Hayatın birçok sıkıntısı vardır. İyi bir eğitim, geçim, ailevî problemler, hastalık ve mal-mülk gibi maddi olanlar yanında insanın ruhunu tatmin arayışı da önemli bir manevî problemdir. Bu probleme, iyi bir insan, iyi bir mümin olma çabası da diyebiliriz. Öyle bir yer gelir ki, insanın maddi her şeyi vardır ama ruhu boşluktadır veya dünya ve ahiret dengesini kuramamıştır. Aslında insan için sıkıntı ömür boyunca sürecektir ve buna ruh-madde çatışması da diyebiliriz. Asıl saadet ise ruhun yoluna girmektir.

Bu girizgâhtan sonra, şimdi ismi İstanbul Recep Tayyip Erdoğan İmam-Hatip Lisesi olan, benim de aralarında bulunduğum 1974-75 mezunları buluşmasından bahsetmek istiyorum.

Her yıl yapılan fakat sadece mezunların birbirlerini görmesi ve hasret gidermesinden başka bir amaç gözetmediği için seyrek katıldığım buluşmalara bu sefer içimden gelen bir duygu ile katıldım. Özlem ve vefa duygusu da diyebiliriz. Fatih-Fethiye’de olan İmam-Hatip okulunda 14.10.2018 Pazar günü öğle namazından sonra yemek faslı gerçekleşti ve tanışma ve sohbetlerden sonra ikindi namazını da okulda kılıp, birbirimize adreslerimiz vererek ayrıldık. Buluşmanın Florya’da gerçekleşen sabah kahvaltısı kısmına katılamadım. Bu buluşma vesilesiyle, hem geçmişe hem geleceğe yönelik bazı bahislere dokunmak istiyorum.

28 Şubat zulümleri, arkadaşların çoğunda bir hatıra bırakmış; yeri geldikçe belirttiler. Bağcılar Belediye Başkanı Feyzullah Kıyıklı’nın göreve çağırdığı Hüseyin Karasu kardeşimiz, vakıflarda görev yaparken uğradığı sürgünden kısaca bahsettikten sonra, Bağcılar’da türbanlıları takibe alan Kaymakam’ın gayretiyle savcının sorgusuna uğradıklarını, belediyede türbanlıları takip edip işten atmadıkları için azarlandıklarını anlattı. Hüseyin ile Yüksek İslâm boykotlarında beraber idik ve Valide-i Atik Yurdu’ndaki hadiselerde de bulunmuştu.

Kemalist zulüm tarihi, 28 Şubat’tan ibaret değildir; öncesi vardır. Askerlik döneminde namaz kılmakta ısrar etti diye zulme maruz kalan Deli Sadık (inancına sadık ve divane anlamında) komutanları tarafından öldürülmekle tehdit edilir. Ama o inancından vazgeçmez ve her şeyi göze alır; namazlarını vaktinde kılmaya devam eder. Bir gün, secdedeyken gözyaşlarıyla Allah’a yalvarır. Yine gelenler olur fakat o her şeyi göze almıştır. Ancak bu sefer tabur komutanı onu çağırır ve yanına görevli olarak alır.

İmam-Hatip müdürü Cevat Erdem Bey, başından sonuna kadar bizimle oldu ve iyi bir ev sahipliği yaptı. Müdür bey konuşmasında, eğitimde hemen netice alınamadığını, 20 yıl gerekebileceğini, İmam-Hatiplerin sayısının ancak 3-4 yıldır arttığını söyledi. “İmam-Hatiplerde keyfiyet neden düşük?” şeklindeki soruya ise, “bilgi ve kültürü birlikte vermeye çalıştıklarını ancak hepimizin sokak, televizyon ve cep telefonları başta olmak üzere topyekûn kültür emperyalizmine maruz kaldığını” söyledi. Ayrıca, “İmam-Hatipler en iyi olsun diyoruz ama bazıları çocuklarını isim yapmış okullara vermeyi tercih ediyor; ondan sonra bizden çok şey bekleniyor. Biz elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz” diye ilave etti. “Hoca mevzuu önemli, okuldaki hocalar nasıl?” diyen bir başka arkadaşın sorusunu da cevaplamaya çalıştı. İmam Hatip şuurundan bahsederken bir arkadaş şunları söyledi: "Üstad'ın dediği gibi, 'Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın/gündüz geceye muhtaç bana da sen lâzımsın!' Düşmaımız olmadığı için rehavete kapıldık."

