Günümüzde hukuk, rejimlerin hâkimiyetinin bir aracıdır; adalet ve hakkaniyet ise ikinci plandadır, bazen ise tamamen zulüm söz konusudur.
Lozan Antlaşması gereği Batı yanlısı hukuk devrimleri yine Batılıların 5 yıl bilfiil gözetiminde gerçekleşmiştir. İsviçre’den Medenî Kanun, İtalya’dan Ceza Kanunu ve Fransa’dan Ticaret Kanunu tercümeleriyle taklitçi bir hukuk oluşturmuştur. Allah, ahlak, adalet ve hakkaniyet inancına yer yoktur bu hukukta. Allah Resûlüne “donsuz bedevi” diyen Mustafa Kemal’in Adalet Bakanı Mahmud Esad Bozkurt tarafından büyük bir maymunlukla ve azgınlıkla hukuk devrimleri uygulanmıştır. Bu haksızlığa ve hayvanlaşmaya isyan edenler hakkında ise “Sanıkların idamına şahitlerin bilahare dinlenmesine” karar verilmiş. İstiklal Mahkemeleri bu zulmün sayısız misalleriyle doludur.
Cemiyet meydanına atılıp haksızlıklara isyanını sistemleştiren Büyük Doğu, rejimin maymun yöneticileri tarafından “Allah’tan ve ahlâktan bahsetmek yasaktır!” şeklinde tamimler gönderilerek susturulmak istenmiş, fakat Üstad kervanı yola koymuştur.
Necip Fazıl’ın dostu ve şahidi Salih Mirzabeyoğlu ise devraldığı Büyük Doğu bayrağını İBDA ile sistemli fikir ve sistemli aksiyon ile yürütürken, kötülerle savaşında yürürlükteki hukuk tarafından idam cezasıyla mukabele görmüştür. Tabiî ki İBDA ve İBDA bağlıları da fikir ve eylemleriyle karşılık vermişler ve 28 Şubat sürecine rağmen dava bayrağını yüksekte tutmuşlar ve bugünlere gelinmesine vesile olmuşlardır.
Bandırma İBDA-C Koğuşu İsyan Davası’ndan dolayı aralarında benimde bulunduğum 32 kişiye verilen 6,5 yıldan 11,5 yıla kadar toplam 228 yıl cezanın temyiz duruşması için 27 Kasım 2013 tarihinde Ankara’ya gittim. Uçaktan inişte 28 Şubat Platformunun Başkanı Reşat Petek’le karşılaştım. O bana 28 Şubat davasına müdahil olarak kurdukları platformun faaliyetlerini anlattı ben ise ona Yargıtay’da yargılandığımız davadan bahsettim. Onu almaya gelen araçla beni Kızılay’a bırakma nezaketini de gösterdi. Ve yolda Kumandan’ın davası üzerine konuştuk.
Kumandanın davası demişken, İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’na idam cezası veren brifingli yargının adamı Metin Çetinbaş hakkında bir anekdot:
İstanbul Hukuk Fakültesinde Prof. Dr. Bahri Öztürk Ceza Muhakemesi Hukuku dersinde, işkence altına alınan ifadenin ve hatta itirafın bile delil olamayacağından bahsederken (tarih, 04.04.2012 Amfi 8. Saat 11 civarı) bir öğrenci, delilsiz-mesnedsiz idama mahkûm edilen İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nu ve idam cezası veren o zamanın DGM Hakimi Metin Çetinbaş’ı sorar. Bahri Hoca amfiyi dolduran öğrencilere hitaben aynen şöyle der: “Metin Çetinbaş’ı tanırım. Tambur çalarken melek oluyor. Mahkûmlara ise ‘geçirdim onlara’ diyor. Sokaktan geçen herkese 312’den ceza veriyor. Ve ceza verdikleri için de böyle diyor. Şimdi nasıl avukatlık yapıyor (Ergenekon sanıklarından Kemal Alemdaroğlu’nun avukatlığını yapıyor). Aşağılık kompleksi olanlar yapıcı olamaz. Özgüven çok önemli...”
