İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyaya nizam vermek iddiasındaki Batılı ülkelerin ortaya attığı ve neredeyse bir asır boyunca kendi çıkarları istikametinde kullandıkları, başında “milletlerarası” yahut “evrensel” ibaresi yer alan tüm müessese, kanun ve teamüller, Amerika’nın başı çektiği ve adını “yeni dünya düzeni” koyduğu, “yeni dünya kaosu”nun kontrolden çıkması ve inisiyatifi elinden kaçırmasıyla beraber hükümsüz kalmıştır. Dünyada isteyenin istediği anlaşmayı çiğnediği, evrensel olduğu iddia edilen bütün hakların bizzat bu hakları ortaya koyduğunu iddia eden Batı tarafından ayaklar altında çiğnendiği, devletlerarası hukukun ise karşılıklı “nota” vermek ile kınamada bulunmaktan başka bir müeyyidesi olmadığını yaşadığımız son birkaç yılda bir daha unutmayacak şekilde ezberledik.

Devletlerarası Hukukun Irzına Geçildi

Devletlerarası hukukun ırzına geçilen hadiselerin son örneğini, Pazartesi günü, güya Libya’ya yönelik silah ambargosunun uygulanmasını takib etmek, esasında ise Türkiye’nin Libya’ya erişimini kesmek için Avrupa tarafından tesis edilmiş ve Yunan bir albay tarafından komuta edilen İrini Harekâtı Kapsamında, Libya’ya insanî yardım malzemesi ve ticaret ürünü taşıyan Türk kargo gemisinin Alman savaş gemisi tarafından, açık deniz hukukuna aykırı olarak durdurulması ve aranması esnasında gördük. Devletlerarası hukuka aykırı bir şekilde gerçekleştirilen bu harekâta karşı Türkiye ilgili ülkeleri nota vererek uyarmış ve kınama yayınlamış olsa da, Türk kargo gemisini hedef alan bu tecavüz bir kez daha göstermiştir ki, bugünün dünyasında devletlerarası düzeni sağlayacak herhangi bir hukukî düzen ve müeyyide söz konusu olmaktan çıkmıştır.

Devletlerarası Hukukun Olmadığı Yerde Dünya Düzeni Yoktur

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun 2000 senesinde yargılandığı DGM’de yapmış olduğu savunmasında iç hukukun iflasını işaret ederken kullandığı, “Hukukun olmadığı yerde devlet yoktur, çete vardır.” tesbiti, aynı şekilde devletlerarası hukuk için de geçerlidir. Devletlerarası hukukun olmadığı yerde dünya düzeni yoktur, çete vardır, terör vardır. Buradan da görmüş oluyoruz ki, hukukun çapına göre çetelerin çapları da değişiklik arz ediyor ve müesses nizâmın üzerine inşa edildiği medeniyetin baniliği iddiasındaki Avrupa, bir ânda kendisini adi çetelerle aynı seviyeye düşürmekten, eşkıyalık yapmaktan ve bunu yaparken de kendi kurmuş olduğu düzenin yine kendi koymuş olduğu kurallarını çiğnemekten hiç ama hiç çekinmiyor.

Batı’nın Değişen Türkiye Stratejisi

Hadisenin teorik buudunu bir tarafa bırakıp, pratiğe dönecek olursak. 15 Temmuz sonrasında kaleme aldığımız yazılarda defaatle dikkat çektiğimiz üzere, Batı’nın Türkiye stratejisi, yaşanan darbe girişiminin başarısızlıkla neticelenmesi, yâni FETÖ memleketi ele geçiremeyip, uydurduğu mezhepsiz, ılık bir İslâm ile bunun üzerinden bütün bir İslâm âlemini Batılı dünya düzenine entegre edemediğinden beri değişmiştir. Düne kadar Türkiye’de kendi güdümlerinde hareket eden siyasî iktidar beklentilerini yeteri kadar karşılarken, 15 Temmuz’dan sonra bunun sürdürülemez olduğunu kavramış ve onun yerine Anadolu’yu tarih sahnesinden silme, bu da olmuyorsa en azından Türkiye’yi parçalama stratejisine geçmiş bulunmaktadırlar. Daha evvel de ifâde ettik, siyasî iktidarın her geçen gün daha fazla sıkılan cendereyi gevşetmek için Batı’ya şirin gözükme çabalarının artık şu saatten sonra komik duruma düşmekten başka bir faydası yoktur ve olmayacaktır da. Hakeza muhalefetin “Biz iktidar olursak Batı ile olan münasebetleri onarır ve bilhassa ekonomide iyi performans sergileriz.” hesabı da aslında şu saatten sonra hiçbir anlam taşımamaktadır. Bırakın kuyrukçuluk yapmayı, 15 Temmuz’dan sonra Türkiye’de başa gelecek iktidar isterse Batılıların arkasını yalasın, bu stratejileri değişmeyecektir.