Yemekte yan yana oturup, bir müddet Müslümanların önündeki engeller mevzuunda sohbet ettiğimiz müdür bey, bana şöyle güzel bir söz söyledi: “Allah’a güvenerek yapılan işlerde Allah kulunu yalnız bırakmaz.” Yemek sonrası sohbet toplantısında ise bazı arkadaşlar, rızık korkusuyla zalim idarecilere boyun eğmediklerini ancak rızıklarının da kesilmediğini, zaman zaman çilelere rağmen değişik mevkilerde görev yaptıklarını söylediler. Boyun eğmeden ve dik durarak da insanın hayatını sürdürebileceğini mutlulukla ifade ettiler.

Herkes sırayla hayat hikâyesini anlattı. Otuz kişiydik. Ben de hayat hikâyemde, mezuniyet tarihlerimi verdikten sonra Salih Mirzabeyoğlu’nun 1991’de gözaltına alınışı üzerine çıkardığımız TARAF dergisinden, cezaevi hayatından, İBDA-C davalarından, halen yayın hayatında olan BARAN ve AYLIK dergilerinden bahsettim. Eli kalem tutan arkadaşların bu dergilere yazı gönderebileceğini de ilave ettim. Sözümün hitamında arkadaşlardan helallik istedim. Son sözlerim üzerine amacımı sordular. “İhtiyarlık moduna girme” ve davadan tekaüt olma mânâsı çıkmaması için tasrih ettim. “Bizde emeklilik yoktur” dedim. Bu sözüm arkadaşların hoşuna gitti.

Diksiyon üzerine kitabı olan ve İSMEK’te hocalık yapan Mustafa Aydın, değişik çevrelerden davet aldığını ancak Müslümanlardan davet almadığını söyledi. Birbirimize sahip çıkmadığımıza dikkat çekerken Müslümanların sosyal yönden eksikliklerinden bahsetti. Başka bir arkadaş da öğretmenlik yıllarında alevilerin birbirlerine candan bağlı olduğunu, birbirlerini çok tuttuğunu, iki ilahiyatçının ise geçimsizlikleri yüzünden bir araya gelip çay içemediğini söyledi. 

Diksiyon hocası Mustafa Aydın, benim hayat hikâyemi dinledikten sonra, “İslamcı camia size sahip çıktı mı” diye sordu. Ben de, Yüksek İslam Enstitüsü’ndeki boykotlarımızdan dolayı bizi okuldan uzaklaştıranlar bu ilahiyat hocaları idi. Cezaevi sürecimizde de biz Allah’a güvendik ve gönüldaşlarımızın desteğini aldık. Camia olarak ise 28 Şubat baskısına teslim olma ve bize karşı duyarsızlık söz konusuydu. Ancak biz, Şeyh Edebali’nin, “haklı olduğun kavgaya girmekten korkma!” sözüne uyduk ve bundan çok memnunuz. Zira ancak Allah’a hesap vereceğiz” dedim. Son olarak, “birbirimizi sevmeden cennete giremezsiniz, ölçüsünü hatırlatırım” dedim. Arkadaşlar duygularımı tasdik ettiler.

Öğrencilik yıllarından beri Kalem Kitabevi vesilesiyle kitap kokusuyla içli dışlı olan, şu anda da faaliyetlerini sürdüren Mehmet Kamil Bey ise, bizim maruz kaldığımız ilgisizliği kastederek, “ensar” olabilmenin lüzumuna dikkat çekti. “Ensar Vakfı neden ensar olmadı?” diye sordu.

Sohbette bir arkadaş, “iyi insan olmanın ölçüsü notların pekiyi olması değildir” diyerek notperest eğitim sistemini eleştirdi, anne-babalara da bir uyarı yapmış oldu. 