O dönemin brifingli yargısı ve Salih Mirzabeyoğlu davasında hukuk cinayetleri her türlü isbatın üzerinde iken böyle bir anekdotu da aktarmış olalım.
Bandırma İBDA-C koğuşuna operasyon düzenleyen ve bir kişinin ölümü, on beş kişinin yaralanmasına yol açan Balıkesir Garnizon Komutanı Tuğgeneral Koray Pulatsü, şu an Balyoz davası hükümlüsüdür. Genelkurmay’da Tümgeneral olarak görevliyken Balyoz’dan 2010’yılında tutuklanan ve on yedi yıl, sekiz ay ceza alıp, cezası onanan Koray Pulatsü, bir Ramazanın son günü Müslüman mahkûmlara böyle bir operasyon düzenleyerek kendi darbe planlarını ve 28 Şubat postmodern darbesini yaşatmak istemişti. Balıkesir Valisi, Balıkesir Emniyet Müdürü ve Balıkesir Garnizon Komutanı Tuğgeneral Korcan Pulatsü, 6 Ocak 2000 Perşembe günü sabahı cezaevinde bir toplantı düzenliyor ve sonrasında Müslüman tutsaklara jandarma tarafından silahlı müdahale gerçekleştiriyordu. Ve aynı Komutanın (Koray Pulatsü) emrindeki jandarmanın tuttuğu tutanaklarla, askerlerin yaptığı tahribatlar bile mahkûmlara yıkılarak “İsyan etmek ve kamu malını zarara uğratmaktan” Bandırma 2. Asliye Cezanın verdiği hüküm şu ânYargıtay’ın onayında bulunmaktadır. Aradan 13 yıl geçmesine rağmen ve o devrin askeri, siyasî ve yargısıyla hesaplaşıldığı iddiaları gündemde iken…
Kızılay’daki Yargıtay Ek Bina’ya sabah vardım. On yıl üzeri ceza aldığım için duruşmaya mürafaalı (temyiz mahkemesinde yüzleşip yargılanma) şeklinde katıldım. Duruşma öncesi; İHD İstanbul eski başkanlarından Ercan Kanar’la Yargıtay 9. Ceza Dairesi kapısında karşılaştım. 1990’lı yılarda meşhur Taraf dergisine yönelik operasyon ve işkencelerden dolayı benim de katıldığım bir basın toplantısına İHD İstanbul Şubesi ev sahipliği yapmış ve Ercan Kanar’la tanışıklığımız da oradan gelmekteydi. Ercan Kanar bana, 3-4 sene önceye nazaran hukukî durumun daha kötü olduğunu, hukukun, savaşın bir imha aracı olarak görüldüğünü fakat savaş hukukuna bile riayet edilmediğini, dosyalara bakılmayıp önyargı ile kararlar verildiğini söyledi. Mazlum-Der’in çalışmalarının kısa bir değerlendirmesini de yaptık ve Ermeni meselesi hakkındaki görüşlerini sordu. Mazlum-Der’in hükümete yandaş olmadığını ve bildiğim bazı faaliyetlerini söyledim. Kendisi TİKKO davası için gür bir savunma okumuştu, açık kapıdan koridora gelen sesten duyabiliyordum.
