Hafta sonu bir kitap okudum, 'Yarının Dünyası' adlı bir kitaptı bu. Bir astrofizikçi ve kozmolog olan Dr. Martin Rees, Birleşik Krallık'ın önemli üniversitelerinde dersler vermiş, bilim kurullarında yer almış. Kitapta sık sık tekrarladığı ve kendisini tanıtırken kullandığı bir ifade var: ''İnsanlığın endişeli bir üyesi' olmak...

Kadere inanmış insanlar olarak bizim gelecek hakkındaki endişelerimiz, lineer düşünceyle yetişmiş Batılılar için çok da yatıştırıcı gelemez farkındayım, ama Doğulu olarak bizler de eskiye göre çok da kavi değiliz, sonra durağan bir kitle de değiliz, bizlerin eskiye oranla kader konusundaki teslimiyetlerimiz de epey rendelenmiş durumda... Modernizmin sonuçlarına hep birlikte maruzuz...

İçinde yaşadığımız yüzyılda o kadar büyük değişim ve dönüşümler yaşandı ki, belki geçmiş asırlarda ancak birkaç yüzyılda yaşanacak değişiklikleri bizler birkaç on yılın içinde yaşıyoruz. Misal: Çocuklarımın en büyük eğlencesi benim yıllarca kahrımı çeken daktilomla oyun oynamaktı, çünkü onlar 2 yaşlarında bilgisayarla tanışmış bir nesildi, daktilo onlar için antik bir şeydi. Yani çocuklarımla aramdaki 20 yıl içinde, bir uzay yılı kadar ileri kaymıştı zaman, bizden sonraki nesil gözle takip edemeyeceğimiz kadar ilerideydi teknolojik olarak... Veya biz çocuklarımıza göre bir uzay yılı kadar gerideydik... Tabii her şeyi öğrendik bizler de, yabana atılacak bir kuşak değildik ''çağa ayak'' uydurmak konusunda... Metinlerimizi elle yazıp teksir kağıtları şeklinde çoğaltmaktan fotokopiye, oradan faksa ve bilgisayara, ardından akıllı telefonlara ve bin bir çeşit sosyal ağlar içinde yanıp sönmeye başlamıştık işte...

Dr. Martin Rees, tüm bu doğal akış gibi duran ve neredeyse bizi zaman içinde sıçratan dönüşümlerimizi, geleceğe yönelik yansıttığı bir projektörle sorguluyor... Bizi ve yaşadığımız dünyayı nasıl bir gelecek bekliyor sorusuna odaklanıyor.

İklim değişikliği sorunundan, bir gök çöplüğüne döndürdüğümüz yakın uzaya, deneysel olarak sürdürülen genetik çalışmalardan, tekno-insan için vazgeçilmeze dönüşen mekanikleşmeye kadar, nükleer tehditten, giderek yalnızlaşan hüsran içindeki insanın derin tekilleşmesine değin, tarımsal sorunlardan robotik keşiflere kadar, ciddi süzgeçten geçiriyor ve geleceği şimdiden coşkuyla karşılayanlardan ciddi ayrışıyor... Bilim ve teknolojinin hükümetler ve toplumlarca 'bilgece' uygulanması gerektiğinden söz ediyor.

Gizli açlık Gizli açlık

Bizim geleneğimizde; 'bilgece olan'ın karşılığıdır 'hikmetli olan'... Dr. Martin Rees'in dünyaya önerdiği bilgelik, aslında hayr ile şerri fark edebilmek ve faydalı olanı tercih etmek, yani hikmetli bir bakış açısıyla bakmak ve görmek dünyayı...

Şöyle diyor yazar: ''Bugünün genç insanları bu yüzyılın sonuna kadar yaşamayı umabilir... Peki biyo-teknoloji ve yapay-zeka gibi daha güçlü teknolojilerin, tehdit edici felaketlere yol açmadan güzel bir gelecek sağlayacağından nasıl emin olunabilir. Risk her zamankinden daha fazla. Bu yüzyılda olanların yankısı binlerce yıl sürecek. Böylesine geniş çaplı bir temayı ele alırken uzmanların bile çok zayıf tahminlerinin olduğunun farkındayım ama pişman değilim. Çünkü uzun dönemdeki bilimsel ve global trendleri kamuda ve siyasette tartışmaya açmak hayati önem taşıyor.'

Aslında Rees'in fark ederek çığlık attığı hakikat; dünyamızın da tıpkı insanlar gibi fani ve sonlu olduğu bilgisi... Sanırım; Kıyamet bilgisi, ölüm ve yeniden dirilişe teslim oluşla bunu belki kısmen yatıştırabiliriz. Lakin insanların şeref sahibi bir varlık oldukları inancı gibi, dünyanın da bizlere bahşedilmiş bir emanet ve elbette nimet olduğu fikrini niçin hep zinde tutmuyoruz... Tamam kıyamet var, ölüm var ama yaşadığımız gezegene karşı bir sorumluluğumuz da var.

Nitekim bu sorumluluğumuzu unuttuğumuz için güya kimya devrimimizle, dünya atmosferinde koskocaman delikler açtık. Üretim de o kadar ileri gittik ki, sonra da ürettiklerimizi atıp yok edecek yer olarak en sessiz bulduğumuz denizleri çöplüğe çevirdik, şu anda okyanuslarda gezinen kıta büyüklüğünde bir çöp adası var. Plastik devrimimiz ormanları, dağları, suyu en önemlisi hava sıcaklıklarını alt üst ediyor... İnsan hakları kavramının duygulu bir tiraddan ibaret olduğunu fark ettik sonra... Bebekler öldürülürken, kadınlar paramparça edilirken, insanlar ölüm korkusuyla yerlerinden yurtlarından edilirken uyuyan, gözlerini yuman, hatta gözlerini yerinden çıkartan bir hukuk... Hukuk mu bu şimdi, barış mı, yoksa koca yalanlar mı?

Kime yarıyor bu kadar ilerlemek?

Kime yarıyor bu kadar üretmek?

Kime yarıyor özgürlük, eşitlik, kardeşlik yalanları?

En başta kendimize bir borcumuz var: Yeniden insan olmak için...

Sibel Eraslan, Star