İslâm dünyasının sırtında iki büyük hançer var; bunlardan biri Vahhabîliğin üssü Suudî Arabistan, diğeri ise Şiîliğin odak noktası İran... Üstad Necib Fazıl’ın “Doğru Yolun Sapık Kolları” eserinde tafsilâtlı bir şekilde ele alınmış olan bu sapkın odaklar, Müslümanların yek vücud hâlinde birleşmesinin önündeki engellerden. Küfür de, İslâm âleminin yeniden bir sancak altında buluşmasına mani olmak adına yaptığı tüm operasyonlarda bu iki cenah ile ortak bir şekilde hareket ediyor, çeşitli tiyatrolarla çatışma süsü verilse de, esasında kapalı kapılar ardında ittifak sürüyor. Ne Suudî Arabistan, ne de İran’ın İttihat-ı İslâm gibi bir davası yok. Dolayısıyla küfrün de bunlarla bir işi yok. Suudîler, ellerindeki ekonomik gücü istismar etmek adına kendileriyle yakın ilişkiler tesis eden Batılılar tarafından senelerdir istenildiği gibi sevk ve idare ediliyorlar. Ehl-i Sünnet Vel Cemaat bir anlayış olmadığı için de Suudî Arabistan’da şeriat varmış, İslâm varmış Batılıların umurunda değil. Bunun bir diğer misali de İran. 16. yüzyılda sırf Osmanlı Devleti karşısında bir güç olarak var olabilmek adına kabul ettikleri Şiîlik dolayısıyla, beş asırdır Müslümanlara ve esasında İslâm’a düşmanlık edişleriyle meşhurlar...
Anadolu
Küfür ve Bâtıl için İslâm âleminde iki ana hedef vardır; bunlardan birincisi sancağın düştüğü diyar Anadolu ve ikincisiyse Mısır’dır. Anadolu, her ne kadar çeşitli çalkantılı dönemlerden geçse de, taşıdığı potansiyel itibariyle Batı’nın “baş düşmanı”, “baş nefret kutbu” olmayı sürdürmektedir. Peki neden Anadolu? Öncelikle bu suâl etrafında biraz gezinelim.
Tanzimat Fermanı devrinde Devlet-i Aliyye’de nizamın bozulacağı kendisine ayan edilen Halid-i Bağdadî Hazretleri, Hindistan’a kadar gönderilip irşad edicisine eriştirilmiş ve kendisi de Nakşî Sırrını, dâvânın tam kalbi olan Anadolu’ya taşımıştır; “Mehdi'yi hamil 10 süvari” bahsi. Devlet-i Aliyye’nin yıkılması ve Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber her ne kadar Bâtılın hâkimiyeti tesis edilmiş gibi görünse de, bir Nakşî büyüğünün buyurduğu üzere:
— “Ne garib taifedir şu Nakşîler; kafileyi GİZLİ yollardan sevk ederler!”
Cumhuriyetin kurulmasının ardından Batı gardiyanlarının temsil ettiği Bâtıl, bir taraftan kendi dar zümresinde palazlanırken, diğer taraftan bütün bir Anadolu’ya yayılan Nakşî sırrı, ortadan kaldırılmak istenen İslâm itikadının ayakta kalmasını ve güçlenmesini sağladı. Yahudiler tarafından Şiîlik, İngilizler tarafından Vahhabîlik, Amerikalılar tarafından Fettuşîlik kullanılarak dünyadaki Müslümanların itikatları iğdiş edilmek istenirken, Nakşîlerin Anadolu’yu çevrelediği mukaddes ve mücerret hisar dolayısıyla Ehl-i Sünnet Vel Cemaat varlığını muhafaza etti, sahteliklerin önünü kesti ve her geçen gün güçlendi. İşte tam da bu yüzden Anadolu ve dolayısıyla Türkiye, Batının ve Bâtılın baş düşmanı, baş nefret kutbudur. Yine bu yüzden Batı ve Batının içimize sızmış envaî çeşit işbirlikçisi, Anadolu’nun olmaması, oldurulmaması için tüm gücüyle elinden gelen çabayı sarf etmektedir.
