Kemal Tahir, hem Anadolu insanına hem yakın tarihimize ışık tutan romanlarıyla önemli bir isim, bir aydın. Soldan gelmesine rağmen solu da aşmış Müslüman halkın geçmiş, hâl ve gelecek muhasebesini yapmış gerçekçi, sezgici, tahlilci bir romancı. Tahlil ve tespitleri yerinde olurken yaşanmaya değer hayat ile ilgili bir teklifi yok. Yani, solu aşmış fakat İslâmî bir dünya görüşüne girmemiş. Fakat Kemal Tahir Batılılaşma trajedisini gözler önüne sermiş bir adam. Hatta işin ihanet boyutunu resmetmiş.

Anadolu insanını tanımak için Kemal Tahir’i okumakta fayda var. Bütün ümit ve inkisarıyla, zaaf ve faziletleriyle ele alıyor, devlet ve toplum ilişkilerini tarihî kökleriyle irdeliyor. Bu topraklarda yaşayan ve iddia sahibi olanların bilmesi gerekenler.

En son Kemal Tahir’in “Yorgun Savaşçı” ve “Yol Ayrımı” romanlarını okudum. Bir arkadaşın tavsiyesiyle de “Yol Ayrımı”ndan sonra Tarık Buğra’nın “Yağmur Beklerken” romanını okudum. İyi de oldu. Birbirilerinin eksikliklerini tamamladı. “Osmancık” romanının senaryolaştırılmasıyla çekilmiş “Kuruluş” dizisinden hayranlıkla tanıdığım Tarık Buğra’nın bu romanı da Anadolu insanının yenilmez gücü olan İslâm’ın, Serbest Fırka teşebbüsünde bir Anadolu kasabasının gözünden zuhurunu göstermektedir. Bu topraklarda neden Batının ve içimizdeki Batıcıların zafere ulaşamayacağını derinden tasvir etmektedir. Bu romandaki bir iki tesbite de ileride yer vereceğim.

Daha önce Kemal Tahir’in üçlemesi olan “Yediçınar Yaylası”, “Köyün Kamburu” ve “Büyük Mal” romanlarını okumuştum. Osmanlı’nın son döneminde toplumun bozulmasıyla beraber Cumhuriyetin kuruluşuyla sürdürülen yapı anlatılıyor. Ortada idealize edilen bir toplum kalmamış, hem devlet hem ekonomik ilişkiler bozulmuş, çıkar ilişkisi ve köylü kurnazlığı köyden şehre taşmış. Yaşar Kemal’in özendirdiği eşkıyalığın ve köylü hâlinin en gerçekçi anlatımı aslında Kemal Tahir’dedir. Sanatçı topluma tutulan aynadır.

“Yorgun Savaşçı”dan bir tablo üzerinden mevzuumuza devam edelim. Naima Tarihi’nde geçen bir kıssa anlatılır romanda ve sorulur: Melek Ahmet Paşa’nin ağası devlet işine giderken Bolu paşasının atını çekip alırsa bu talan sayılır mı? Osmanlı ordusundaki İttihatçı subayla yine orduda görevli arkeolog ve doktor bir Alman bu olayı yorumluyor. İttihatçı subay bu olaya “talan” diyor. Anadolu ve Müslüman coğrafyayı gözlemleyen ve arkeolojiyi de bu amaçla yapan Alman doktor (Karlos Çorbacı), “talan ama, Osmanlı ölçüleriyle değil, Batı ölçüleriyle…” der. Ve Batı ile Doğu’nun devlet anlayışındaki farklılıkları izah eder. Şunları der:

“Toprakları tarımda tutmak için gerekli bayındırlık işlerini sizde ancak devlet yapabilir. İşte bu sebepten, sizin topraklar haklı olarak devletin mülkiyetindedir. Gene bu sebepten Batı’da devlet, sırasında bir sınıfın öteki sınıfı ezmek için kullandığı araç hâline geldiği halde, sizin devlet, ana ödeviyle toplumu İHYA EDİCİ’dir. Yani Batı’da devletin olmadığı zamanlar, toplumlar var olmuşlardır ama, Doğu’da devletsiz toplum görülmemiştir. Sizde devlet toplumun var olma-yok olma şartıdır. Siz, farkına varın varmayın her şeyi devletten beklersiniz. Bizde ağalık almakla olduğu hâlde, sizde elbette vermekle olacaktır. Siz devletinizi TALANCILIK’la suçlarken, Batı kültürünüzle, Batılı devletmiş gibi yargılıyorsunuz.”