Bizim celsemiz en son oldu. Avukatlarımız Halil Kılıç ve Okan Kadir Bektaşoğlu olayın hukukî çelişkilerine dikkat çekici kısa ve özlü birer savunma yaptılar. Devletin hem suçlu hem güçlü pozisyonuna dikkat çektiler. Operasyonu yapan, kapıları kıran, gaz ve yangın bombaları atan jandarma, fakat tutanaklarla bütün bu tahribat tutsaklara yıkılmış. Ayrıca mahkûmların nefs-i müdafaası bile tutanak ve kanunlarla isyan diye gösterilmiş. Delil araştırılmasına gerek bile görülmemiş. Anayasal düzeni zorla değiştirmeye yönelik İBDA-C örgütünden içeride yatmak ve İslâmcı kimlik taşımak yeterli görülmüş. Bunu bütün hayatım boyunca hukuk ve kanunla karşılaştığım müddetçe gördüm. Bütün siyasî davalarda İslâmcı kimliğim yargılanmam ve ceza almam için yeterli bir şart idi. Gerisi ise bunu takviye için tutulmuş tutanaklar, polis fezlekesi, mahkeme zabıtları vs. idi. Hukuk adeta, rejim ve iktidarın bir kılıcı idi; ondan yana olanlar ve ondan yana olmayanlar. Rejimden yana olanlar velev ki kendi hukuklarına uymayan işler yapsalar bile, kanun onlara hiç işlemiyor veya çok ağır işliyordu. Fakat bizler bir birahaneye taş atsak bile Terörle Mücadele Kanununun en ağır maddelerine sokulup cezalandırılıyorduk. İslâmî hassasiyeti olan ve çağımızın İslâmî fikriyatı olan İBDA’yı benimsemiş olan birçok Müslüman böyle ağır işkencelerden ve ağır cezalardan geçmiştir. Halen on yıllardır cezaevlerinde çile dolduran gönüldaşlarımız vardır. İslâma Muhatap Anlayışın sembol şahsı İBDA Mimarına verilen ceza ve uygulanan muamele de bunun örneğidir. Ankara’da sanık olarak yargılandığım Yargıtay’daki davadan sonra katıldığım, Müslümanların sanık değil müdahil olduğu 28 Şubat davasında karşılaştığım Adaleti Savunanlar Derneği Sözcüsü Mustafa Hacımustafaoğlu bana şöyle demişti:
“Salih Mirzabeyoğlu’na yapılanlar 28 Şubat’ın zirvesi idi. Her platformda Mirzabeyoğlu davasını dillendiriyorum.”
Yargıtay’daki mürafaalı duruşmam öğlende bitti. Bize destek için gelen gönüldaşlara ve avukatıma soruyorum: “Bugün 27 Kasım, Efendi Hazretleri Esseyid Abdülhakîm Arvasî’nin vefat yıldönümü. Bağlum köyüne ziyarete mi gidelim, 28 Şubat davası duruşmasına Müslümanlara destek vermeye mi gidelim?”. Kararı bana bırakıyorlar… “İçtimaî vazife varken, tesbih çekilmeye devam edilmez” mealindeki sözü hatırlatıyorum ve hep birlikte 28 Şubat Mahkemesine gidiyoruz. Önce yolda yemek ve namaz ihtiyaçlarını görüyoruz.
Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen ve 103 sanığın, “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini cebren devirmeye, düşürmeye iştirak” iddiasıyla yargılandığı 28 Şubat Post Modern Darbesi davasında, 30 küsur tutukludan 5 tutuklu kalmasına rağmen Müslümanların müdahil olması ve 28 Şubat zihniyetinin yargılanması müsbet bir gelişmedir.
28 Şubat Platformu Başkanı Reşat Petek yolda bana, Çetin Doğan’ın hanımının, ordudan atılan subaylardan mahkemeye müdahil olanlarına, “siz ne biçim askersiniz, orduyu şikâyet ediyorsunuz” diye çıkışmasını anlattı. Bizim onlardan daha cesur ve hamle sahibi olmamız gerektiğini belirterek.
Reşat Petek ayrıca, 28 Şubat mağdurlarını İstanbul’da talimatla ifade vermeleri yerine, ikna ederek, otobüslerle Ankara’ya getirdiklerini, oluşturdukları 28 Şubat platformu sayesinde mahkemede nöbet usulü müdahil avukatlar bulunduğunu, İstanbul’dan ASDER (Adaleti Savunanlar Derneği)in destek verdiğini, Ankara’dan Şeref Malkoç’un yönettiğini belirtti. Organizasyon yapınca ve yüzyüze temas sağlanınca netice alındığını duruşma salonundaki katılımlardan ben de gördüm.
