Batı’nın yaşamış olduğu tarihî tecrübe dolayısıyla hayatın merkezine yerleşen rasyonel düşünce, din-siyaset ilişkisinde de kendisini gösterdi. Batı merkezli oluşturulan uluslararası ilişkiler disiplini dinden soyutlanmış bir temelde inşa edildi. Hâlbuki din ve siyaset her dâim birlikte yol alan iki mecra olmuştur. Bu minvalde, dinden tecrit edilmiş bir uluslararası siyaset düşünülebilir mi?
Batı dünyasının dış politikası, medeniyet anlayışının bir tezahürü olarak ortaya çıkar. Batı medeniyetinin kökleri ise Grek-Roma ve Paganist-Hıristiyan kültürüne dayanır. Bu kültürün modern formu ise seküler merkeze oturtularak inşa edilmiştir. Sekülerleşme ise Batı medeniyet ve kültüründe beşeri unsur ve değerlerin parçalanmasına sebep olmuştur. Dinî ve dünyevî hayatları birbirinden ayıran sekülerizm; ruhî ve manevî tekâmülü yok sayarak sadece beşerî haz, menfaat, konfor ve biyolojik ihtiyaçların temin edilmesini gaye edinir. Böylece, beşerî sosyal müessesesinin esası olan ahlâk ve etik unsurlarına büyük bir darbe vurarak manevî kriz ve buhranlara sebep olur. Bugün Avrupa’da ırkçılığın yaygınlaşmasının temel sebeplerinden biri de budur.

Bu genel anlayışın bir yansıması olan ve temelleri makyavelist ve sosyal Darvinci felsefeye dayanan Batılı dış politika, başlıca araç olarak güç kullanmayı esas alır ve hedefi olarak da çıkarlarını maksimize etmeyi gaye edinir. Dolayısıyla Batılı dış siyasetin hak ve adaletin kollanması veya sağlanması gibi bir gayesi olmadığından bugün uluslararası kriz, problem ve savaşlar önlenememekte ve gittikçe artma istidadı göstermektedir.

Hâlihazırdaki uluslararası siyaseti göz önünde bulundurduğumuzda, dünya siyasî tarihinde bu döneme benzer süreçler yaşanmış mıdır? Yaşanmışsa hangi dönemlerdir ve ne yönden bugün ile benzerlik göstermektedir?
Avrupa tarihine bakıldığında Roma hâkimiyeti sonrasında (MS 476 da yıkıldı) devamlı bir istikrarsızlığın olduğu aşikârdır. Bu kâh Haçlı seferleri şeklinde ortaya çıktı, bazen din savaşları, bazen de siyasî sebeplerden oldu ve 1648 Westfalya Antlaşmasına kadar bu süreç devam etti. Daha sonra coğrafi keşifler ve sömürgeciliğin başlamasıyla Batı kendi içindeki bu istikrarsızlığı dünyanın başka taraflarına yönlendirmiştir. Ancak temeli menfaat ve çıkar mücadelesine dayanan Batı siyaset ve stratejisi bu sefer de emperyalist rekabetten dolayı iki büyük dünya savaşına sebep olmuştur. Bu gidişle de üçüncüsünü de çıkarmaktan geri durmayacak gibi görünüyor.

Bugünkü kaotik süreci izah edebilmek için uluslararası ilişkilerin hangi kavramları üzerinde durmamız ve bu mefhumlara hangi veçheden yaklaşmamız gerekir?
‘Uluslararası ilişkilerin her dâim hâkim paradigması olan Realizm’in her nev’inin merkeze aldığı kavram, menfaat... “Menfaat” kavramından maddî çıkarın anlaşıldığı son yüz yıllık süreç’… Batı politikaları için her zaman geçerli olan siyaset teorisi, Realizm, hem de tüm renk ve boyutlarıyla tercih edilmektedir.

Dünya tarihinin belki de en kanlı dönemini yaşıyoruz ve bu durum bize dünya düzeninin değişmesinin zarurî olduğunu ihtar etmekte... Yeni dönem ve yeni dünya düzeninin merkezine oturması gereken mefhum ne olmalıdır?
İslâm Devletleri ya da medeniyeti bilhassa Abbasîler, Selçukîler ve Osmanlı Devletleri, bölgesel ya da küresel nizamı hak, adalet, istimalet prensipleri ve eman sistemi üzerine inşa etmişlerdir. Eman sistemi, İslâmî haricî siyasetin ana omurgasıdır. Bu sistemde Müslim ya da gayri Müslim her insan emniyet içindedir. Irz, mal, can güvenliği garanti altına alınır. Müslüman ülkelerin uygulamaları bu şekilde cereyan etti. Onun içindir ki Osmanlı Devletinin gerek Balkanlar gerekse de Ortadoğu ya da diğer coğrafyalarda hâkim oldukları dönemlerde insanların burnu dahi kanamamıştır.

Bugün uluslararası huzur ve istikrar ve güvenlik sağlanacaksa bu anlayışa ve prensiplere dönmekten başka çare yoktur.

Türk dış politikasının şu anki ahvali birçok yönü ile I. Dünya Savaşı öncesi Osmanlı’nın dış politikasına benzetilmekte. Köşeye sıkışan ve bir denge politikası izlemeye çalışan Türkiye, bu açmazdan nasıl kurtulabilir?
Aslında Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’nda savaşa girmeme ve denge siyaseti izleme imkânı vardı. Bunu Türkiye’de iddia eden tek siyasi tarihçi de benim ve İngiliz belgelerine dayalı olarak bu iddiamı temellendiriyorum.

Bugüne gelecek olursak; Türkiye, Kıta Avrupa’sı ile Anglo-Sakson ittifakı ve Rusya’nın başını çektiği Asya Bloğu arasında jeopolitik bir öneme sahiptir. Jeopolitik bir taraftan büyük fırsatlar ama kullanılmadığı takdirde de riskler doğuran temel stratejik bir değerdir. Jeopolitiğin en etkin kullanıldığı yöntem ise denge siyasetidir. Denge siyaseti, herhangi bir büyük güce angaje olmadan uluslararası siyaset ve rekabetten neşet edecek risk ve fırsatları mahirane değerlendirme sanatıdır. Türkiye’nin de bundan sonraki süreçte yapması gereken budur.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ediyorum.

Baran Dergisi 540. Sayı