İran
İran, tarih boyunca hiçbir zaman Batılı devletler açısında tehdit olmamış, aksine önce Devlet-i Aliyye ve sonrasındaysa Cumhuriyet dönemlerinde çevresindeki İslâm devletlerine karşı onların tabii müttefiki olarak görülmüştür. Her ne kadar İran ile İsrail arasında suni gerilimler meydana getirerek sanki aralarında kavga varmış imajı doğrulmaya çalışılıyorsa da, esasında bölgede İsrail’den sonra Müslümanlar açısından en mühim düşmandır.
Irak ve Suriye’de cereyan eden, Türkiye’ye sıçratılmak için azamî derecede çaba sarf edilen çatışmalar malum. Irak ve Suriye’de bugün yaşanan sıkıntıların ardında her ne kadar başrolde Amerika, İsrail, İngiltere gibi devletler görülüyorsa da, göz ardı etmemek gerekir ki burada rol sahibi olan bir diğer devlet de İran’dır. Evvelâ Şehid Saddam Hüseyin’e karşı Amerika ile ittifak eden, Amerikan ordusuyla sırt sırta savaşarak iktidarı ele geçirdikten sonra Irak’ta yaşayan Sünnîleri hedef alan İran değil miydi? Keza, Suriye’de Esad rejiminin Sünnî direnişçiler karşısında bu kadar direnmesinin ve gerçekleştirdiği katliamların ortaklarından biri İran değil mi? Balık hafızalı olmamakta fayda var; İsrail, bölgede nükleer silah çalışması yapıldığını düşündüğü Irak ve Suriye’yi bombalarken, İran’dan korktuğu ve çekindiği için mi çözümü “bıdı bıdı” etmekte arıyor? Üstad Necib Fazıl’ın ifâdesiyle; “yumurtalarını pişirmek için Dünyayı ateşe vermekten çekinmeyen lanetliler”, İran’ın atom bombasına sahib olma ihtimali kendileri adına en küçük bir tehdit arz ediyor olsa, dururlar mı? Biraz feraset ve biraz da basiret...
16. asırdan beri Devlet-i Aliyye’yi, dolayısıyla İslâm’ı hedef alan ve tarihinde kâfirlerle girdiği tek bir çatışma bile olmayan İran... UNUTMA!
Türkiye, Suriye, Irak Üçgeni
Amerika’nın Irak’ı işgâli ardından iktidarı Şiîlere tevdi etmesi ve Suriye’ye sıçrayan Arab Baharı sonrasında her iki ülkede de nizam tesis edilemiyor. İngilizlerin bölgedeki karışıklığı körüklemek ve söndürmemek maksadıyla çizmiş olduğu sınırlar hâlen vazife görüyor ve İslâm âleminin yekvücut olmasına mani olmayı sürdürüyor. Bölge toprakları malum olduğu üzere Yahudiler açısından da vaad(!) edilmiş topraklar içinde bulunuyor. Yalnız, son yıllarda değişen konjonktür dolayısıyla yeni bir unsura daha devlet verilerek parçaların çoğaltılması adına bölge sınırlarının yukarıdan aşağı değil de, sağdan sola çizilmesi hesablar arasında. Bu son plana göre Irak ve Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt devleti, güneyinde Şiî ve ortasında da Sünnî devleti kurma planları yapılıyor. Kürt devleti için muhtemelen Türkiye ve İran’dan da toprak verilmesi planlanıyor.
İran toprak verir mi? Hemen batısında kendi güdümünde kurulacak bir Şiî devleti ile Akdeniz’e açılacaksa neden vermesin?
İran için hükmümüz açık ve net: Ruhunu sattığı için bedeniyle şeytanın alâkadar olma gereği duymadığı diyar. Türkiye ise, işbirlikçi hainler tarafından bedeni şeytana peşkeş çekilmiş olsa da, ruhunun bir türlü ele geçirilemediği mücerret Nakşî hisarıyla çevreli diyar. Türkiye ile İran arasındaki bu ayrıma lütfen dikkat edelim. Bugünlerde Türkiye içindeki işbirlikçilerden Cumhuriyet Gazetesi zihniyeti, Fettuşîler, CHP zihniyeti, İrancı sapıklar, Oğuzhan Asil Türk taifesi ve daha nice hain el ele vermiş, İran’ın satılmış ruhunu ve Müslümanların sırtındaki hançer hüviyetini görmeksizin İran’ın “bağımsızlığından” dem vurmak suretiyle Anadolu’nun bağımsızlık mücadelesi karşısında buluşuyorlar. Anadolu’nun bağımsızlık kavgası karşısında bir blokta toplanmış tiplere bakıldığında bile resim son derece açık ve net değil mi?
