Nuran Çakmakçı, Hürriyet Gazetesi yazarı. Ele aldığı mevzular daha çok eğitimle alâkalı… Bir eğitimci olarak yazılarına göz gezdirmeyi yeğlediğim bir yazar. Eğitim, ülkemizde kangren hâline gelmiş bir mesele. İktidarın, kendisini nefs muhasebesine tuttuğu zaman başarısız olduğunu gördüğü bir alan... Bunu da zaman zaman itiraf ediyorlar. 17 yıl içerisinde eğitim alanında birçok değişim yapıldı, bakanlar sürekli değiştirildi. Yapılan değişikliklerin birçoğu da Batı tandanslı. “Finlandiya’da, Amerika’da, şurada-burada eğitim nasıl?” diye kendi özünden bihaber insanların çareyi dışarıda aradığı bir süreç. Hüseyin Çelik, Nimet Çubukçu, Erkan Mumcu, Ömer Dinçer ve nihayet Ziya Selçuk aklımıza bir çırpıda gelen bakanlar. İçlerinden eğitim kökenli olan sadece Ziya Selçuk. 

İktidar ve iktidarın yanında yer alan cenah Ziya Selçuk’tan çok şey bekliyor. Doğrusu sayın bakanımız diğer bakanlara göre daha insanî ve daha iyi niyetli. Konuşma yaparken bir kürsüden ders vermiyor. Öğretmenler odası ortamında yanında bir çay eşliğinde kendini ifade ediyor. “Ben sizin evinize geldim, sizin misafirinizim, maksadım sizlerle sohbet etmek sizlerin derdini gündemime almak.” Şu ana kadar halkla ilişkileri gayet iyi yürüttü. Eğitim camiasının ruhunu okşuyor. Yanlış da yapmıyor, doğrusu bu. Ömer Dinçer denen bakan ne yapmıştı? Öğretmenleri aşağılamış, “Ben bilirim!” edasında bir kibir ehli olarak gelip gitmişti. Akademik olarak kendini dağlarda görme… Düşünün, bir futbol antrenörü takımın başına geliyor, ilk sözü futbolculara “En çok tatil yapan sizsiniz, siz futbolcu olmayı hak etmiyorsunuz.” oluyor. Şimdi bu zihniyetle şahıs eğitim camiasında başarılı olunabilir mi? Madem takım hakkında görüşün bu, o zaman takımın başına niye geldin? Bu takımla sen yol alabilir misin? Bu takımla hedefini gerçekleştirebilir misin? Asla! 

Yapılması gereken, eğitim camiasında eksik ve noksanlıkları tesbit edip bunları öğretmenlerin gönüllerini incitmeden paylaşıp hedefler doğrultusunda birlikte yürümeye inandırmaktı. Birtakım ruhiyatı oluşturmaktı. 4+4+4 sitemini getiren, ilkokula başlama yaşını küçülten Ömer Dinçer’di. Okullara seçmeli dersleri koyan da o olmuştu. Kulağa hoş gelen bir tabir; öğrenciler ilgi ve kabiliyetlerine göre dersler seçip kendilerini geliştirecekti. Mantık her şeye göre kendini gerekçelendirebilir. Fakat bedahetleri (apaçık) kaçırmadan mantık dile gelmeli, apaçık hakikatler dillendikten sonra mantık ifade yoluna girmeli. Mantık hakikati bulan değil, “Hakikati buldum!” diyenin elinde çalışan bir silah. Seçmeli dersler ile alâkalı ilk görüşüm şu olmuştu: “Şimdiki gençlere altı saat ders vermekte zorlanıyoruz. Bu çocuklara 7-8 saat ders vermek bir cinayettir.” 

Seçmeli dersler ile ders saati artıyordu. Nitekim öyle oldu. Bir insana sevdiği yemeği üst üste günlerce yedirirsen ne olur? Olacağı şu: Bu insan en sevdiği yemekten tiksinecek... Şimdi bakanımız ders saatini azaltmak istiyor. Bunla ilgili görüşümü ayrıca belirteceğim. Meselemiz şu olmalı: İfrat ve tefritten kaçınılmalı ve itidal yolu seçilmeli. Biz ne yapıyoruz? Biz bir şeyin tatbikinin nasıl olması gerektiğini düşünmeden uygulama alanına geçiyoruz. Başarısız olunca da yaptığımız şeyi tamamen ortadan kaldırmayı yeğliyoruz. 

