İslâm'ın aşk ve vecdini kaybeden ve Batı karşısında gerilemeye başlayan Osmanlı Devleti'nin aydınları, haliyle bir arayış içine girmişlerdir. Ancak Batı'dan askerî teknikler alınırken bununla beraber ilmî, fikrî ve ahlâkî yönler de içeriye girmeye başlamıştır. Zira teknoloji kültürüyle beraber geliyor ve bünyeleştirmeden alınan her şey kendi kültürünü ve ahlâkını da dayatıyor.

İslâm dininin temel esaslarını izah, ispat ve müdafaa etmeyi üstlenmiş olan kelâm ilminden Batılılaşmaya ve oradan gelen diyalektik materyalizm, pozitivizm, Darvinizm ve Freudizm gibi inkârcı cereyanlara cevap vermesi istenmiştir. Bir yenilenme ve canlanmaya, ihya, tecdid ve ıslaha ihtiyaç var idi. Ancak ilm-i kelâm bunu karşılayabilir miydi? Zira ilm-i kelâm genelde savunma amaçlı ve mevcudu muhafaza üzerine idi. Kelâmcı yönü olsa bile müceddid zatların misyonu ise başkadır.

Kelâm ilminin yenilenmesine gerekçe olarak da, Aristo felsefesinin Batı'da değiştiği, Sûfestâiyye ve Dehriyye gibi cereyanların yerine materyalist ve pozitivist telakkilerin geldiği ve kelâm ilminin bundan böyle yeni bir muhteva ve metod ile karşılık vermesi gerektiği iddia edildi. Bu amaçla ilk eser veren ise Abdüllatif Harputî (1842-1916) oldu. Eserinin adı ise Tenkîhu'l-Kelâm'dır. Bu döneme de üçüncü ilm-i kelâm dönemi veya yeni ilm-i kelâm hareketi denmektedir. Ancak belli bir muhteva ve metod birlikteliği sağlanamamıştır. Sadece yeni bir döneme işaret ve kelâm ilminin bir sorunu olarak ifade kazanmıştır. Zaten bu hareketin içine bütün kelâmcılar dahil olmamıştır.

Aslında sorun sadece ilm-i kelâm ile ilgili değil, bütün İslâm ilimleriyle ilgili ve temelde küllî anlayış diyebileceğimiz bir eksiklikten kaynaklanmaktadır. Problemler; parça yaklaşımları esas alan ilimlerle çözülemez; bütüncül yaklaşılıp, tüm meseleler (iktisadî, siyasî, kültürel, ilmî) birlikte ele alınmalıdır. Mesela, “Batı'dan ne alınacak, ne kadar alınacak? Bünyeleştirme nasıl olacak?” meseleleri kelâmın meselesi olmaktan ziyade hikmet sahibi âlimlerin veya hem din âlimi hem din düşünürü olan aydın Müslümanların vazifesidir. Meselenin sosyolojik, siyasî, askerî, kültürel ve medeniyetler savaşı gibi yönleri var. Bu meseleler ise ilim adamını aşar, fikir ve aksiyon gerektirir. Belki de hepsini birleştirici kişiye ihtiyaç vardır.

Yeni İlm-i Kelâm iddiacıları Batı'ya karşı İslâmî bir model oluşturamamış, sadece Batı'dan gelen fikirlere karşı kelâm ilminde savunma amaçlı yenilikler yapmışlardır. Bu durumda da belirleyici olan Batı'nın tezleri olmuştur, diyebiliriz. Zira onlara karşılık verme yani savunma seviyesinde kalınmıştır.

Yeni İlm-i Kelâm hareketinde geleneksel çizgiye bağlı olanlar olduğu gibi Mısır'da Muhammed Abduh gibi modernist çizgiye yakın olanlar da olmuştur.

Biz bu çalışmamızda üç isim üzerinde duracağız: Abdüllâtif Harpûtî, İzmirli İsmail Hakkı ve Ömer Nasuhî Bilmen.

Abdüllâtif Harpûtî (1842-1916)

Beyazıt Camii dersiâmlığı ve Meclis-i Tedkikat-ı Şeriyye üyeliği yaptı. Nakşibendiliğe intisaplı idi. Darülfünun'da ilm-i kelâm müderrisi oldu. Huzur dersleri muhataplığına seçildi.

