Genelde anayasalarda süslü kelimeler çoktur, hak ve özgürlüklere bolca vurgu yapılır. Ama bunların güvenceye kavuşturulması ve tatbik edilmesi önem arz eder. Söz ile eylem birbirine uymalıdır. Yazılı metin ile uygulamanın birbirini tutup tutmadığına bakmak zorundayız.

1924 Anayasası, “hiçbir kanun anayasaya aykırı olamaz” diyor. Ama bunu denetleyecek Anayasa Mahkemesi gibi bir kurum yok. Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklal Mahkemeleri gibi düzenlemeler anayasaya aykırıdır; fakat Meclis bunları çıkarır. Çünkü bu kanunlarla muhalefetin susturulması amaçlanmış. Meclisin oluşumu da adil bir seçimle değil, atama ile olduğu için böyle kanunları rahatça çıkarabiliyor. Mete Tunçay, İstiklal Mahkemelerini, “Cumhuriyet terörünün en önemli araçlarından biri”(1) olarak niteler. Şeyh Said isyanı bahanesi ile ayaklanma bölgesinde İstiklal Mahkemesi kurulması ile yetinmeyip Ankara’da da kurarak, fırsattan istifade ile tüm muhalefeti sindirmek amacı güdülmüştür. Cumhuriyet rejimi 1925’den itibaren tek parti diktatörlüğünü açıkça ilan etmiştir, diyebiliriz. 

Olağanüstü mahkemeler tabii hâkimlik ilkesine aykırıdır. Hem bu açıdan, hem yargısal güvenceler açısından 1876 Anayasasından geridir. Kanun koyucu karşısında yargının güvencesi etkili değildir. Genel savunma hakkı olarak da eksiklik var.


 

Hak ve hürriyetler, 1789 Fransız Anayasasından aynen alınıyor. Ve özgürlükler kanunla sınırlanır, diyor. Ama uyulması gereken üstün ilkeler veya teknik ölçütleri yok. (2) Bu dönem çıkarılan birçok kanun anayasaya aykırı olmuştur. Demek ki hürriyetler kâğıt üzerinde kalmış, uygulamada istibdat yapılmış.

 

1924 Anayasası çoğunlukçu anlayıştadır. Russo’nun genel irade teorisinden etkilenilmiştir. Çoğulculuk yoktur. Azınlıkta kalanların hakları güvenceye alınmamıştır. Burada, nasıl bir çoğunluk, diye sormalıyız. Çünkü anayasanın, “hâkimiyet bila kaydu şart milletindir” demesine rağmen asıl millet çoğunluğu büyük baskı görmüş, tepeden inme bir toplum mühendisliğine maruz kalmıştır. Öyle ki programında, “fikirlere ve dini inançlara saygılı” olduğunu söyleyen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, bu ifadeden dolayı Hıyanet-i Vataniye Kanununa muhalefetten “dini siyasete alet etmesi” gerekçesi ile kapatılır.(3)

Anlaşılan o ki, milletin hakkını meclisteki tek parti tekeline almış, bununla halkı ve muhalefeti baskılamıştır. Fakat “hâkimiyet bila kaydu şart milletindir.” gibi süslü laflara anayasada yer vermekten de geri durulmamıştır. Kemalist ekip yapılanlar için, “halka rağmen halk için” gibi tuhaf izahlara girişmişlerdir. Ayrıca “kansız devrim olmaz” gibi ancak ihtilal esnasında söylenebilecek sözü, ihtilal sonrasında sürdürülen kan dökücülüğün mazereti yapmışlardır. CHP’nin tek parti döneminde milleti siyaset mekanizmasına dâhil etmeyişine rağmen yaptığı halkçılık edebiyatı için, 14. Loui de gördüğümüz “devlet benim” despotluğunun, “millet benim” despotluğu versiyonudur, diyebiliriz.



CHP’nin altı okundan ibaret bir parti programıyla, yeni bir devlet sistemi tesis edilmeye kalkılmıştır. “Çağdaşlaşma” söyleminin yeterli olmadığını ve fikirsiz ihtilâlin mevzu bahis olamayacağını belirtelim. Aslında Cumhuriyet ne getirdiği ile değil de, neye karşı olduğu ile zuhur etmiş tepkisel bir harekettir, inanç ve değer sistemi getirmemiştir. Onun için, fikir, ilim ve sanat kadrosu oluşmamıştır. Fakat şunu inkâr etmeyelim, Batı hayat tarzına özenti içinde yaşayan, düşüncede sığ ve idrakleri iğdiş edilmiş bir nesil yetiştirmiştir. Eğer bunu başarı olarak görüyorsak, Kemalizmin başarısı budur! 

