Nasılsınız? Burada hava çok sıcak, 30 derece, keşke cezaevinde bir yüzme havuzumuz olsaydı diye hayâl kurar olduk. O kadar sıcak...
Bişkek’ten yeni bir havadis var mı? (Av. Güven Yılmaz, Ali Osman Zor’un gözaltı süresinin bir ay daha uzatıldığını söylüyor. “Dün” Kumandan Mirzabeyoğlu’nu ziyaret ettiklerini, kendisinin iyi olduğunu ve Carlos’a devrimci selâmlarını gönderdiğini belirtiyor). Allah razı olsun.
Bu arada, size de nakletmek istediğim ve Beyrut’taki avukatımdan aldığım bir haber var. Venezüella’nın Filistin Büyükelçisi Dia Nader Kadr’ın oğlu, İsrail keskin nişancıları tarafından vurulmuş.
Venezüella’nın Filistin büyükelçisi olan bu hanım, Moskova’da bizimle birlikte üniversite okuyordu. Tanışıklığımız bu yüzden çok eskiye dayanır. Beyrut’ta doğmuş, yâni aslen Lübnanlı, Sünnî Müslüman ve Arabça bilen bir insandır. Aynı zamanda, Lübnan Komünist Partisi mensubu bir komünistti.
Bilvesile, Arab dünyasındaki komünist partiler, çoğunlukla dogmatikti ve Sovyet ajanlarıyla doluydu, fakat Lübnan Komünist Partisi öyle değildi, bu anlamda daha açık fikirliydi. Elbette orada da bazı Sovyet ajanları vardı, onları tanıyorduk, ancak partinin kendisi “ajan” değildi.
Herneyse... İşte bu hanımı, ki Venezüella vatandaşıdır, Başkan Hugo Chavez geçen sene veya bir önceki sene Filistin büyükelçisi olarak tâyin etti. Ne var ki, sınırları İsrail kontrol ettiği için, Filistin’e gidemiyor. O da, Şam, Amman ve Beyrut arasında mekik dokuyor.
Dia Nader Kadr’ın çocuklarından ismi Arabî olan 26 yaşındaki büyük oğlu, 15 Mayıs’taki geçtiğimiz Nakbâ yâni “Büyük Felâket” gününde, Lübnan-İsrail sınırındaki protesto gösterilerine katılmış. Şahsen tanıma fırsatı bulamadığım ama tanıyanların iyi bir militan olduğunu söyledikleri bu çocuk, İsrail keskin nişancılarınca o kalabalık içinde hedef gözetilerek bacağından vuruluyor.
Hatırlayacaksınız, aynı hâdise, Gazze’ye yardım götüren filoya katılan Lübnanlı avukatım Hani Süleyman’ın da başına gelmiş ve o da yine hedef gözetilerek bacaklarından vurulmuştu. Avukatım Hani Süleyman’ın başına gelenle, Arabî’nin başına gelen hâdise, kesinlikle aynı amaçla ve aynı şekilde gerçekleştirilmiştir. Bu bir İsrail politikasıdır. Öldürmek istemedikleri ancak kendilerini rahatsız eden insanları, hedef gözeterek ama öldürmeyecek şekilde vururlar. İşte bu çocuğun annesi de Venezüella’nın Filistin büyükelçisidir. Anlıyorsunuz değil mi?
Suçlu bir rejimdir İsrail. Bu insanlarla uzlaşmanın herhangi bir mümkünü yoktur. Bu siyonist rejimin işini bitirmekten başka da bir çıkış yolu yoktur. Öyle yahudi devleti, siyonist hükümeti falan olmaz.
Belli bir dinin mensubu olarak, yahudileri siyonistlerden ayrı bir yere koyabiliriz. Biliyorsunuz, bundan 500 yıl kadar önce, Hıristiyan İspanya krallarının zulmünden kaçan yahudiler Osmanlı’ya sığındı. Yoksa öldürülecektiler. Bir kısmı Magrib’e kaçtı ve orada Müslümanlar tarafından korundu. Bilâhare, kaçan bir diğer büyük grub da Osmanlı ülkesine ulaşmayı başardı, Selânik’e yerleşti ve onlar da Müslümanlar tarafından himâye edildi. Kısacası, yahudilerle birlikte tabiî ki yaşayabiliriz, neden olmasın? Fakat, burada bir “siyonist” devlet olmaz.