XIX. Yüzyıl sonlarında pek çok Osmanlı âlimi tarafından dinî ilimlerin metod ve muhteva olarak yenilenmesi fikri, Harpûtî'ye Tenkîhu'l-Kelâm eserini yazdırmıştır. Kelâmda üçüncü dönem diye yeni bir döneme işaret eden müellif, yeni bir tarz ortaya koyduğunu ve kendisinden sonra geleceklerin daha ileri adımlar atması gerektiğini ifade eder. (Metin Yurdagür, Kelâm Tarihi, İFAV, İstanbul, 2019, s. 352) Malûm olduğu üzere kelâmda müteahhirun ve mutekaddimun diye belli başlı iki dönem vardı. Bu dönem üçüncü oluyor.

Harpûtî, İslâm dininin müspet bilimlere aykırı düşmediğini özellikle vurgulamış, bu amaçla tabiat ilimlerindeki gelişmeleri takip etmiştir. Bu tür konulardan bahseden ayetleri de yeni bir anlayışla açıklamaya çalışmıştır. Ancak bu açıklamalarda aşırı tevillere gitmemiş, gaybî hakikatleri maddîleştirme çabası içinde olmamıştır. (Metin Yurdagür, DİA, Harpûtî maddesi)

Tenkîhu'l- Kelâm fî Akaid-i Ehl-i İslâm isimli eserinden kısaca bahsedelim. Harpûtî, kelâmda yeni bir metodoloji ve telif tarzı oluşturma amacıyla Arapça yazdığı bu eserin mukaddimesinde kelâm ilminin tarifi, mevzuu ve gayesi gibi giriş bahislerine yer verir: Ana bölümler ise, klâsik kelâm kitaplarında olduğu gibi ilahiyyât, nübüvvat ve sem'iyyat (ahiret vs.) konularına tahsis edilmiştir. Eser, imamet konusuyla sona ermektedir. Eserin dörtte üçünü kapsayan Türkçe açıklama dipnotları vardır. Eserin ekinde ise, Bekir Topaloğlu'nun “Astronomi ve Din” başlığıyla daha sonra yayınladığı bir bölüm vardır.

Kelâm ilminin ana konuları olan makâsıd veya mesâil bahislerinde bir değişikliğe gitmeyerek, vesâil denen alt konularda değişikliğe girmiş, yeni ilmî verilerden istifade etmiştir. Mesela ısı, ışık, madde, kuvvet, elektrik gibi fizik konuların yanı sıra yeni astronomi, kimya, biyoloji ve psikoloji bilgilerini de kullanmıştır. (Metin Yurdagür, Kelâm Tarihi, s. 354)

Harpûtî, kelâm ilmini yeniden şekillendirip fonksiyonel hâle getirme girişiminde bulunan önemli bir son dönem Osmanlı âlimidir.

Ayrıca müellif, İslâm ulemasının, kelâmı asrın ihtiyaçlarına göre yeniden tedvin ve telif etme vazifesi üzerinde durmaktadır.

İzmirli İsmail Hakkı (1869-1946)

İstanbul'da çeşitli mekteplerde muallim, müderris ve müdür olarak görev yaptı. 1909'da Darülfünun hocası oldu. Cumhuriyet rejiminde de burada görev yaptı. 1935 yılında buradan emekli oldu. 1909-1913 yıllarında Darülfünun'un Ulum-i Dîniyye ve Edebiyye şubelerindeki müdürlük görevi yanında Medresetü'l-İrşad vel-Vaizin şubesinde başta kelâm olmak üzere çeşitli dersler okuttu.

Kur'ân ilimleri ve hadis, fıkıh ve usûl-i fıkıh, felsefe ve mantık sahalarında da bir çok eseri bulunan İzmirli İsmail Hakkı'nın kelâma dair bazı eserlerinden bahsedelim.

Muhassalü'l-Kelâm ve'l-Hikme: Yeni ilmî kelâma dair bir eserdir. “Kelâm nazariyatının yeni felsefe ve asrın ihtiyaçlarına göre genişletilmesi suretiyle” yazıldığını önsözünde belirtir. Kelâm ilmine giriş mahiyetindedir.