Belki bu sebepten koskoca imparatorluğu batırmalarına rağmen devlet geleneğini sürdürmek için eski bir İttihatçı olan Mustafa Kemal’e destek verir Anadolu’nun Müslüman ahalisi. Kurtuluş ve hürriyet naralarıyla gelip hemen despotluğa kurulmasına rağmen “içimizdeki gâvurlar” tercih edilir, Anadolu’nun mânâsı mecliste gizli mündemiç olarak kabul edilerek.

Kemal Tahir’in başyapıtı sayılan “Devlet Ana”yı hatırlamalı. Osmanlı’nın kuruluşunu, devlet-din-toplum ilişkilerini, üretim ve tüketimi, devlet ana geleneğini günümüze ışık tutacak şekilde romanlaştırır. “İslâm dini açıktır” tesbitiyle gerçeğiyle sahtesini ayırt edici açık bir toplum ve teşkilatlanma yapısı çizer. Senaryolaştırılacak bir eser…

“Yol Ayrımı”nda yeni kurulan Cumhuriyet rejiminin kadrolarıyla topluma bir şey veremediğini ve kısa zamanda tefessüh ettiği Çankaya sofralarından, İstanbul basınından ve Serbest Fırka tecrübesinden anlatılır. Artık millet kendini “kurtarıcılar”dan kurtaracak bir el aramaktadır, henüz rejim yeni iken: “1930 yıllarında, rezalettir bu… Resmen namussuzluktur” diye ifadesini bulur.

Söz konusu eserde, “İş Bankası’nın bir nevi politikacıların bankası olarak kurulmuş olması, Cumhuriyet tarihi için pek acıklı bir aferizm salgınının başlangıcı olmuştur” diyen Kemal Tahir, Kuvayı Milliyecilerin Anadolu’daki mücadeleden sonra içine düştükleri “madrabazlık”ları hikâye eder. “Köylü bizim efendimiz” diyerekten soygun düzeninin yürüyüşünü, Ramiz Amca’nın “ayrımına gelecek yolumuz bile yok!” ümitsizliğinde tecelli ettirir. Maddî ve manevî tükenişi, umuttan umutsuzluğa yuvarlanışı Ramiz Amca’nın şahsında ve diğer kahramanlarda gösterir. Aynı zamanda Halk Partili olan ama Cumhuriyet sayesinde işler tutmuş kodamanları ibretle izleyen ve arkadaşlarıyla muhalif dergi çıkaran gazeteci Murat’ı olaylara şahit tutar. Dadal Efendi karakteri ile de asıp keserken birden sıvışmayı, en aptal iyimserlikten en aptal umutsuzluğa dönmeyi, aynı zamanda hem güçlü, hem güçsüz debelenmeyi canlandırır. Namussuz düzene uyarken karizmayı korumaya çabalayan Avukat Deli Celâdet’in “dümbük bahası” diyerek kirli paraları saçmasını anlatır ve diğer karakterler…

Kısaca, fikir ve ideal olmayınca, bir kişinin etrafında oluşan dalkavuklar zümresiyle ortaya bir cumhuriyet rejimi ve cumhuriyet nesli çıkmaz.

“Bir memlekete düşman girdi mi, millet yediden yetmişe ayaklanır, bu bakımdan vatan kurtarmak kolay” tesbitiden sonra “zor olan!” diye soruluyor ve “Yol Ayrımı”ndan şu cevap veriliyor:

-“Milleti hür yaşatmak… Bolluk içinde… Takriri Sükûn Kanunu çıkar, İstiklâl mahkemeleri kur! Bugün bunu as, yarın bunu… Millette on para kalmamış… Köylü inim inim inliyor…”

Zaten Kemal Tahir soruyor, İngilizlere tek kurşun sıkılmadan nasıl bir “Kurtuluş Savaşı”ndan bahsediyoruz?