Bana soracak birşeyiniz yoksa, konuşmak istediğim birkaç mesele var. (Av. Güven Yılmaz, sorusu olmadığını söylüyor.)
İlk olarak, hakkındaki yorumumu paylaşmak istediğim bir haber: Dün (3 Haziran 2011 Cuma) Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’in başkanlık sarayına el-Ahmar aşiretine bağlı güçler tarafından bir havan saldırısı yapıldı ve bu saldırıda, sözkonusu başkanlık sarayının içindeki cami de isabet aldı. Tabiî o ânda Cuma namazı kılan birçok kişi öldü veya yaralandı.
Bu sarayı, Ali Abdullah Salih’le görüşmeye gittiğim 1989 veya 1990 yılında ben de gidip görmüştüm. Çok geniş bir alana kurulu binalar kompleksidir “başkanlık sarayı” dedikleri. İşte orada bir de cami vardır ki, başbakan ve diğer bakanlar dahil, birçok yetkilinin Cuma namazına durdukları ânda başladı bombalama.
Yeri geldi söyleyeyim: Camileri bombalayamazsınız. İsrailliler bile yapmaz bunu. Büyük günahtır. Fakat Yemen’in büyük kısmında çoğunluğu teşkil eden Zeydî Şiîlerin bu en büyük aşireti el-Ahmar bunu yaptı.
Şeyh Abdullah el-Ahmar’ın ölümünden sonra yerine geçen oğlu Sadık el-Ahmar liderliğinde bunu yapan aşiret mensubları, kendileri Şiî olmalarına rağmen, Suudî Arabistan’da başta olan Vahhabîlerin de müttefikidir. Tuhaflığa bakar mısınız?
Şu ân Yemen’de olup bitenler tam bir felâket. Hâdise, bir kan banyosuna doğru gidiyor maalesef. Burası açık.
Unutmayınız ki, el-Ahmar, Yemen’deki en önemli Zeydî aşiretidir. Üstelik el-Ahmar aşiretinin reisi, aynı zamanda Haşid Aşiretler Konfederasyonu’nun da başıdır. Bu da Yemen’deki en büyük aşiretler konfederasyonudur. Öbür tarafta Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih ise, şimdi ismini unuttum, başkentin güneyindeki küçük bir aşirettendir ve o da Haşid Konfederasyonu’na bağlıdır. Ancak artık Haşid isyan etmiştir ve bu durumda Ali Abdullah Salih’in iktidarı bırakmaktan başka alternatifi yoktur. Hepsi Suudî destekli olsalar bile, işler bu noktaya geldikten sonra Ali Abdullah Salih’in yapabileceği başka bir şey yoktur.
Benim meselem, o hain devlet başkanı Ali Abdullah Salih’in öldürülmesi falan değil. Ne var ki, camide namaz kılan Müslümanları bombalayamazsınız. Bu olmaz! Dışarıda ne yaparsan yap, ama camiye girdikten sonra bir şey yapılmaz.
Maalesef, Irak’ta Sünnî ve Şiî radikaller bunu yapıyor. Aynı şekilde, Pakistan’da da Sünnîler Şiî camilerine, Şiîler Sünnî camilerine bu nevî saldırılar düzenliyor. Yalnız, Yemen’deki durum daha da akıl almaz. Zeydî Şiîler, başka Zeydî Şiîlere saldırıyor. Buna öncülük eden de bir “şeyh”(!). Anlatabiliyor muyum; bir “şeyh” gidip namaz kılanlara saldırıyor! Çok ama çok anormal. Bu hâdise, oradaki insanların ne derece ahlâk erozyonuna uğradığını, ne kadar yozlaştığını gösteriyor.
