Anadolu insanı, Karahanlılar zamanında İslâm ile şereflenmiş bir ceddin nesli. Saltuğ Buğra Han zamanında Yusuf Has Hacip tarafından yazılmış “Kutadgu Bilig” adlı esere baktığımız zaman görüyoruz ki, ceddimiz pürüzsüz bir Ehli Sünnet yolunu benimsemiş ve Allah’ın nasipli bir milleti olmuştur. Mevzubahis eser Allah’a peygamberimize ve bağlısı dört halifeye muazzam bir methiye ve onların mânâsını serdedişle başlar:

“Esirgeyen Rabbim insanların en seçkini ve en iyisi olan sevgili peygamberi gönderdi. O karanlık gecede halka meşale idi. O, sana Allah tarafından gönderilen tebliğci idi; sen bu sayede yola girdin ey yiğit. Bütün kaygısı ümmeti için /Kurtulmasını diledi huzuru için. O güzel tavırlı dürüst ve emin/Rahmeti idi, ümmetine Allah’ın. Soylu ve güzel tavırlı, alçakgönüllü/ Utangaç, cömert, eli açık, şefkatli. Şimdi O’nun yoluna gönül bağladım/Bütün dediklerini sevip sözünü tuttum. İlahi benim gönlümü gözet/Kıyamette sevgili peygamberle haşret. Göster yüzünü o gün dolunay gibi/Elimden tutucu kıl benim ilahi. Peygamberin vardı dört Sahâbesi/Onlar yanında danışman idi. İkisi kayın babası diğer ikisi güveysi/Onlardı Sahâbenin en seçkini. (Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer efendimiz kayınbabası olurken Hz. Ali ve Hz. Osman efendimiz ise damatlarıydı). Ebubekir herkesten önce gelir/ Allah’a imanı, dürüst gönlü ve dili. Feda etti canını malını tenini/Tek dileği peygamberin sevinci. Daha sonra halkın en seçkini/Dili ve gönlü bir, zamanın en adili. Hem yardımcısı hem doğruluğun temeli/Şeriatin üstünden örtüyü o giderdi. Sonra Osman, haya sahibi ve nazik/İnsanların seçilmişi cömert ve eli açık. Feda kıldı var olan malını ve canını/Peygamber ona verdi iki kızını. Bundan sonrası nadide Ali idi/ Akıl dolu yiğit cesur yürekli. Yüreği saf cömert idi eli/Bilgili takva sahibi, adı ulu. Bunlar idi din ve şeraitin temeli/Bunlar yüklendi kötü ve münafık yükünü. Bu dört eş bana dört unsur gibi gelir/Denk gelirse bunlar hayat bulur. Benden bunlara binlerce selam/Eriştir Rabbim devamlı hürmetlerimi. Onları benden hoşnut et daima/büyük günde kıl şefaatçi.”

Ceddimiz, Karahanlılar zamanından günümüze kadar hidayete erip seçilmiş ümmet vasfını haiz olduktan sonra İslâm’ın bayraktarlığını yapıp kah İslâm halifesini kurtarmış (Selçuk ve Tuğrul Beyler) kah Haçlılara Anadolu’yu dar eylemiş (Anadolu Selçuklu) kah halifelik misyonuyla (Yavuz Sultan-Osmanlı) üç kıtada insanlığa yuva olacak medeniyet ve devlet idaresi kurmuştur. Evet, ceddimiz bütün bunları yaparken Ehli Sünnet çerçevesinde bir dünya görüşünün temelleri ile yükselirken bütün dünyaya numune olucu bir medeniyet inşa etmiştir. Tasavvuf edep ve adabından pay alırken Nizamiye ve Darul Hikme medreselerinin vücut bulmasıyla yolunu istikametlendirmiştir.

