“Descartes ile başlatılan Modern Batı düşüncesinde ortaya koyulan dünya görüşü, sadece çevre sorunlarına değil insanla ve toplumsal yaşamla da ilgili köklü sorunlara yol açmıştır. Dolayısıyla sorunların çözümü modern dünya görüşünün paradigması içerisinde bulunamaz. İnsan, bilgece bir tavırla, hem aklın bütün gereklerini yerine getirebilen, hem de manevî yönünü tatmin edebilen yeni bir paradigma ve kozmoloji var edebilir. Elbette bu yeni paradigma ve kozmoloji, Batı geleneği içerisindeki ve dışarısındaki bilgeliklerden ve kazanımlardan beslenerek inşa edilecektir. Bunun sonucunda, ‘Tanrı’, ‘Doğa’ ve ‘İnsan’ arasında kurulacak âdil ilişki üzerinde bina edilen hak-ödev denklemiyle meydana getirilebilecektir.” (Cengiz Çakmak, Felsefeye Giriş, -İÜ Felsefe Lisans Programı 1. sınıf ders notları-, sh. 151)

Yukarıdaki metinden anlaşılan odur ki, Descartes ile başlatılan Modern Batı düşüncesi günümüz buhranının temel kaynağıdır. Buhranın kaynağı olan bir düşünce sisteminin kendisini gelecekte bir çözüm olarak teklif etmesi elbette mümkün olmaktan çok uzaktır. Dolayısıyla Batı düşüncesi veya medeniyeti miadını tamamlamış bulunmaktadır. Batı düşüncesinin sebeb olduğu büyük buhranın üstesinden ancak ve ancak yeni bir paradigma ve kozmoloji veya yeni bir ruh ve fikir sistemi veya ruh ve anlayış sistemi ile gelinebilir. Bu ruh ve fikir sisteminin insanlığın tüm verimlerinden yararlanması istenen ve beklenen bir durumdur. Lakin, “mutlak fikir” gerekli. “Mutlak fikir” olmadan herhangi bir probleme esaslı bir çözüm getirmek mümkün olmadığı gibi, insan ve toplum meselelerinin halli babında herhangi bir problemin kalıcı bir şekilde çözülmesi de muhaldir. İnsanlığın ihtiyaç duyduğu yegane şey, yeni bir ruh ve fikir sistemi perspektifinden Allah, Âlem ve İnsan arasındaki ilişkinin tekrardan yeni bir düzene sokulması ve bunun gerekli ve zorunlu dil ve diyalektiğinin örgüleştirilmesidir. Kısacası yeni bir ruh ve fikir veya dünya görüşü gerek!

Yazının girişinde kullandığımız tesbit, kendisini 21. yüzyıla “yeni dünya düzeni” olarak teklif eden Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemini tarif eden bir tesbittir. Bu tesbiti yapan gözün Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemini görüp görmediğini bilmiyoruz. Ancak, bu tesbiti yapan göz eğer Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminden habersiz yaşıyorsa, bu topraklarda, hele hele İstanbul’da yaşıyorsa, ya bakar kördür veyahut da hakikati örten bir şuur! “Hakikat arayıcılığı” olarak tarif edilen Felsefenin çağımızdaki öğreticileri hakikatin ne olduğunu ve nerede yuvalandığını görmek ve elbette göstermek zorundadırlar. Onların böyle bir yükümlülükleri vardır. Bundan kaçamazlar.

Evet; yukarıdaki tesbitin bir Üniversite ortamında yapılmış olması ziyade önemli ve de sevindiricidir. Bu tesbitin gereğini yerine getirmek de o derece önemli ve sevindirici olacaktır.
Yukarıdaki tesbiti yapan İÜ Akademisyeni Cengiz Çakmak’ın Büyük Doğu-İBDA’dan habersiz olmadığını düşünmek istiyoruz. Eğer haberi yoksa da böyle bir tespiti yapabilecek çapta olmasını gıpta ile karşılıyoruz. Ancak mevcut sorunun tesbitini yapmanın da tek başına bir çözüm olmadığını bilmek gerekiyor.

