. “Bu olsa olsa hayâldir” diye geçiriyorum içimden. Böyle bir şeyin olması imkânsız. Olabilme ihtimali, olmamasına mukabil heyecanlanmaktan da alıkoyamıyorum kendimi. Bir sigara yakıyorum. Tedirgin değilim, bir anlık heyecanın verdiği mutlulukla “bu rüya gibi gelişen hâdiseyi hak edecek ne yapmış olabilirim?” diyorum içimden. Büyümek zor işmiş gibi gözüküyor, her şeye rağmen büyüyor insan. Küçücüktüm babamı kaybettiğimde, ilkokula yeni başlamıştım. Bugünlerde yetimler, vicdansız ve ciğeri beş para etmeyen insanlara emanet ya İstanbul’u da kendime benzetiyorum, o da benim gibi yetim... Ve biz, kendi kültürüne yabancı yetiştirilen fakat asla ona küsmeyip kavuşmak için kıvrananlar, yüreğinde, mahzun Ayasofya’nın ve mazlum İstanbul’un acısını paylaşmadan ne insan olabiliriz ne de ideale kavuşabiliriz. Ne yazıyordu meşhur yazarın annesinin mezar taşında:

“Uyu sevgili ölü, mutlu uyanışa dek!”
 
(...)Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...
***
Gecesi sünbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul...

N.F.K - Canım İstanbul
Baran Dergisi 571. Sayı