Nâr'ın Ebediyyet ve Devamı Hakkında Tedkikat: Bu eserde cehennemin ebedîliğinin ilâhî hikmet ve adalete aykırı olduğu görüşünü savunur. (İstanbul, 1341) Bu görüş Ehl-i Sünnet'in icmaına aykırı olup İbn Teymiyye gibiler de savunmuştur.

Yeni İlm-i Kelâm: Şeriyye ve Evkaf vekâletinin talebi üzerine yazılmıştır. Eser, bir mukaddime ile iki ana bölüm şeklinde plânlanmış olmasına rağmen eserin sadece mukaddime ile uluhiyet konularının ele alındığı birinci bölüm tamamlanmış, nübüvvet bahisleri ile sonuç kısmı tamamlanamamıştır.

İzmirli'ye göre; kelâm ilminin, makâsıd veya mesâil denen ana konularını ispat için olan ve vesâil denilen ara konuları, yeni zaman meselelerine ve ihtiyaca göre değişir ve yeni izah ve ispat şekillerine başvurulabilir. Yeni usûller, vahye dayanan ana konuları ispat sadedinde kullanılabilir. Bunlar da kelâm ilminin metodunu değiştirir. İzmirli burada Harpûtî'den ayrılır. Zira mucize, vahiy gibi mevzuları akıl ve bilimle izah etme girişimleri temel itikadî bakışı sarsacak niteliğe bürünür. Modernist diyeceğimiz böyle bir bakış Harpûtî'de yoktur. Ancak İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm eserinde olmasa bile daha sonra Kemalist rejime yanaşmış ve modernist çizgiye kaymıştır.

Pozitivizm ve modernizmin getirdiği aklîleşmeden etkilenenler (Abduh vb.) Hz. Musa'nın mucizesi olan Kızıldeniz'in yarılmasına med-cezir olayı, ebabil kuşlarının Ebrehe'nin Fil Ordusu'nu helâk etme mucizesi ve cinleri de mikroplarla izah etme gayretine girmişlerdir.

Bu eserde dolaylı kaynaklardan olsa da modern bilim ve felsefenin görüşlerine önceki kelâm kitaplarından daha çok yer verilmiştir. (Metin Yurdagür, Kelâm Tarihi, s. 358.)

İzmirli, Mehmed Akif gibi meşrutiyetin ilk yıllarında İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne kaydolmuştur. (Ali Birinci, DİA, İzmirli İsmail Hakkı maddesi)

Sırat-ı Mustakîm ve Sebîlürreşad mecmualarında yazan İzmirli'nin ayrıca Ceride-i İlmiyye'de Şeyh Saffet'le tasavvuf hakkında başladığı tartışmaya Mihrâb'da devam etmiştir, Mahfil'e de “Resm-i Mushaf-ı Osmanî Meselesi” başlığıyla yazılar vermiştir. İzmirli'nin, 1940 yılında çıkan İslâm-Türk Ansiklopedisi'nde kaleme aldığı çok sayıda maddenin yanı sıra, İkdam, Tasvir, Ulus gibi gazetelerde yazıları çıkmıştır. İzmirli, titiz bir kitap arayıcısı ve okuyucusudur.

İzmirli'nin Yeni İlm-i Kelâm eseri (h. 1339, m. 1920) Osmanlı'nın son döneminde çıkan bir eser olup eksik kalsa bile muhteva olarak dolu sayılır. Eserde modernizme göre İslâm ölçülerini eğip bükme diyebileceğimiz yorumlara da rastlanmaz. Sadece felsefî cevaplar ihtiva edip, bilim verileri, benzerlerine göre fazlaca kullanılmıştır. Ahiret bahislerine ise yer vermemiştir. Ancak İzmirli, Cumhuriyetle birlikte yeni rejime yanaşmış ve yeni rejimin laik-seküler anlayışıyla uzlaşır bir çizgide bulunmuştur.

İzmirli, Türk Tarih Kurumu yedek üyeliği ve Paris'teki Milletlerarası İlimler Akademisi Türk Grubu üyeliğinde de bulunmuştur.

