Kamus bir milletin hafızası, yani kendisi; Heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır. Her Mukaddesi yıkan Fransız İhtilali, tek Mukaddese saygı göstermiş; kamusa...
Heyhat! Batıda cinnet bile terbiyeli. Batının en talihsiz fikir adamı, bir ba’s-ü bad-el mevt hayaliyle avunabilir. Türk yazarı, böyle bir teselliden mahrum. Dil, Penelop’un örgüsü, yirmi dört saatte bir sökülüp atılıyor.
Cemil Meriç
 
Cumhuriyeti kuran kadrolar harf inkılâbını “okumayı yazmayı zorlaştıran Arap harflerinin Türkçe fonetiğe uymadığı, Türkiye’de okuryazarlık oranın artması ve eğitimin geniş halk kitlelerine yayılabilmesi, kısacası Türk aydınlanması’nın gerçekleşmesi için, Türkçe yazmaya elverişsiz ve bu yüzden öğrenilmesi de güç olan Arap harflerinden vazgeçilmeliydi.” (Başarı/Türk Dil Reformu, Geoffrey Lewis, Paradigma Yayınları, 1. Baskı, 2007, S.XXVI) diyerek müdafaa etmektedirler.       

Aslında bu Latin alfabesi meselesi Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal tarafından dillendirmeye başlamadan ilk 1924 yılında Hüseyin Cahit Yalçın’ın ortaya atıp ilk defa Şükrü Saraçoğlu’nun TBMM’de dile getirilmesinden çok daha öncesi Tanzimat dönemine kadar uzanır. Mevzu 1860’tan sonra iyice ayyuka çıkar.

Türkler, İslâmiyet’i kabul ettikten sonraki süreçte yazı dili olarak kullandığı İslâm harflerini yaklaşık bin yıl kullanmışlardır. İslâm sonrası kurulan ilk Türk devleti, devamında Selçuklu ve Osmanlı devletlerinde ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin ilk zamanlarına kadar kullanılmıştır. Günümüzde Osmanlıca diye bize emperyalist ülkeler tarafından yutturulan yazı dili ise özbeöz Türkçedir, Türk dilidir. Osmanlıca diye bir dil yoktur. Osmanlı'da Arap alfabesi genel kabul görmüştü. Konuşulan Türkçe, Arapça-Farsça karışımı alfabe ile yazılırdı. Buradaki maksat Arap savunuculuğu yapmak değil, bütün Müslümanların ortak dili evrensel bir dil olan Arapça olduğundan, ecdadımız Osmanlıda Arapça ağırlıklı bir yazı dili kullanmıştır. Türkler akın akın İslâm ile şereflendikten sonra inandığı dinin yazı dilini almış, hem kutsal kitabımız Kur’an’ı Kerim’in daha çabuk anlaşılmasını hem de dinimizi daha kolay öğrenmemizi amaçlamıştır. Günümüzde Latin alfabesini öğrenmek en az üç ay sürerken, ecdat çocuklarını dört yaşından itibaren günümüzde anaokulu karşılığı olan Osmanlı sıbyan mekteplerine göndererek kısa süre içinde okuma yazma öğrenmesini sağlamıştır. Bunun yanı sıra çocuklara manevî ahlâk dersleri verilmiştir.

Yüce Allah dinimizi Arap kavmine mensup olan Peygamber Efendimiz vesilesiyle indirmiş, Kur’ân-ı Kerim de Arapça üzerine nüzûl olmuştur. Ancak günümüzde bu yazı dili o kadar yanlış anlaşılmaktadır ki, konuşma dili de Arapça zannedilmektedir. Konuşma dilimizin esasında, günümüzde konuştuğumuz dil olduğunun farkında olmayanlar, geçmişle bağımızı kesmenin amaçlandığını hiç anlamamışlar veya anlamak istememişlerdir.

Osmanlının ilk anayasası olan 1876 Kanun-i Esasi’de (Tarihçiler, Osmanlı’da ilk anayasal düzenlemeyi ise 29 Eylül 1808 Sultan II. Mahmut döneminde Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’nın “Rumeli ve Anadolu ayanlarını toplayarak yapmış olduğu bir antlaşma” olarak tanımlarlar.) devlet görevlilerinin devletin resmî dili olan Türkçe’yi bilme zorunluluğu (dikkat edilirse Osmanlıca değil Türkçe) 18. maddede yer alıyordu. Başka bir şekilde söyleyecek olursak temel kanun yani Kanun-i Esasî’de "resmî dil"le ilgili üç madde vardır. Şöyle ki:

Madde 18 - tebaai osmaniyenin hidematı devlette istihdam olunmak için devletin lisanı resmisi olan türkçe'yi bilmeleri şarttır.

Madde 57 - heyetlerin müzakeratı lisanı türkî üzere cereyan eder ve müzakere olunacak layıhaların suretleri tab ile yevmi müzakereden evvel azaya tevzi olunur.