Böyle bir saldırıyı yapacak kadar gözü dönmüş bu “şeyh”in, yâni Sadık el-Ahmar’ın babası olan Abdullah el-Ahmar’ı hatırlıyorum. Müthiş nüfûzlu bir insandı, Suudîlerle de müttefikti. Aynı zamanda, Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’in de aşiret bakımından en büyük destekçisiydi. Üstelik bu adam, açık bir homoseksüeldi! Kimsenin cinsî sapıklığı benim meselem değil ama, o da bir “şeyh”(!) olarak, hâdisedeki acaibliği farkediyor olmalısınız. En azından bunu telaffuz etmek durumundayız.
Acaiblik demişken, Vahhabî ve Şia karşıtlığı malûm. Suudî Arabistan’ın fanatik bir azınlığa dayanan gayri tabiî rejimiyle bu adam, -bir Şiî “şeyh” olarak- ittifak kuruyor. İnançları bakımından buradaki acaiblik akıl alacak gibi değil. Haydi bunu geçtik diyelim, iş cami bombalamaya kadar varmışsa, burada tüm hadler aşılmış demektir.
Artık kanaatim iyice netleşti: Ali Abdullah Salih gerçekten gidecektir. Yalnız şu ânki mesele bu değil. Ne olduğunu, Yemen’den gelen bir başka haber,  hem de bir cümlelik çok küçük bir haber vesilesiyle bilâhare arzedeceğim.
Haber şöyle: “San’a’daki Almanya Büyükelçiliği kapatıldı.”
Oysa oradaki büyükelçi, güvenlik mülâhazaları sebebiyle zaten elçiliği terketmişti. Yâni elçilikte saldırıya uğrayabilecek hiç kimse bulunmuyordu. O hâlde şunu anlamak gerekiyor: Bu bir güvenlik tedbiri değil, “siyasî” bir tedbirdir.
Unutulmaması gereken husus, Sovyetler’in Doğu Almanya gizli servisi Stasi’yi eski Güney Yemen güvenlik ve istihbarat servislerini eğitmekle görevlendirdiği, eğitilen sözkonusu Güney Yemen güvenlik ve istihbarat servislerinin de hem ülkedeki devrimcileri hem de 1963’ten sonra Marksist bir çizgi geliştirip takib etmeye başlayan Arab milliyetçilerini aynı şekilde eğitmekle görevlendirildiğidir.
Bu arada, Batı Almanya da önce Kuzey Yemen’de, akabinde Güney Yemen’de büyükelçilik açmıştır. Böyle olunca, bu iki ülke kendi içinde hem birleşmeden önce hem de birleştikten sonra, yâni Yemen’le Almanya arasındaki bağlar mükemmeldi, yakınlaşma özellikle istihbarat sahasında çok köklü ve geniş çerçevede oldu. Yemen’de Almanca konuşan subaylarla tanıştım meselâ, bunlar binlerce kişinin istihbarat bilgilerini Batı Almanya’yla paylaşırlardı.
Hattâ görüştüğümüzde Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih bizzat şöyle söylemişti bana:
- “Eskiden tatil için Avrupa’ya giderdim, fakat birisi Carlos seni öldürmeye çalışıyor deyince bundan vazgeçtim”.
Hâlbuki biz hiçbir zaman onu öldürmeye çalışmadık. Çünkü çevresindekilere kıyasla, en iyisi Ali Abdullah Salih’ti bizim için.
Bu vesileyle bir hatıramı paylaşayım. Tam da San’a’ya ilk ayak bastığım gün, Ali Abdullah Salih iktidara gelmişti. Biz onun ülkesindeki sisteme karşıydık ama şahsen kendisine karşı değildik. Dediğim gibi, etrafındakilere nazaran, Kuzey Yemen’deki “en az kötü” olan liderdi o. Kaldı ki, Irak taraftarı eski bir Baas Partisi mensubuydu.
Diğer taraftan, Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih, Amerika Birleşik Devletleri’nin müttefiğidir. Kimsenin ajanı falan değildir belki ama, ABD tarafından işlenen tüm suçları örtbas etmiş de bir kişidir. İşte ABD’nin insansız uçaklarla Yemen’de yaptığı saldırıları, aynı şekilde muhtelif bombalama ve suikastleri “gönüllü” olarak aklamak ona düşmüştür ki, bu da ihanetin tâ kendisidir.