İzmirli'nin iki farklı çizgi izlediği (Osmanlı dönemi ile Cumhuriyet dönemi farkı) iddia edilir. Daha önce yazılarının yer aldığı “Ceride-i İlmiyye” ve “İslâm Devleti'nin Esası” adlı makalesinde ileri sürdüğü fikirlerle, daha sonraki tutumunun birbirine tezat teşkil ettiği ve âdeta birbirini tekzip ettiği ileri sürülmektedir. (Sadık Albayrak, Son Devrin İslâm Akademisi, İz Yayınları, İstanbul, 1998, s. 187.)

Cumhuriyetin ilk yıllarında, namazda sure ve duaların Türkçe okunması tartışmaları yapılırken, İzmirli'nin de görüşüne başvuruldu. İzmirli ise, Arapça telaffuzda zorlananların Türkçe çeviri kullanabileceklerine dair fıkhî cevaz olarak rapor hazırladı. Masum bir gerekçe gibi görülen bu hususun, laik rejimin dine müdahale ve bozma çabalarını meşrulaştırdığını ifade edelim. Bunu da masum bir fetva olarak göremeyeceğimizi ifade edelim. Hiçbir âlim, kâfirin değirmenine su taşımamalıdır. Taşırsa âlim vasfı düşer. (www.kunfeyekun.org erişim tarihi: 06.11.2019)

Ömer Nasuhî Bilmen (1883-1971)

Türkiye Cumhuriyeti'nin beşinci Diyanet İşleri Başkanı, fıkıh ve tefsir âlimi.

1912'de Beyazıt dersiâmı olarak göreve başladı. Daha sonra fıkıh müderrisi oldu. 1943'te İstanbul müftüsü oldu. 30 Haziran 1960 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığına tayin edildi ve henüz bir yılını doldurmadan (on ay kadar) 6 Nisan 1961'de emekliye ayrıldı. 1962-1965 yıllarında Fıkıh ve Fıkıh Usûlü ile Kelâm öğretim üyeliğinde bulundu.

Üstad Necip Fazıl Cumhuriyet döneminde iki Diyanet İşleri Başkanı'nı makbul tutar. Biri Ahmed Hamdi Akseki, diğeri Ömer Nasuhî Bilmen'dir. Ayrıca Necip Fazıl, Ömer Nasuhî Bilmen'in Diyanet İşleri Başkanı iken hükümetin dindışı baskılarına kalbi dayanamayıp bu vazifeyi bıraktığını anlatır. Bilmen Hoca'ya Türkçe ezan ve benzeri konularda politik baskılar yapılmıştır.

Bilmen Hoca, inançta, ibadet ve ahlâkta Ehl-i Sünnet mezhebini şahsında liyakatle temsil ettiği için herkesin saygı ve sevgisini kazanmıştı.

1960 yıllarında “dinde reform” fikrini işleyen ifsadçı çevrelere karşı, “Bozulmayan bir dinde reform mu olur?” diye tepki göstermiştir. İslâm'ın imân, ahlâk ve hukuk ilkelerinin üstünlüklerini cesaretle ve liyakatle savunmuştur. (Rahmi Yaran, DİA, Ömer Nasuhî Bilmen maddesi)

Eserleri

1.Hukuk-ı İslâmiyye ve Islahat-ı Fıkhıyye Kamusu: Mezhepler arası mukayeseli sistematik bir İslâm hukuku kitabı olup yeni dönemin ilk ve en muhtevalı eseridir. Sekiz cilttir (İstanbul, 1949-1952)

2.Büyük İslâm İlmihâli: Çok rağbet görmüştür. (İstanbul, 1947-1948)

3.Kur'ân-ı Kerim'in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri: Sekiz cilttir. (İstanbul, 1963)

4.Büyük Tefsir Tarihi: İki cilttir. (Ankara, 1955-1961)

5.Kur'ân-ı Kerim'den Dersler ve Öğütler (İstanbul, 1947)

6.Sure-i Fethin Türkçe Tefsiri (İstanbul, 1953)

7.Hikmet Goncaları: Beşyüz hadisi ihtiva eder. (İstanbul, 1963)

8.Mülehhas İlm-i Tevhid Akaid-i İslâmiyye: Muvazzah ilmi kelâmın metin kısmına benzemektedir. Yüksek İslâm Enstitüsü kelâm dersleri için hazırlanmıştır. (İstanbul, 1962)