 

Laiklik ilkesi, din karşıtı olarak ve aydınlanma felsefesini dayatarak, totaliteryen adım olarak CHP ideolojisinin aracı olarak işlev görmüştür. (4)

Kemalist devlet, İslâm dinine karşı tarafsız kalmadığı gibi, bünyesindeki Diyanet İşleri Teşkilatı vasıtası ile ezan ve ibadetlere karışmış, dini reform-değiştirmeye kalkışmış, din eğitimini uzun müddet yasaklamıştır. Şunu belirtelim ki, laikliğin, din ve dünya ayrımını, din dünya için indirildiği gerekçesi ile İslâm dini kabul etmediği gibi; laikliğin din ve vicdan hürriyeti söylemi ise dini eğitim ve müesseselerinin yasaklanması ile lafta kalmıştır. Ayrıca şunu da ilave edelim ki, “vicdan hürriyet” tabiri, vicdanlara karışılamayacağı hakikatinden dolayı anlamsızdır. Mühim olan inanç ve ibadet özgürlüğünü ifadeye geçebilmek ve kurumlarını kurmaktır. Laiklik uygulamalarında bunun olmadığı açıktır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında 90 kadar cami kapatılmıştır. Diyanet İşleri Reisliği tarafından 8 Ocak 1928 tarihli bir tüzük uyarınca bazı tespitler yapılmış, 1932’de bunun yerine cami ve mescitlerin sınıflandırılması hakkında Nizamname yapılmış, 15 Kasım 1935 tarih ve 20845 sayılı yasayla da tasnif dışı kalan camilerin başka amaçlarla kullanılmak üzere kapatılması öngörülmüştür. Ancak, daha 1928 yılında İstanbul’da bir cami CHP’ye satılmıştır.(5) Kimi depo ve ahır, kimi de meyhane vs. yapılmıştır. Tekke ve zaviyelerin ne olduğu ve kimler tarafından yağmalandığı ayrı bir bahis. Burada şunu ifade edelim ki, kapatılan camilerin sayısı mevcut camilerin sayısı yanında fazla bir yekûn tutmaz ama mühim olan bütün Müslümanları kapsayan baskı ve sindirme politikalarıdır. Bağımsızlığın sembolü ve Fatih Sultan’ın vakfiyesi olan Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi ise esaretimizin hâlâ süregelen sembolüdür. Bu arada bu mühim mevzuyu da hatırlatmış olalım:

Laikleşme adımları sadedinde şunları da vermemiz, laiklikten ne anlaşıldığına misal teşkil eder. Cumhuriyet Gazetesi, 6 Eylül 1925: “Memleketimizde ilk defa yapılan bir müsabaka. Evvelki akşamki güzel bacak müsabakasına dört hanım iştirak etmiştir.” Aynı havadiste, Beşiktaş Kulübü’nün Taksim Bahçesindeki eğlencesinde yapılan dans müsabakasına da değinilmektedir. 1931 başında Naşide Hanımın güzellik kraliçesi seçilmesi, öğretmen olması dolayısıyla, Maarif Vekili Esat (Sagay) Bey tarafından kınanınca, eski deyimle hayli kılükalı mucip olmuştur. (Yobazlıkla suçlanan bakanın beyanatını tavzihi için bkz. Cumhuriyet, 23 Kanunusani 1931). Ertesi yıl Keriman Halis’in Dünya Güzeli seçilmesi ise, Atatürk’ün, “Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu” vurgulayan bir demeç vermesine yol açmıştır. (ASD 3, s. 92-93) Balolara gelince, bunlar eskiden beri İstanbul-İzmir Levanten çevrelerinde düzenlenirken, Cumhuriyet döneminde resmiyet kazanmışlardır. Ankara Türk Ocağında yapılan ilk Tayyare Balosuna, Gazi ve İsmet Paşalar katılmışlardır. (Cumhuriyet Gazetesi, 24 Kanunusani 1926). (6) Balolara girip çıkanlar ile onları tahta perdeler arkasından seyreden köylüler arasındaki uçurumu Ankara romanında tablolaştıran Yakup Kadri Karaosmanoğlu, devri, ideallerinin hemen pörsümesini acı acı eleştirir. 

Laiklik uygulamasının dine baskı ve tasfiye aracı olduğu görülmektedir. Dinlere eşit mesafe olarak değil de, İslâm dinine müdahale ve ibadet diline kadar (ezan vs.) değiştirme şeklinde tezahür etmiştir. Laiklik ilkesine rağmen zekât ve sadaka-yı fıtr bedelleri ile kurban derilerinin TC Tayyare Cemiyeti’ne verilmesi için Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Reisliğince “şer’an caizdir” diye fetva verilmiştir. 
1924 Anayasası, liberal felsefeye sahip olup sosyal haklardan uzaktır. Aslında, liberal felsefenin de uygulandığını söyleyemeyiz. O zamanlar sosyal hakların anayasalara yeni girmeye başladığını da belirtelim. Sanayileşmede yol alınamadığı gibi köylü ağır vergilerden perişan vaziyettedir. 

Kazım Albay

Makalenin tamamı için TIKLA