Şimdi, sizinle az önce paylaştığım haberin verdiği mesaja geleceğim: Hitler’in başlattığı delice savaştan önce, yâni II. Dünya Savaşı’ndan önce Doğu’suyla Batı’sıyla bir bütün olan, bu savaştan sonra bölünüp bilâhare tekrar birleşen Almanya’nın San’a’daki boş büyükelçiliğini de kapatması, bir güvenlik tedbiri olmaktan çok, Ali Abdullah Salih’e verilen siyasî bir mesajdır. Bir binayı kapatmaktan ziyâde, Almanya’nın devlet olarak kapılarını Ali Abdullah Salih’e tamamen kapatması demektir. Buysa, iktidardan ayrılma vaktinin geldiğini ihtar bakımından, tabuta çakılan son çivi gibidir.
Almanlar, geçmişten bugüne Yemen’in teknik işlerinden sorumlu insanlardı. Bunlar da “git!” dediğine göre, Ali Abdullah Salih’in işi her mânâda bitmiş demektir.
Başka insanlar için muhtemelen son derece küçük ve yorumsuz bir bilgi notundan ibaret kalabilecek sözkonusu “Almanya, Yemen’deki büyükelçiliğini kapattı” haberi, hâdisenin tarihî arka planına da vâkıf bir insan olarak, benim gözümde çok önemli bir işarettir. Güya büyük haberler değil, bazen böylesi küçük ve yorumsuz geçilen haberlerdir önemli ve ilginç olan.
Evet, Almanya’nın Ali Abdullah Salih’e verdiği mesaj bu. Üstelik bu mesaj, bundan sonraki berbat gelişmelerin de habercisidir.
Peki bundan sonra ne olacak?
Ali Abdullah Salih’in Suudî Arabistan’a gitmek istediğini sanmıyorum. İçki ve kadınları çok sever çünkü, bunu iyi biliyorum.
Yemen’i bekleyen ise, maalesef, bir kan banyosudur.
Ali Abdullah Salih, bize, devrime, herşeye ihanet etmiş bir insandır, verdiği sözleri tutmamıştır. Ne var ki, şimdi başa geçmek isteyen el-Ahmar şeyhine bağlı aşiret güçleri, Ali Abdullah Salih gibi hainlerden bile çok daha kötüdür.
Kanaatim o yönde ki, Yemen’de yaygın bir iç savaş yaşanacaktır. Bu demde, Yemen’deki tüm vatanseverlerin, sadece devrimcileri kasdetmiyorum, tüm namuslu insanların, tüm hakiki Müslümanların silâhlarını kuşanıp savaşması gerekecektir. Savaşmalıdırlar. Bu el-Ahmar şeyhini iktidara getirmek için Ali Abdullah Salih’i indirmek, çok daha kötü bir tercih olacaktır. Bunu söylemek benim için zor ama, Ali Abdullah Salih gibi ülkesine ihanet etmiş, gelip Müslümanları havadan bombalasınlar diye Amerikan işgalcilerini ülkesine buyur etmiş ve onlara “siz canınız çektiği gibi vurun, ben sizi aklarım!” diyerek bu saldırıları örtbas etmiş bir kişi bile, el-Ahmar şeyhine nazaran daha tercihe şâyandır. Dış politika bir yana, iç siyaset de çok daha kötüleşecektir el-Ahmar gelirse.
Yemen’de tam olarak neler olacak elbette ben de kesinkes bilmiyorum ama bildiğim şey, çok uzun süreli bir iç savaşın patlayacağıdır. Bu süreçte maalesef çok kan dökülecektir. Herkesin silâhlarına sarılması gereken ân gelmiştir bence. Direnmelidirler. Kuzey’deki ve özellikle Güney’deki yoldaşlar ne yapmaları gerektiğini biliyor olsa gerektirler.