Madde 68 - heyeti mebusan için azalığa intihabı caiz olmayanlar şunlardır: evvelâ tebai devleti âliyeden olmıyan saniyen nizamı mahsusu mucibince muvakkaten hizmeti ecnebiye imtiyazını haiz olan salisen türkçe bilmiyen rabian otuz yaşını ikmal etmiyen hamisen hini intihabta bir kimsenin hizmetkârlığında bulunan sadisen iflâs ile mahkûm olup da iadei itibar etmemiş olan sabian sui ahval ile müştehir olan saminen mahcuriyetine hüküm lâhik olup da fekki hacir edilmeyen tasian hukuku medeniyeden sakıt olmuş aşiren tabiiyeti ecnebiye iddiasında bulunan kimselerdir. Bunlar mebus olamaz. Dört seneden sonra icra olunacak intihaplarda mebus olmak için Türkçe okumak ve mümkün mertebe yazmak dahi şart olacaktır.

Kısacası:
1) Osmanlı Devleti'nde memurların devletin resmî dili Türkçe'yi bilmeleri önkoşuldur.

2) Kurultaydaki (meclis) kişilerin, görüşmeleri Türk dilinde yapılır.

3) Kurultay'a Türkçe bilmeyenler seçilemez. Dört yıl sonra yapılacak seçimlerde milletvekili olmak için Türkçe okumak ve olabildiğince yazmak da koşul olacaktır.

Bu üç maddeyi yazmaktan maksat hiçbir yerde “Osmanlıca” tabirinin kullanılmadığına, Türkçe tabirinin kullanıldığına dikkat çekmektir.

Osmanlı Türkçesinin “lisan-ı Osmanî”, “Osmanlı lisanı” diye adlandırılmasına ünlü sözlükçü, yazar aynı zamanda köken olarak bir Arnavut olan Şemseddin Sami karşı çıkmış ve tıpkı Kaşgarlı Mahmud, Yusuf Has Hacib, Ali Şir Nevai gibi dilin adının “Türkçe” olduğunu ifade etmiştir. (Şükrü Halûk Akalın, “Türk Dünyasında Dil”, Yeni Türkiye, Temmuz-Ağustos 2013, Yıl 9, Sayı 53–54, s.362–363)

Söylediğimiz lisan, ne lisanıdır ve nereden çıkmıştır? Osmanlı lisanı tabirini pek de doğru görmüyoruz çünkü bu unvan Selâtin-i Osmaniye’nin birincisi, fatih-i meşhurun nam-ı âlilerine nispetle müşarünileyhin tesis etmiş oldukları bir devletin unvanıdır. Hâlbuki lisan ve cinsiyet müşarünileyhin zuhurundan ve bu devletin tesisinden eskidir. Asıl bu lisanla mütekellim olan kavmin ismi “Türk” ve söyledikleri lisanın ismi dahi “lisan-ı Türkî”dir. Cühela-yı avam indinde mezmum addolunan ve yalnız Anadolu köylülerine ıtlak edilmek istenilen bu isim intisabıyla iftihar olunacak bir büyük ümmetin ismidir. (Şemseddin Sami, “Lisan-ı Türkî (Osmanî)”, Hafta (Mecmuası), C. 1, s. 12, 10 Zilhicce 1298 (3 Kasım 1881), (s. 177–178.)

Latin alfabesine geçiş için 1860’lı yıllarda gündem yapılmasının sebepleri vardır. Özellikle iletişim açısından telgraf telsiz gibi devletler için çok önemli olan iletişim araçlarının icat edilmesi, Latin alfabesinin kabulü konusunda tartışmalar başlatmıştır. Tartışmayı ilk açan Osmanlı Maarif Nazırlarından Münif Paşa idi. (Cemil Meriç’e göre Harflerimizi değiştirmemizi ilk defa teklif eden İslâm düşmanı Volney'dir. Münif Paşa’nın hocasıdır.) Münif Paşa 1862’de Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’de yaptığı konuşmada, Arap harflerinin Türkçe’nin grameri için yetersiz olduğunu, bu yüzden Arap alfabesine yeni işaretler eklenmesini ve harflerin birbirinden ayrı yazılmasını (huruf-ı munfasıla) tavsiye etmişti.

1863’te bu sefer Azerbaycanlı ‘yenileşmeci’ aynı zamanda Rus ordusunda Albay rütbesinde görev yapan Feth Ali Ahundzade, Sadrazam Fuad Paşa’ya benzer bir teklifte bulundu. 1879’da, Latin ve Yunan alfabelerinden esinlenerek yeni bir Arnavut alfabesi hazırlayan, Kamus-ı Türkî adlı ilk Türkçe sözlüğün müellifi Şemseddin Sami Bey, benzer bir reformun Osmanlıca için de yapılmasını önerdi.