9.Muvazzah İlm-i Kelâm: Geniş bir girişle altı bölüm ve sonuç kısmından oluşan ve yeni ilm-i kelâm çığırında yazılmış olan eserde başlıca itikadî ve kelâmî konuların ele alınması yanında İslâm inançlarına ters düşen bazı modern felsefî akımlar da tenkit edilmiştir. (İstanbul, 1955)

10.Yüksek İslâm Ahlâkı

11.Dinî Bilgiler

Beyanülhak, Sıra-ı Müstakîm ve Sebilürreşad mecmualarında çeşitli makaleleri yayımlanan Ömer Nasuhi Bilmen'in ayrıca gençlik yıllarında Farsça yazıp Türkçeye çevirdiği Nüzhetü'l-ervah (İstanbul 1968) adlı bir divançesiyle 1322'de (m. 1904) yazdığı İki Şukufe-i Taaşşuk adlı romanı vardır. (Rahmi Yaran, DİA, Ömer Nasuhi Bilmen maddesi)

Önemli bir kelâm eseri olan Muvazzah İlm-i Kelâm üzerinde duralım.

1920-1924 yıllarında kaleme alınan Muvazzah İlm-i Kelâm, klasik konulara temas etmekle birlikte her konuyu yeni vesâille işlemiş, yeni verilerle desteklemiş, çağın ilmî buluşlarından faydalanırken bâtıl cereyanlara da başlık açılarak eleştirilmiştir. Materyalizm, determinizm, Darwin teorisi, dinî ölçülerle ilmî verilerin uyumu gibi konular incelenmiştir. Ders kitabı niteliğinde hazırlanmıştır. Bundan dolayı fikrî yoğunluğu olan kelâm kitaplarından ayrılmıştır. Ancak bu bilinçli bir tercihtir.

Eserin girişinde, Müslümanların dinî hayatını geliştirmek ve özellikle genç nesilleri aydınlatmak amacıyla yazıldığı belirtilen kitabın kelâm meseleleriyle alakadar felsefî nazariyeleri ve araştırmaları da ihtiva eden yeni bir tarzda yazıldığı belirtilmektedir. (Ömer Nasuhî Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelâm, Bilmen Yayınevi, İstanbul, 1972, s. 3)

Kitabın maddeler hâlinde verilen (98 madde) metin kısmı muhtasar, müfid bir akaid risalesi hüviyetinde olup izah başlığı altında da geniş şerhi yer almaktadır.

Eserin uzunca girişinde kelâm ilminin tanımı, dinin tanımı ve yeri, ilahî dinlerle İslâm dininin farkı, şer'î ve aklî hükümler, imân ve amel münasebeti üzerinde durulur.

Eserin birinci bölümünde ilahiyat bahislerine girilir. Klâsik kelâm kitaplarındaki bahisler özetlendikten sonra materyalizme de cevaplar verilir. İkinci bölüm ise nübüvvet bahislerine aittir. Darwinizm eleştirisi de yapılırken, mucizeler, ashabın fazileti, Resûl-i Ekrem'in çok evliliğinin hikmetleri ve hanımlarına dair kısa bilgiler verilir.

Eserin üçüncü ve dördüncü bölümleri ilahî kitaplara ve meleklere ayrılmıştır. Beşinci bölümde kaza ve kader bahsi ile determinizm eleştirisi vardır. Altıncı bölümde ahiret meseleleri ele alınıp materyalist ruh telakkisi eleştirilir.

Sonuç kısmında müellif astronomi ile ilgili kısa açıklamalar yapmış, dinî verilerle ilmî gerçeklerin birbiriyle uyumlu olduğunu vurgulamıştır.

“Ruhun arındırılmasına yönelik olan tasavvuf, aslî ilimlerdendir” diyen Ömer Nasuhî Bilmen, İskenderpaşa Camii'ne gidip gelen ve sufî yönü olan biridir. (Şerife Berberoğlu, Ömer Nasuhî Bilmen ve Tasavvufî Görüşleri, Yüksek Lisans Tezi) Samimî dindarlığı, tevazu ve tavizsiz ilmi ile Müslüman halkın güven kaynağı olmuştur. Ehl-i Sünnet mezhebini temsil ettiği için de herkesin sevgi ve saygısını kazanmıştır.