Ömer Dinçer ne demişti? “Dünyada en çok tatil yapan ve öğretim süreci içinde doktor raporu alan bizim öğretmenler.” demişti. Tesbit doğru olabilir. Peki öğretim süresini belirleyen öğretmenler mi olmuştu? Öğretmenlik yapan bir kardeşim kendi camiasından dertlenmişti. Birçok öğretmen çok kolay, olur olmadık rapor alıp derslerin boş geçmesini sağlıyor. O zaman ne yaparsın? Eğitimde sürekliliği göz önünde tutar, iki veya üç yıl okula tam olarak gelen öğretmenleri ödüllendirir, kaytaranları teşvik edersin. Hastane mevzuunda eğitimi aksatmamaları için, nesillerimizin geleceği için onlara öncelik tanırsın. Devletçe karar alırsın, karı-koca devlet görevlisi ise öğretmen olmayan kimse çoluk-çocuğunu hastaneye o götürecek. Bakan mı? General mi? Eşi öğretmense, öğretmen eşi okulda, kendisi hastanede çocuğunun başında olacak. Toplumun geleceği için varlık şiarımızı gerçekleştirmek istiyorsak, eğitim baş tacımız olacak. Zerre taviz yok, bizim insanımız samimi ve güzel şeyleri destekler. Yeter ki devlet, tatbikinde adil olsun. 

Eğitim baş tacımız olacak, ebeveynler veli toplantılarına gelecekler. Karı-koca çocuğun eğitimini diğerinin sırtına yüklemeyecek. Öğretmen karşısında en büyük vatan vazifesini yapıyorum edasında yer alacak. Öğretmenle muhabbet kurup onunla ruh birlikteliği oluşturacak. Yetiştirdiği evladın kendi egosunu şişirmek için olmadığı şuuru ile vatan ve millet aşkı ile donatmanın yolunu arayacak. Ebeveynler kendilerine gelen veli toplantısı davetiyesine birlikte gelecek. Ebeveynler veli toplantısı davetiyesini iş yerlerine gösterdiklerinde işyerleri derhal izin verecek. Eğitim baş tacımız olmalı zerre taviz yok. Taviz tavizi getirir ve inandırıcılığını kaybedersin. Gölge boksu yapmayacaksın. İşinin gereği neyse o olmalı. Hayatta kaybedenler, oynar gibi yapıp oynamayanlardır. Veli, veli toplantısına gelmedi mi? İş yerine haber gönderilecek ve iş yeri çalışan görevlisini cezalandıracak. İşyeri, “Sen veli toplantısı belgesini getirsen ben sana izin verirdim, niye getirmedin?” veya “Sen veli toplantısı belgesini getirdin ve ben sana izin belgesini verdiğim hâlde sen niye gitmedin?” diyerek hesap soracak. Ebeveynler makam ve mevki ne olursa olsun karı-koca çocuklarının eğitim gördüğü sınıfta çocuklarını emanet ettiği öğretmenle geleceğe dair duygu ve düşünce birlikteliği oluşturacaklar. Kendilerinin eğitime katkılarının ne olabileceğini seve seve paylaşacaklar. Çocuk daha baştan ailesinin eğitim kurumuna hürmet ve ciddiyetini görecek. Ailesinin öğretmene olan saygı ve sevgisini soluyacak. Öğretmen arkadaşımız ise böylesi bir hâlde kendini yetiştirecek velilere yeni bir tarzda seslenmeyi başaracak. Velilere “İyi ki geldik, çocuğumuzun geleceğine dair yeni şeyler öğrendik.” dedirtecekler. İki taraflı bir çalışma iki taraflı bir didinme. Geleceğe doğru güven ve sevgi içinde yürüme.

Devam edecek…   


Baran Dergisi 686.Sayı