28 Şubat zulüm tarihi konuşulurken Necati Yeşilyurt adlı arkadaşımız, cezaevindeyken bana ziyarete gelirken yanında getirdiği bir akrabasının daha sonra polis memuru olamadığını ve İBDA-C tutuklusunu ziyaret etmesinin gerekçe yapıldığını anlattı. 28 Şubat’ta Müslümanların köftecisine kadar fişlendiği malum.

Bu organizasyonu yapan Belediye müfettişi Necati Özdemir ve İlim Yayma Cemiyeti emektarı Mustafa K. Topaloğlu’na tekrar teşekkür ediyorum.

Biraz da nostalji yapmak için, 40-50 yıl önce ders gördüğüm sınıfları aradım. Değişmiş olmasına rağmen ortaokul birinci sınıfın bahçeye açılan pencerelerinden dışarıya bakarken geçmişi yakalamaya çalıştım. Okulun yakınında olan, 12-19 yaşlarındayken Cuma namazlarını kıldığımız, kiliseden dönme Fethiye Camii’ni de ziyaret ettim. Namaz vakti olmadığı için tenha olan camiye girdiğimde gözlerim dolar gibi oldu. Minbere bakınca Hz. Ömer’in ve sahabilerin sıcaklığını hissettim. Bunun sebebi ise Cuma hutbelerinde hatibin Hz. Ömer ve sahabilerden duygu dolu bahsedişinin bende uyandırdığı tedai olsa gerek. Mekânın uyandırdığı bir çağrışım oldu bende. Mekânlarımızı iyi şeylerle ve iyi seslerle doldurursak onların bize müsbet tesiri olacağını bir yerlerde okumuştum. Fethiye Camii’nde iki rekât selamlama namazı (tahiyyet-ül mescid) kıldım. Büyüklerimize ve hocalarımıza dua ettim.

Bu duygular içinde Fatih’e doğru yürürken Çarşamba semtinde  “Hayatta Satın Alabileceğin En Pahalı Şey Dürüstlüktür. Şehid Bayram Ali Öztürk” yazan bir pankart gördüm. 12. şehadet yıldönümü idi. Otuz-kırk adım atmamıştım ki, bir gönüldaş bana ismimle seslendi ve muhabbetle karşıladı. Beni BARAN dergisinden tanıyormuş. Dergiyi bayiden, Kökler Derneği’nden, Gölge Kitabevi’nden alıyormuş. İsmini unutmam ve tekrar sormam üzerine, “Kumandan’ın ikinci isminden hatırlarsın” diye bana kalıcı bir hatırlatma yaptı. “Güzel söz sadakadır” hadisince İzzet gönüldaşa bir kaç söz söyledim ve komşusu olan Sadettin Hoca’ya selamımı iletmesini tembih ettim. Yoluma devam ederek, Darüşşafaka Caddesi üzerindeki Yavuz Sultan Selim Gençlik Derneği’nin önünden geçip Fatih Camii’nin avlusunu arşınladım. Yakındaki Gölge Kitabevi’ne uğradım. İBDA Yayınevi ve Gölge Kitabevi’ni yöneten Mehmet Tarakçı memleketinde olduğundan orada yoktu. Gölge’nin bir çayını içerken, orada Abdullah isimli bir gönüldaşla tanıştım. Yoluma denk gelseydi Kökler Derneği’ne de uğrardım. İnşallah başka sefer.

İhlas ve samimiyetle bir araya gelen bir topluluk olduğu için, garazsız ve ivazsız Müslümanların meseleleri ele alındı ve pazarlıksız bir dava etrafında kucaklaşıldı diyebiliriz. Ancak meselelerin çözümü ve Müslümanların önündeki engellerin kaldırılması, “İdeolocya ve İhtilâl” mevzularını gerektirdiği için, sadece iyi niyetin yetmediğini, fikir ve metodun kuşanılması gerektiğini belirletelim. Tabii ki sözümüz ilgilenen ve dertlenenlere, “zehirle pişmiş aşı yemeye” gelenleredir.


Baran Dergisi 614. Sayı

18.10.2018