Şöyle der Kemal Tahir: “Osmanlı İmparatorluğu’nu kurup yaşatmış Anadolu halkları için ne utandırıcı bir sözdür, Yunan Savaşı’na “Kurtuluş Savaşı” demek… Bu savaş, -haşa!- İstiklâl Savaşı da denemez!.. Çünkü biz, hiçbir zaman millî devletimizi yitirmedik.”

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “Hukuk Edebiyatı” eserinde imparatorluğun tasfiyesi başlığıyla iktibas ettiği Kemal Tahir’in “Yol Ayrımı” eserindeki bölüm, Osmanlı’ya yani tarihine ihanet edilerek kurulan Cumhuriyet rejimini gerçek bir kurtuluş olmadığına işaret ederek nihaî hesaplaşmayı ihtar eder: “Biz Batıyla er-geç, ister istemez hesaplaşmak zorundayız!.. Bunu gerçekten yapmayınca, Batı’ya hizmet teklif etmekle belayı başımızdan defleyemeyiz!.. Bunu böyle bilesin. Gazeteci Murat! İşini ona göre tutasın!..”

Kemal Tahir söz konusu romanında, koskoca imparatorluğu batıran İttihatçıların bedel ödeyerek silineceğini, bunca temizlikten sonra halkçıların “muhalefetsiz olmuyormuş” diye iktidarı sürdüremediklerini ve Osmanoğullarının da artık gelemeyecek oluşunu ifade ettikten sonra, “su katılmamış yerli aydın” tipinden bahseder ve “namuslu adamlar oldukları için er geç kendi işlerini kendileri görmek için ortaya çıkacaklardır” der. Batılılaşma hareketlerinin halktan kopuk olduğunu ve tepeden başladığını belirterek, Batılılaşmaya çabalayan Osmanoğullarını, Türkçüleri ve hatta bilir bilmez Batılılaşmaya çabalayan Mehmet Akif’i de eleştirir. “İşte bu halkın içinden, bizim sefil etkimizi yere çalacak yeni bir yerli insan türü çıkacaktır” der.

Üstad Necip Fazıl’ın İslâm’a muhatap anlayışı yenileyerek bozulmanın köklerine inmesi ve ideolocyasının temelinde Batı ile hesaplaşması boşuna değil. Ve su katılmamış yüzde yüz yerli bir hareket olarak Anadolu’nun bağrından fışkırması ve İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu ile Büyük Doğu davasının yürütülmesi. Tarık Buğra’nın “Yağmur Beklerken” romanında, bir yanda “Allaha bin şükür, neyin eksik?” derken, öte yanda bütün bu rahatı tepiş ve kendini ateşe atışın gerekçesi şöyle izah ediliyor: “Ve düşündüm ki, insanların ve cemiyetin, duasını bilmedikleri, çünkü ne olduğunu bilemedikleri bekleyişleri, şöyle söyleyeyim, idrak edemedikleri ihtiyaçları da vardır. Halk onları, ancak, toprağın yağmuru bekleyişi gibi bekler: Dilsiz, kelimesiz, aksülamelsiz. (...) İmdi, peki, diyorum Rahmi, demeden de yapamıyorum ki, halkın, anlatmaya çalıştığım ve anladığından emin olduğum, o bilmediği bekleyişleri, idrak edemediği ihtiyaçları, bulamadıkları için kavruk ve hatta kısır kaldığı ihtiyaçları temine kimler medâr olacak?”

Dürüstlük ve yiğitlik timsali Kemal beyden himaye ve tavsiye gören avukat Rahmi, bağı-bahçesi, işi ve eşi arasında gidip gelir ve sonunda “eren aklın, kavrayan bilginin ve gerçek büyüklüğün sorumlulukları”na vicdanıyla boyun eğer, bayrağı teslim alır...

Aslında Kemal Tahir de Tarık Buğra da bir yerde birleşiyorlar; gerçek aydın soyuna, Anadolu’daki yerli, millî ve dinî ruha işaret ediyorlar. Farklı isimlerle de olsa…

Baran Dergisi 485. Sayı