Ambargoların Arkasındaki Saik

Müşahhas plandan devam edecek olursak… Her ne kadar aksi iddia edilse de, Türkiye’nin F-35 programından çıkartılması ve satışı gerçekleştirilmiş uçakların Türkiye’ye teslim edilmemesinin, Rus S-400 füzeleriyle hiç ama hiçbir alâkası yoktur. Aynı şekilde Avrupalı silah üretici ülkelerin Türkiye’ye muhtelif silahlarda ambargo uygulamasının da Türkiye’nin terörle mücadelesiyle alâkası yoktur. Yahut Türkiye’nin insansız hava araçlarında kullanmak üzere Kanada’dan satın aldığı kameralara ambargo konması gibi. Bunların tamamı, Türkiye’nin 15 Temmuz’dan sonra izlediği bağımsızlıkçı siyaseti örselemek ve içinde bulunduğumuz konjonktürde elimizi kolumuzu bağlayarak, kurdu çakallara boğdurmak için izlenen politikalardır. Ne var ki bu planda istediklerini elde edemediler, Erdoğan’ın da dediği gibi kötü komşu Türkiye’yi ev sahibi yaptı ve ambargo uygulanan ürünler bir bir Türkiye’de üretilmeye başlandı. Bilhassa Türkiye’nin dışarıdan satın alamadığı için kendisini üretmek zorunda kaldığı İHA-SİHA’lar sayesinde, kurdu çakallara boğdurmadıkları gibi, ellerindeki birçok çakaldan da oldular. Yine Türk Lirasını hedef alan saldırılar burada tutuklu sümüklü bir papazın serbest bırakılması için değildi, ki öyle olmadığını serbest bıraktıktan sonra gördük. Bir diğer taraftan, bugün dünyanın en çok faiz veren ülkesi Türkiye olmasına rağmen, batılı finans kuruluşlarının Türkiye’den uzak durmalarını ülkedeki ekonomi ve hukuk alanında yaşanan sıkıntılara bağlayarak işin içinden çıkmak en hafif tabirle ayıp değil midir? 1980’li, 1990’lı yıllarda Türkiye’de ekonomi ve hukuk alanında güller mi açıyordu da buraya akan para muslukları böylesine kapanmıyordu? Artık biraz olsun akıllı olmak, bir şey konuşurken, yazarken, teşhis ederken, yorumlarken az düşünmek gerektir herhâlde.

Veletleri Yetmeyince Abileri Geldi

Akdeniz’de Türk kargo gemisine Alman savaş gemisi tarafından operasyon yapılmasını da bu çerçevede okumak gerek. Daha düne kadar Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin karşısına Yunanistan’ı sürüyorlardı, kaale alınmadığını görünce önce Fransa devreye girmeye kalktı, beklenen tesiri meydana getiremeyince de bu sefer bir Alman savaş gemisini Avrupa Birliği’nin harekâtının bir parçası olarak karşımızda buluverdik… Türkiye haklı kararlılığında ısrar edecek olursa, bu sefer karşımızda Amerikan deniz kuvvetlerinin bilmem kaçıncı filosunu bulursak şaşırmamak gerekir.

Türkiye’nin Gölgesi

Biz böyle anlatırken, birileri de tartışma programları, köşe yazıları ve sosyal medya yorumlarında, “Madem ki Türkiye’ye bu kadar düşmanlar, o zaman korktuklarından mı karşımıza direkt olarak çıkmıyorlar?” diye akıllarınca istihza yapıyorlar. Evet, askeri ve iktisadî bakımdan Türkiye gerçekten de Amerika başta olmak üzere Batı tarafından çekinilecek bir güç değil; fakat buradaki o yorumcu sığırın hesab edemediği “Türkiye’nin gölgesi”ni Batılı adam hesab ediyor ve her ne kadar iktidarını avuçlarının içine almış olsalar da, bir milyardan fazla Müslüman’ın tepkisini almaktan, hele ki o ülkelerde kurmuş oldukları kukla düzenlerin adeta domino taşı gibi bu sefer hakiki ihtilâllerle yıkılmasından çekiniyorlar. Tabiî 15 Temmuz gecesi milletin sergilemiş olduğu irade de, bizim devletin pek çekinilecek bir tarafı olmasa bile milletten yana büyük bir çekincenin doğmasına vesile teşkil ediyor.

***

Kör göze parmak hesabı işlenen “milletlerarası”, “evrensel” cürümler dolayısıyla artık görünen odur ki, küfür tek millet hâlinde, yedi düvel toplanmış ve Türkiye’ye karşı yerine göre nizâmî, yerine göre gayr-ı nizamî savaş açmış bulunmaktadır.

Bir taraf diğer tarafa savaş ilân edince, aslında son derece basit bir şekilde verilecek iki karar vardır: birincisi savaşmak; ikincisi teslim olmak. Meselâ CHP’li Ünal Çeviköz ve onunla benzer fikirler besleyenler hadiseyi görmüş ve kavramış ki CHP’nin kurucu zihniyetine uygun bir şekilde teslim olalım diye bas bas bağırıyor.

Savaşmak ise elbette ki külfetli, yalnız cebhede çatışmanın ötesinde, yukarıda bahsettiğimiz üzere bir yandan çarpışmak, bir yandan ayakta kalmak ve diğer taraftan da çete düzeninin yerine bir yenisini ikâme ederek nizâm kurmak gibi üç müşkülle karşı karşı kalmak anlamına geliyor. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun dediği gibi, hem gemiyi yapmak ve yaparken bir yandan da yüzdürmek zorunda olmak. Yâni gaye ve vasıta hükmündeki bir fikir sistemine sarılıp, o fikrin vasıtalığında, fikrin gayesine ulaşarak olmak, yahut mahvolmak! Bütün mesele bu mudur bilmem ama görülen o ki olacak olan ya o yahut bu!

Baran Dergisi 724. Sayı