Değerlendirme ve Sonuç

Yeni ilmi kelâm tanımlaması bir dönem olarak değil de, “Yeni bir kelâm ilmi” diye anlaşılırsa yanlış olacağını ifade etmek isterim. O zaman yeni tefsir, yeni hadis, yeni fıkıh, yeni tasavvuf ilmi gibi söylemler doğar. Sorun bu ilimlerin başına yeni kelimesini koymakla çözülmez. Yenilenecek olan İslâm'a muhatap anlayıştır. Geleneği yürütecek olan, ona yepyeni bir dil ve anlayışla hayatiyet kazandırmaktır. Bu ise anmak değil, anlamak; nakletmek değil, işlemekle olur. Bu husus “canlı bünye” olmayı gerektiriyor.

Gelenekçi büyük âlimler her biri müstakil metod kuran karizmatik şahsiyetlerdir. Günümüzde ise ne sorun ortaya konuyor, ne de metod bulunuyor. “Yeni ilm-i kelâm” diye soruna işaret edilmiş, ancak çözüm bulunamamıştır. Benzer şekilde; bazı zümreler, klâsik hadis usûlüne de saldırmaktadır, ancak kendileri bunun yerine bir usûl bulamamaktadır.

Çağımızda yenilik şart, ancak asla bağlı olmalıdır. Yenilenme ihtiyacı, susuzluğu gaz içerek gidermek gibi modernist veya yeni selefîlik fikir ve yöntemleriyle değil, İslâm'ın öz suyundan içerek olmalıdır. Bu hususta Harpûtî ve Ömer Nasuhî Bilmen olumlu olurken, İzmirli İsmail Hakkı ise sonraki çizgisiyle olumsuza misal olmuştur. Ömer Nasuhî Bilmen, yeni ilm-i kelâm diye bir tanımlamaya karşı çıkar ve böyle bir hareket varsa içinde yer almazdı, diye düşünüyorum. Çünkü o, geleneğe bağlı bir âlimdi ve yeni bir tarz da denemişti.

Kelâm ilminin muhtevası ve metodu, ihtiyaç duyulan yeniliği karşılamakta yetersizdir. Kelâm ilmi, beklentilerin aksine buna müsait değildir. Kelâmı buna zorlamak kelâmın felsefeleşmesi tehlikesini doğurur ki, bu da kelâmın akaid temeline zarar verebilir ve kendi rolünü yitirmesine yol açar. Zaten yeni ilmi kelâm hareketi başarılı olmuş değildir ve günümüzde kelâmcılar ne yapacağını bilemez bir haldedir, yani klâsik ile modern arasında kalmışlardır. Esasen kelâm ilminin muhtevasının esaslı bir değişikliğe uğraması temenni edilen bir şey değildir.

Osmanlı'nın yıkılışından sonra Batı'nın kültürel işgalinin yoğun olduğu çağımızda İslâmî ihya ve kurtuluşun yolu, kelâm ilminin muhteva ve metodunu değiştirmek değil, bütün ilimlerde ve küllî anlayıştaki sorunları giderici olan sistem çapında İslâmî bir dünya görüşünün ortaya konması iledir. Bunu da din âlimleri değil, din düşünürleri yapar. Zira tefekkür ve hikmet dairesi ilim dairesini içine alan bütüncül bir bakıştır. Bu hususta Mütefekkir Necip Fazıl'ın misyonunu ve onun baş eseri olan “İdeolocya Örgüsü”nü de böyle görmek gerekir. Büyük Doğu'ya eklemlenen bir halka olarak İBDA fikriyatının yaptığı da geleneğe hayatiyet kazandırıcı yeni yorumdur. “Klasik metinler ve İslâmî ölçüler yerli yerinde ancak onlara bakan göz nerede?” sualinin cevabı buradadır. Sosyal, siyasî, iktisadî vs. sistem bütünlüğünde meselelere bakmamız, dağınıklığı ve parçalanmayı da önleyicidir.

Çağımızın doğurduğu sorunlara karşı, Ehl-i Sünnet çerçeveyi koruyarak ve dünya görüşü bütünlüğünde çözümlerle ancak mücadele edebiliriz.

Baran Dergisi 702.Sayı

25.06.2020