1860’dan 1914 yılına kadar, dönemin önde gelenlerinin büyük çoğunluğu; Jön Türkler bağlantılı edebiyatçı, yazar, siyasetçiler (Münif Paşa, Ali Süavi, Namık Kemal, Ebuzziya Tevfik, Milaslı Hakkı, Kılıçzâde Hakkı, Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin Meşrutiyet dönemi Maarif Nazırı Şükrü Bey) harflerin sadeleştirilmesi konusunda raporlar hazırlamışlar, çeşitli yazılar yazmışlar ve söylemlerde bulunmuşlardır. Hatta Ahmet Muhtar Paşa Islah-ı Ruhî Encümeni; yani Harflerin Islahı Komisyonu kurdurmuştur. Bunların hiç birisi de itibar görmemiş, gayrı ciddi sayılmıştır. Ancak bu çalışmaları yapanların hiçbiri alfabe değişikliği teklifi yapmamıştır. Sadece gelişen dünya ve teknoloji için harflerin sadeleştirilmesi konusunda teklifleri olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı esnasında, Enver Paşa Hurûf-ı Munfasıla (Birleşmeyen harfler) ile yazılan bir yazı fikri ortaya koymuştur. (Arap Alfabesinde sesli harf yoktur. Ancak sesli harf yerine kullanılan harflerin, Latin Alfabesinde olduğu gibi diğer sessiz harflerin önüne yazıldığı ve dahi birleştirilmeden yazılan bir yazı şekli idi.)

Zaman içerisinde ''Enverî Alfabe'' ve “Ordu Alfabesi” de denildi. Osmanlı Türkçesi eski yazıda harfler bitişik yazılmakta ve o şekilde okunmakta idi. Enver Paşa, bunları ayırarak aralarına hareke yani iki sessiz harf arasına batı alfabesinde olduğu gibi bir sesli harf koymak ve harfleri birleştirmemek kuralını getirdi. Enver Paşa’nın bu yeni tarz yazı şeklini kullanmaya Harbiye Nezareti, Genelkurmay ve Silahlı Kuvvetler teşkilatı mecbur edildi. Bütün defterler ve nizamnameler değiştirilerek bu yeni yazı ile tekrar bastırıldı. Kimse bu yazıları okuyamaz oldu. Şubelere gelen kâğıtları eski yazıya çevirip anlamak için Kâtip dahi kullanmaya başlanmıştı. Ancak onlar dahi bir şey anlayamadıkları için hususi kalemler teşkil edildi. Askerî kısımlardan gelen yazılar eski yazıya çevrilerek muameleye konulur hale geldi. Birinci Dünya Savaşı başlayınca ve Osmanlı harbe girince bu yazı uygulamasından vazgeçildi. Bir kaç talimatnâme, Kafkas Cephesi Haritalarının başlıkları ve Ordu Salnâmesi bu imlâ şekli ile basılmıştır.

O dönemde Harbiye Nezareti’nde görevli kurmay subaylardan İsmet (İnönü), Enver Paşa’ya “Paşam, yaptığınız büyük bir inkılâptır. Ancak memleketin genç zabitleri ihtiyat subayı olarak bulunuyorlar ve keşiftedirler. Harfler öyle tek tek yazılırsa keşif raporları çok gecikir. Oysa keşif raporlarının hemen ulaşması lazımdır. Bu bakımdan bu büyük eserinizi zaferden sonra tatbik etmek üzere şimdilik erteleseniz” derken bir başka subay Mustafa Kemal de sonraki yıllarda Ruşen Eşref’e “Peki, güzel! İyi bir niyet; fakat yarım iş, hem de zamansız. Harp zamanı harf zamanı değildir. Harp olurken harfle oynamak sırası mıdır? Bu şimdiki şekil hem yazmayı, hem okumayı, hem de anlamayı, dolayısıyla anlaşmayı eskisinden fazla geciktirir ve güçleştirir. Hız isteyen bir zamanda böyle yavaşlatıcı, zihinleri yorup şaşırtıcı bir teşebbüse geçmenin maddi, ameli ve milli ne faydası var? Sonra da mademki başladın, cesaret et şunu tam yap, medeni bir şekil alsın!” diyecekti. (Ruşen Eşref Ünaydın, 1956, Hatıralar, Ankara, s. 28-29)

Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle bu konu üstüne tartışmalar devam etti. Cumhuriyetin ilk yıllarında mecliste de bu konuyu tartışanlar çıkıyordu; fakat muhalifler de vardı. Aslında bu işin asıl mimarı ve planlayıcısı Mustafa Kemal, olumlu olumsuz tek bir kelime dahi etmiyordu. Kısacası kendi taraftarlarına bu konuyu tartışmaya açtırıp meyvenin olgunlaşmasını bekliyordu. Hüseyin Cahit (Yalçın) 1922’li yıllarda Mustafa Kemal’e “Latin alfabesine ne zaman geçiyoruz” diye sorunca “zamanı değil” diyerek geçiştirmiştir. Çünkü o sıralarda hala birinci meclis var, o mecliste Osmanlı’yı ve hilafet makamını savunanlar var. Zaten M. Kemal bu inkılâpları kendisine muhalefet eden basın-yayın ve siyasetçileri susturduktan sonra, kısacası ipleri tamamen eline aldıktan sonra sırayla gerçekleştirmiştir.


Baran Dergisi 674. Sayı