Yemen belki de yeniden ikiye bölünecektir: Zeydî Kuzey ve Sünnî Güney! Prensib olarak, bölünmeyi sevmem, birleşme taraftarıyım. Ancak Yemen’in şimdiki durumunda, bölünme alternatifi belki daha az kötü olan tercih olabilir.
Herneyse...
Son olarak... Türkiye, bugünlerde o lafta Suriye muhalefetini ağırlıyor. O hâlde biraz da Suriye hakkında konuşalım.
Suriye rejimi, artık vâdesini doldurmuş, varabileceği sınır noktasına ulaşmıştır. Bir diğer ifadeyle, artık değişmelidir. Bu konuda daha önce de konuştuk, biliyorsunuz.
20 yıl orada yaşamış, sürekli Suriye’ye gidip gelmiş bir insan olarak, “içeriden” bir gözle Suriye’yi çok iyi tanıdığımı söylemiştim. 1960’larda iktidara yürümeye başlayan ve 1970’lerde iktidarı ele geçiren Alevîler, bugün iktidarda belki tek başına değildirler ancak “son söz” onlardadır. Bu yüzden, tamamen tasfiye edilmeyi kabullenmeyeceklerdir. Bu bakımdan, bu nevî teşebbüslere karşı en sert cevabı verebilecek, her türlü katliamı işleyebilecek irade ve silaha sahibtirler. Bu uğurda, birkaç yüz kişiden bahsetmiyorum, yüz binlerce insanı bile gözlerini kırpmadan katledebilirler. Bunu yapmaya hazır olmalarının sebebi, yalnızca bir “rejim” savunması değil, aynı zamanda ve asıl bir “mezheb” savunması olacaktır. Geçmişte yüzlerce yıl tecrübe ettikleri gibi, birilerinin gelip onları ezmesine, aşağılamasına, ikinci sınıf insan statüsüne sokmasına mutlaka direnecekler, kendilerini bekleyen böyle bir tehlikeye karşı son güçlerine kadar savaşacaklardır.
O hâlde, Suriye’de bir rejim değişikliği olacaksa, bu, mutlaka Alevîlere de yer veren ve onlarla birlikte tesis edilecek bir rejim olmalıdır. Dinî bakımdan fanatik bir insan olmayan Beşşar Esad, Alevî mezhebinden gelmesine rağmen, rejim değişikliğini teşvik noktasında hazırdır ve buna elverişli bir yapıdadır. O da farkındadır ki, mevcut Baas rejimi artık mutlaka değişmek durumundadır. Sokaktaki insanlar, bu sisteme karşı öfke dolu olduklarını göstermişler ve hâlâ da göstermektedirler. Düşük hayat standardına ve birtakım nimetlerin özellikle devlet başkanının ailesine tahsis edilmesine başkaldırmaktadırlar. Diğer yandan Alevîler de, eşit vatandaş olarak görülmek istemekte, ikinci sınıf insan statüsünü kesinlikle reddetmektedirler. Çözüm, bu taleblerin gerçekçi biçimde kaynaştırılıp, yeni bir rejimde düzenlenmesidir.
Unutmayınız ki, Şam, yâni Suriye, Arab dünyasının kalbidir. Bu bakımdan, ABD’nin, NATO’nun ve onların uydusu olan güya “Müslüman” Arab emirliklerinin, Suriye halkını iplediğini, onun başına gelenleri umursadığını, bu halkın refahını düşündüğünü hiç zannetmiyorum. İsrail’e direnişin bu son kalesinin düşmesi de, başkalarının değil, yalnızca bizim umurumuzdadır. Onların çıkarıyla, bizim çıkarımız farklıdır. Irak’ta Saddam’ın düşmesinden sonra olanları görüyorsunuz. Bizim buna tahammülümüz yok, bereket versin ki bugün Suriye’de kökleşmiş olan yapının da böyle bir ihanete meyli yok.
Öyleyse çözüm, bu çerçevede ve buna göre şekillendirilmelidir.
Allahü Ekber.
4 Haziran 2011
İngilizceden Tercüme:
Hayreddin Soykan