“Descartes ile başlatılan Modern Batı düşüncesinde ortaya konulan dünya görüşü, sadece çevre sorunlarına değil insanla ve toplumsal yaşamla da ilgili köklü sorunlara yol açmıştır. Dolayısıyla sorunların çözümü modern dünya görüşünün paradigması içerisinde bulunamaz.” Öyleyse yeni bir “Paradigma ve kozmoloji” gerekiyor. Peki, bu yeni “Paradigma ve kozmoloji” hangi kültür ve medeniyet üzerine bina edilecek? Meşhur İngiliz tarihçi Arnold Toynbee, “İstikbâl İslâmındır” derken söz konusu yeni “Paradigma ve kozmoloji”nin hangi kültür ve medeniyetten neşet edeceğinin veya etmesi gerektiğinin açık adresini de vermiş olmuyor muydu sizce?

“İnsan, bilgece bir tavırla, hem aklın bütün gereklerini yerine getirebilen, hem de manevî yönünü tatmin edebilen yeni bir paradigma ve kozmoloji var edebilir.” Tabiî ki de var edebilir, nitekim etmiştir de. Meselâ, Büyük Doğu-İBDA!.. Şeriate sımsıkı bağlı ve Şeriatin ruhu denilebilecek bir tecrübe veya sistemin yani tasavvufun paralelinde, aklın faaliyet alanı olarak faaliyet gösteren felsefî buluş ve hakikatleri aslına irca eden Büyük Doğu-İBDA, yeni zaman ve mekâna kendisini teklif eden bir ruh ve fikir sistemidir. Bu ruh ve fikir sistemi, hiç şüphesiz ki İslâm merkezli bir bakış ve görüş perspektifinden günümüz insan ve toplum meselelerine yeni çözümler teklif eden bir sistemdir. Allah, Kâinat ve İnsan bahsinde yeni ve adil bir muvazenenin nasılına ve niçinine izah getiren yeni bir “Paradigma ve kozmoloji”nin ta kendisidir.

“Elbette bu yeni paradigma ve kozmoloji, Batı geleneği içerisindeki ve dışarısındaki bilgeliklerden ve kazanımlardan beslenerek inşa edilecektir.” Bu tür bir temenni meselenin çözümünde ne derece etkili olur bilemiyorum. Doğru söylemek gerekirse bir şeye bakarken nereden, neye göre, nasıl ve niçin bakmak gerektiğini bilmek gerekiyor. Batı geleneği içerisinden bakmak gerektiğine dair bir ima söz konusu ise, bunun yeni sorunları beraberinde getireceğine hiç şüphe yoktur. Batı geleneğine bağlı kalarak, Batı dışındaki bilgeliklerden de yararlanmak lazım geldiği mevzuu, Batı’nın bugün de yaptığı gibi, yani eski Hint ve Çin geleneklerinden devşirdikleriyle yeni bir “paradigma ve kozmoloji” kurma teşebbüsünde olduğunu görmek gerekiyor. Bunun bir işe yaramayacağını görmek gerekiyor. Bir serzeniş hâlinde söylemek gerekirse, “İslâm Tasavvufu karşısında Batı Tefekkürünü hesaba çeken” ve her birinin hakikatini “Hakikatin Hakikati”ne nisbetle yerli yerince değerlendiren, dahası varlık ve bilgi problemini yerli yerine oturtan ve bunu bir sistem çapında örgüleştiren Büyük Doğu-İBDA nasıl dikkate değer görülmez. Bunu anlamak mümkün değildir.

Yukarıda Allah, Âlem ve İnsan arasındaki ilişkinin âdilane bir şekilde yeniden kurgulanması gerektiğine işaret edilmektedir. Bunun nasıl örgüleştirileceğine dair en ufak bir bilgisi olmayanların bu mevzuda söz söyleme haklarının olmadığını düşünüyoruz. Burada şunu da söylemek gerekir ki, aslında bu denli mühim bir tesbit, çözüme dair bir gayreti olanların, en azından çözümün adresinin nerede olduğunu gören ve gösterebilenlerin yapabileceği bir tesbittir. Bu mevzuda derin kaygısı olanların Büyük Doğu-İBDA’dan habersiz olmaları en iyimser bir bakışla ihmalkârlıktır, hakikate yüz çevirmektir, sorumsuzluktur. İnsanımıza ders verme makamında olanların aydın olma sorumluluğu, Büyük Doğu-İBDA’nın insanımızla buluşturulması gerektiğini anlamak ve bunun gereğini yerine getirmek gibi elzem bir vazifeleri olduğunu ihtar etmektedir.


Baran Dergisi 525. Sayı