“Hukuk savaşı” hususunda ise Müslümanların zayıf kaldığını bir eksiklik olarak Reşat Petek’le konuştuk. Yıllar önce Salih Mirzabeyoğlu’nun “hukuk savaşı” mevzuuna dikkat çektiğini ifade ederek, Üstadın “düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın” tesbitini hatırlattım. “Hukuk savaşı” vesilesiyle düşmanımız meydanın boş olmadığını görecek ve biz de düşmanı sıçrama tahtası kılarak bileneceğiz ve toplum meselelerinde söz sahibi olacağız. Ve böylece İslamiyet’in hâkimiyeti yolunda mesafe alacağız. Düşmanı kendi hukuk mantığı içinde çelişkileri ile yakalarken bizim sistemimizi inşa etmek ve bu vesileyle birbirimizle dayanışma içine girmek, hareketin tabiî gidişatı içinde güçleri inşa etmek ancak böyle olur. Kanuni haklarımızı bile çekinerek kullanmak ve düşmanla temastan kaçınmakla bir yol alınamaz.
Zaten benim 28 Şubat davasına katılma amacım da Müslümanlar arası dayanışmaya bir nebze katkı olmak içindi. Sabah uçaktan inerken Reşat Petek’le rastlaşmam da bana bu vazifemi hatırlatıcı oldu.
Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesindeki 28 Şubat duruşmasının 27 Kasım 2013 tarihli öğleden sonraki celsesine izleyici olarak katıldım, tutuklu paşalar ön sırada tutuklulara ayrılan yerde idi. Sağ tarafta sanık avukatları, sol tarafta müdahil avukatları. Büyükçe salonun ortaya kadarki kısmını tutuksuz sanıklar ve onların yakınları doldururken, diğer yarısını müdahil yakınları yani bizler dolduruyordu. Hâkim ve iki üye ile savcı ise karşıda yüksekçe kürsüde idi. Salon büyük olduğu için mikrofon ve görüntü tertibatı vardı.
Paşaların duruşma salonundaki hallerini gördükçe bunlar mı darbe yapacak ve Müslümanları stadlara dolduracaklardı dedim yanımdaki gönüldaşlara. Fakat orduyu teslim ettiğimiz bu kişiler fırsat bulsa her şeyi yapacak tıynette idiler. Çetin Doğan, Çevik Bir, Erol Özkasnak ve diğerleri. Bilhassa Çetin Doğan, mahkemede sanıkları yönlendirici tavırlarıyla ve Çevik Bir ise şovmen tavırlarıyla dikkat çekti. Paşaların çişini tutamamasının da etkili olduğu mahkemedeki gayriciddi hava benim de dikkatimi çekti. Mahkeme başkanının da toleranslı tavrı belli oluyor.
Çetin Doğan, sorgusu yapılan sanık Orhan Nalcıoğlu’na soru soruyor ve Orhan Nalcıoğlu cevap verirken, araya girip cevabını söylüyor ve bu birkaç sefer oluyor. Ve bu durum salonda gülüşmelere yol açıyor. Bu komikliğe savcı isyan ediyor ve gevşekliğini gördüğüm mahkeme başkanı Süleyman Köksaldı mecburen müdahale ediyor. Mahkeme başkanının Türkçü fikirlere yakın olduğu söyleniyor. Halktan aldığı silah ve gücü halka doğrultanlar emanete hıyanet edenler olduğu gibi, Nato’nun, Avrupa’nın veya Batı devrimlerinin bekçiliğini yapanlar bizim ordumuz olamaz. İttihat Terakki çetesi, 27 Mayıs çetesi, 12 Mart çetesi, 12 Eylül çetesi, 28 Şubat çetesi. Hepsi melanet ocakları olup kökleri kurutulmalı.