Devam edelim... Türkiye, güneyinde kurulacak bir Kürt devletine toprak verir mi? İşte asıl yanıtlanması gereken soru belki de budur. Devlet geleneği ve sosyal psikoloji bakımından ele alacak olursak, vermez. Tabiatı itibariyle “bölme”, “bölünme” gibi iki fiil, kelime itibariyle bile hem devlet hem de ahali nezdinde tiksinti uyandırıcı kelimelerden. Dolayısıyla Türkiye’de varlığını sürdürmek iddiasında olan hiç kimse ve müessese böylesine bir işe girmez, giremez. Aksine, “toprak vermemek”, “böldürmemek” bir süre sonra meşruiyet merkezi hâline bile gelebilir millet indinde.
Asıl Soru
Gelelim esas soruya; Batı gerçekten de bölgeyi yeniden şekillendirmek için bir Kürt Devleti mi kurmak istiyor, yoksa Başkanlık sisteminden bahsederek uzun zamandır İncirliği bile kullandırmayan Erdoğan’ı köşeye sıkıştırıp, Türkiye’nin bağımsızlık yürüyüşüne çelme takmak mı?
Irak ve Suriye’de Şiîlerle Sünnîler birbirini yemiş, Batının çok mu umurunda? Bölge şekillendirilirken zaten böyle bir manzaranın doğması hesab edilmiyor muydu? Öyleyse... Bölgedeki unsurlardan Kürtler ve Şiîler başrol olacaklarını zannederlerken, Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi karşısında Emperyalistler adına figüranlık yapıyorlar. Bir de bunu “antiemperyalizm” adına yapıyorlar... Aa canım... Türkiye eskiden olduğu tam teslim vaziyete geçse, ne içeride, ne de dışarıda herhangi bir sorun kalmayacağı, bugün diktatör yaftasından tutun, anasına kadar küfür edilen Erdoğan’ın da yeniden demokrasi havarisi ilân edileceği açık değil mi?
Neticede
Türkiye, eskiden olduğu gibi Batının gözünde bir müttefik değil, bilakis milleti gibi düşman görülmeye başlanmış olan bir devlettir ve bu değişim, devletin, milletinin ruh köküne yanaşmasından kaynaklanmaktadır. Türkiye’deki millete ve İslâm’a düşman birçok güruh da bu vaziyetten son derece rahatsız ve karşı taraf ile açıkça bir safta bulunmaktadır...
Türkiye’de bir koalisyon kurulamadığı ve erken seçime gidileceği artık kesin görünüyor. Seçimlerden hemen sonra da Türkiye’nin koalisyon diye bir gündemi olmadığını ifâde etmiştik hatırlarsanız. Ak Parti’nin utana sıkıla sürdürmeye çalıştığı bağımsızlıkçı çizgi eğer bir daha geri dönülemez noktaya getirilmek isteniyorsa, eldeki tüm imkânlar seferber edilerek kimsenin gözünün yaşına bakmadan gereken her şey yapılmalıdır. İçinde bulunduğumuz vaziyet, millete lâyıkıyla izah edilerek, bağımsızlığın önündeki en büyük engel olan “3000 aile”den müteşekkil oligarşi, bunların devlet içindeki uzantıları ve kırılganlığından dolayı bu oligarşinin oyuncağı olmuş parlamenter sistem tarihe gömülmelidir.
İstiklâl meselesi hâl ve fasl edildikten sonra, sırtımıza saplanmış Suud ve İran hançeri de, göğsümüze dayanmış İsrail süngüsü de rahatlıkla bertaraf edilecektir.
Milletimizin bütün şeref ve haysiyetini borçlu olduğu İslâm merkezinde yeni bir anlayış ile devleti ve milleti buluşturacak bir ideolocyanın ruhî ve maddî gereklerinin yerine getirilmesi, umulmadık kapıların sonuna kadar açılmasının vesilesi olacaktır...
Allah pervasızlarla beraberdir.
Baran Dergisi 449. Sayı