Ve nihayet Üstad Necip Fazıl’ın tespitiyle aşk ve vecdini kaybederek Batı karşısında gerilemiş. Yahudi ve Mason tertibatı ile yıkılarak Lozan Antlaşması ile madde planında kurtulmasına müsaade edilmiş, mânâ plânında ise esir edilmiştir. Bir milleti yok etmek istiyorsanız onun dilini ve inanç yapısını bozmak kâfidir. Bu durum o milleti esir etmekten daha beter bir hâldir. Esirken tekrar şahlanabilirsiniz; hazırlık yapar, düşmanın zayıf bir anını kollar, tekrar özgür olabilirsiniz. Lakin dilini ve inancını bozarsanız, o milleti tarih boyu millet yapan değerleri berhava etmiş ve ömür boyu yok etmiş olursunuz. Esaretin en acısı bir milletin dil ve inancını inkâr edip başka milletlerin dil ve inanç yapısını benimsemesidir. Maalesef Cumhuriyet döneminde bu millete bu yapılmak istenmiştir. Türk Dil Kurumu denen Türk’ün has ve ana dilini bozucu kurumun başına Ermeni Agop Dilaçar getirilmiş ve imha plânına başlanmıştır. Türk Tarih Kurumu bu milletin bin yıllık birikimini yok saymış, reddi mirasta bulunarak İslâm öncesi hemen hemen hiçbir medeniyet ve eseri olmayan dönemi zoraki idealleştirme yoluna koyulmuştur. Evet, acıyla itiraf ediyoruz ki bu millete yapılanlar tarihte hiçbir milletin başına gelmemiştir. Yine Mutezile ekolü üzerine, ilahiyat fakülteler tesis edilerek Batı’ya meydan okuyucu Ehli Sünnet yoluna aykırı modernist zihniyetli, mezhep ve Sahâbe düşmanı peygamberi postacı mevkiine indirici, sözde tenkidçi kafalar İslâm kisvesiyle arzı endam etmişlerdir. Bunların tüm çabası Batı’ya biat ederek İslâm’ı onların medeniyet anlayışına uyarlamak ve Batı’nın değerlerini Anadolu insanına kutsatmak olmuştur. Böylelikle Anadolu insanının inancına da kendi içinden musallat olunmuştur. Evet, bütün bunlar olurken hesap üstü hesabın maliki Rabbim bu toprakları boş bırakmamış, kimi bâtın hissiyle zahir, kimimi zahir hissiyle bâtın kahramanları doğurarak Anadolu insanının dil ve inanç yapısını dinç ve diri tutmasını temin eylemiştir. Süreç tüm hızıyla devam etmektedir ve mücadele sahası daha da kızgınlaşmıştır. Anadolu insanı içten ve dıştan yok edilmek ve esaret altına alınmak üzere saldırılara uğramaktadır. Müslümanlar olarak bize düşen Ehli Sünnet yoluna ittiba ederek bizi, biz yapan, dünya ve ahiret hayatımıza kefil olan doğru yolun ta kendisine nüfuz etmek olmalıdır. Derin ince Müslüman olarak önce Anadolu’yu kurtarmalı, daha sonra ise tüm İslâm ve mazlumların dünyasıyla el birlik yaparak batı hegomanyasını tarumar etmeliyiz. İnsanlığın kurtuluşu, maddeye tapar kendi yaptığı esere mahkum kendi kendini kaybettirici batı anlayış ve düşüncesini yerine insanlara maverai dünyanın iklimlerine yol açtırmak olmalıdır. Bütün bunlar Ehli Sünnet vel cemaat yolunun anlayışı çerçevesinde bir medeniyet ve dünya görüşünden geçer.

Sahâbî Nedir?
“Sahâbî”, Allah’ın Sevgilisi’ni, Müslüman olarak, resûllüğüne inanmış bulunarak bir kere gören, yahut O’nun tarafından bir kere görülen… Tabir “sohbet”ten geliyor; onunla sohbet eden… Sahâbe veya ashab, tabirin çoğul hali. O’nu bir kere gören… İsterse tek saniyecik olsun. Bir kere o Nur’un yüzüne bakmış olan; isterse bir an sürmüş olsun… Ne zamanın kıymeti var, ne mekânın; isterse tek lahza ve göz planının en uzak haddi içerisinde görsün… Sohbet, Sahâbîlik vasfının galip şartı ve mutlak değil; nazarın sohbeti yeter… Ve O’nun tarafından bir kere görülen; isterse görülen kişi, O’nu görmemiş olsun… Uykuda, dalgın, başka bir işle meşgul, habersiz ve bilgisiz olsun; tek O’nun nazarı kendisine değmiş bulunsun… Ama bu şartların hepsinde, Sahâbî olacak insanın Müslümanlığı şart… Kâfir olarak görür de, Allah Resûlü’nün vefatından sonra İslâm’a gelirse, Sahâbî değil… Müslüman iken dininden çıkan ise hiç değil… Sahâbîliğinden sonra dininden çıkıp tekrar dinine dönen, yine kaybettiğini bulur… Hâsılı, yeni doğmuş Müslüman çocuğundan, iki gözü kör ihtiyar kadar kalbinde şehadet kelimesi yatan herkes, O’nu bir an görmek veya O’nun tarafından bir an görülmekle Sahâbîdir.