Baran Dergisi’nde 01/12/2011 tarihinde yayınlanan ASDER üyesi Mustafa Hacımustafaoğlu’nun “Allah Resûlü aşkıyla yanan ordu istiyoruz” sözünü hatırlatıyor ve Allah ve Resûlü korkusu olmayan orduyu çete olarak gördüğümüzü tekrardan ifade ediyorum.
Şu hususu da ekleyelim ki, söz konusu röportajda “Allah ve Resûlü aşkıyla yanan ordu istiyoruz” sözlerinden dolayı Genelkurmay’ın talebi ve Adalet Bakanlığı’nın izni ile Baran dergisine dava açılmıştı. Bu dava halen devam etmektedir. “Geçmişini unutan geleceğe güvenle yürüyemez!” diyerek, bu hatırlatmayı yapıyorum.
İzlediğim duruşmada, Batı Çalışma Grubunun 10 Nisan 1997 tarihinde Genelkurmay’ın emriyle kurulduğu belgesi konuşuldu. Müşteki avukat Emrullah Beyder yerinde sorularla sanıkları sıkıştırdı. Batı Çalışma grubunun illegal bir yapılanma olduğunu vurguladı; ordunun böyle istihbarat ve fişleme yapmasının darbe olduğunu ve emniyetin bu planları darbe diye yukarıya rapor ettiğini, Susurluk raporunda da geçtiği üzere ordu böyle istihbarat ve fişleme yapamayacağını belirtti.
28 Şubat davası sanıkları arasında Erbakan hükümetini devirmediklerini ve Erbakan Hoca’nın kendisinin istifa ettiğini söyleyenler bile oldu, görevlerini kötüye kullanacak bir şey yapmamışlar!!! Darbe planları, fişlemeler, irtica ile mücadele eylem planları, yargıya brifingler, medyaya manşet emri vermeler, meşru başbakana küfürler, andıçlar ve iftiralar, sakal ve sarıklı avına çıkmalar, başörtülü hanım kızlarımızı okullardan atmalar vs. vs. birçok cürmün faili bunlar değil mi?
Yargıtay’daki duruşmada ve 28 Şubat davasında yanımda olan Tayyar Tercan gönüldaş, (Yargıtay’daki duruşmada sanık, 28 Şubat mahkemesinde ise müşteki olarak) 28 Şubat davasının o günkü duruşmasıyla ilgili şu yorumu yapıyordu: “Üst kademe ‘darbe yok!’ derken, alt kademe ‘darbe yok!’ demiyor, ‘benim ilgim yok!’ diyor”.
Görüştüğüm müdahil tarafın avukatlarından Yunus Akyol’a “burada İslâm düşmanlarının velev ki, kendi hukuklarından olsun yargılanmaları önemli” demem üzerine, “sizin de Yargıtay’daki davanız iyi neticelenir” diyerek benimle dayanışma içerisinde olduğunu ifade etti. Nöbet yerini terk etmeyen Reşat Petek ve diğerleriyle selamlaşarak ayrıldık. Müslümanın çağından sorumlu olmak ve ahiretimiz için bir şeyler yapmak duasıyla birbirimizi uğurladık.
Şu tevafuka bakın ki, aynı gün bir yerde yargılanan olurken, öbür yerde müşteki tarafı olarak bir nevî yargılayan idik.
Duruşmaya gençlerin de ilgisi vardı. Duruşmalara türbanlı genç hanımlarında iştirakini gördüm. 28 Şubat’ı genç nesil tam bilmiyor, o açıdan duruşmaya gelmeleri faydalı. Duruşmada bazen uzun savunmalar olsa bile destek ve işin takibi açısından gelinmeli diyorum. Birbirleriyle dayanışma içine girmeli ve uyarıcı olmalı…  

Baran Dergisi 361. Sayı