Bütün bu tesbitlerle apaçık bir hakikatle anlıyoruz ki, Sahâbî doğrudan doğruya kendi nefsiyle değil, O nuru kâinatın efendisini görmüş, O’ndan bir zerre kapmış olmaya göre kıymetleniyor. Bu kıymet bu insanları nebilerden sonra insanlığın en üstünü yapıyor.

Veliliğin ufku zahir hissesiyle bâtında tecelli eden İmam-ı Rabbani Hazretleri “ben bu halimle en küçük Sahâbînin bindiği atın burnuna kaçan tozdan daha hakirim” derken nitekim batın hissiyle zahirde tecelli eden İmam-ı Azam Efendimiz ise “siz zamanımızda Sahâbîlere denksiniz” sözüne karşı “Siz Sahâbîleri görseniz ‘deli’ derdiniz, onlar da sizi görselerdi, ‘bunlar Müslüman değil derlerdi.’ Ben nasıl onlara denk olabilirim?” diyerek hakikati bu ölçüyle göstermiştir. Bütün bu tesbitler de Allah Sevgilisi’nin büyüklüğünü!

Bize düşen bağrı yanık Müslümanlar olarak Sahâbî efendilerimizi, ümmetin temel taşı ve temel yapısı olarak görmek. Sahâbe-i Kiram efendilerimizin her biri kendi mizaç hususiyetlerine göre Allah Resûlü’ne muhatap olup, o Nur’u kendi mizaç hususiyetlerine göre aksettirenlerdir. Biz Sahâbîler olmadan Allah Resûlü’ne muhatap olamayız, hem maddeten hem manen… Sahâbesiz, Allah Resûlü’ne muhatap olmak gözlerimizi yakabilir, tıpkı Ağustos ayında güneşe bakıp da görememek gibi. Kur’an ve sünnet onların aracılığıyla bize ulaşıyor. Ayrıca dinin üçüncü ana kaynağı olan icmâ-ı ümmet, onların ortak reylerinden oluşuyor.

Sahâbeye bakarak Allah Resûlü’nün yolunu anlayıp O’nun yoluna nüfuz etme bahtiyarlığına eriyor ve Sahâbede hakikati ferdiyenin (fert hakikatinin) topluluk hakikatine dönüşüne şahidlik ediyoruz. Sahâbe olmadan topluluk hakikatini, devlet ve cemiyeti kuramayız. Sahâbe kendi şahsiyet aynalarında insanî ve cemiyet meselelerimize çözüm bulma imkânımızı sağlıyor. Merkezde peygamber ve merkez tarafından belirlenen merkezi işaret edici daire Sahâbe. Kısaca, Sahâbe olmadan, din olmaz!
***
Allah Resûlü, etraflarında Sahâbîleri, ince bir değnekle kum üzerine derince ve dümdüz bir çizgi çektiler ve sonra bu çizginin iki yanına kırkayağa benzer bir takım kısa hatlar ekleyerek buyurdular.

-“Şu dosdoğru çizgi, kurtuluş yoludur; ondan kopma küçük hatlarsa felaket yönleri...”

Ve… Pek yaygın olarak bilinen, buna karşılık ezbere cinsinden kullanılırken hikmetinden pay alınamayan muazzam hadisi:

-“Musa Peygamber’in ümmeti 71 fırkaya ayrıldı. Biri nur, 70’i ateş yolunda… İsa’nın ümmeti 72 bölüm… Biri nur, 71’i ateş istikametinde… Benim ümmetimse 73 fırka olacak, biri nura, 72’si ateşe yönelecek!”
Burada, pek mühim bir dava olarak, bu hadisin Sahâbîler devrinden sonraki zamanlara ait bir devre işaret oluşuna dikkat etmek gerekir ki, mezheplerin doğuş şartlarına ve zaruretlerini idrak temel taşıdır!
Habercileri en doğrucusu olan Allah Resûlü’nün, “Kurtuluş fırkası” üzerinde işaret buyurdukları bir delil vardır.

-“Kurtuluş fırkasının kadrosu içindekiler şunlardır ki, TEK YOL üzerindedirler… Ben de o yol üzerindeyim. SAHÂBİLERİM DE O YOL ÜZERİNDEDİR.’’ 

Allah Resûlü kurtuluş yolu hakkında kendi hakikatlerini belirtmek yeterken, buna bir de Sahâbîleri buyurmaları ne manidar! Sahâbeyi bir KÜTLE ifadesiyle işaret etmesi günümüzü anlamada ve doğru yolun sapık kollarını enselemede ne güzel bir ölçü. Doğru yolun sapık kolları; Şiiler, Hazreti Ali Efendimizi sevgi bahanesi ile yüceltirken diğer Sahâbîlere lanetler etmektedir! Ayşe Annemiz’e iftiralar atmaktadır. “Takiyyesi olmayanın dini olmaz” deyip yalanı müesses hale getirip birkaç Sahâbî dışında herkesi dışlamaktadır. Yine Kur’an İslâmcıları yaftalı yeni türediler Sahâbeyi inkâr ve tahkir ediyor ve hadisleri inkâr veya şüphe uyandırarak yorumluyorlar! Bu zihniyettekiler Peygamber Efendimiz’i ortadan kaldırıp kendi alçak zihinleriyle insanımızın inanç dünyasını bozma gayretindedirler. Mustafa İslâmoğlu, Mehmet Okuyan gibi bazı isimler “Kur’an İslâm’ı” diyerek kendileriyle Kur’an’ı Başbaşa getirip oradan istedikleri herzeyi yiyebileceklerini sanıyorlar. Halbuki Kur’an da bize Sahâbe kanalıyla ulaştı ve Sahâbede sıkıntı varsa Kur’an’da da (haşa) sıkıntı olması gerekir. Belki de bir adım sonra konu buraya gelecektir. Ya bu ne dediğini bilmemektir ya da bildiğiniz manada ifsadçı ajanlıktır.

Hatta belki de o aşamaya geldiler: Mustafa Öztürk denen “tarihselci” bir tip herkese çatarken birçok grup ve cemaati eleştirip devlet erkanına şikayet ediyor. Allah Allah…Bu tip, “Kur’an’da çelişki var” deyip Kur’an’ın Allah kelâmı olmadığını ifade ederken iyi oluyor da, başka bir şeyler yerine sadece tenkide uğradığında hemen ağlayıp hoşgörü dileniyor. Kuramer merkezli birtakım tipler ise “fikir özgürlüğü” şirinliği içinde özgürlükçü bir ortamı talep etmekteler. Bunlardan birisi de Mustafa Öztürk! Ümmetin “Allah’ın kelâmı” dediği kitaba “çelişki var” diyebilen bir adam! Müslüman Anadolu da “bu bir görüştür” deyip saygı duyacak öyle mi? Sevsinler demokrasi panayırını.

Sahâbeye Dil Uzatanların Hâli!
Sahâbeden birine dil uzatan kimse, dine suikast ve hıyanet ruhunun temsilcisidir. Resûller Resûlü’ne bağlılık iddia edip Sahâbîlere bağlanmakta tereddüt göstermek, davaların en batılıdır. Zira büyükler büyüğünün yoluna nasıl düşüleceğini en halis mikyasta temsilden başka hiçbir rolleri olmayan ve en sadık bağlılığın birer remzi bulunan Sahâbîlere muhalefet, netice bakımından Peygamber Efendimiz’e muhalefetten başka şey değildir. Allah Resûlü “Ben her günaha şefaat ederim de, ille Sahâbîlerime dil uzatana etmem” buyuruyor. Sahâbe ki, Allah Resûlünün en ileri dostudur. O’na sevgi, Allah Resûlü’ne sevginin yol göstericisidir. Bu nazik davada, Allah Resûlü yine buyurdular:

-“Sahâbîlerim mevzuunda daima Allah’tan hazer edin… Onları sevenler beni sevenlerdir. Onlara düşmanlık duyanlar, bana eza ederler. Bana eza etmek ise Allah’a eza etmeye kalkışmaktır; ve Allah’ın eli böylelerini yakar.”

Kur’an’da sık sık ve hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde Allah, sevgilisinin ashabından mehd-ü sena ile bahsetmiştir. (Tevbe Sûresi/100) Muhacirleri ve Ensar’ı bahis konusu ederek şöyle buyurmuştur: “İyilik yarışında öncelik kazanan Muhacirlerle Ensar’dan ve onlara tâbi olanlardan Allah razı olmuştur; onlar da Allah’tan razıdırlar. Allah, onlara altından nehirler akan, içinde ebedi kalacakları cennetler hazırlamıştır; işte en büyük kurtuluş budur.”

Yine Enfal Suresi’nin 74. Ayetinde ve Keza Haşr Sûresi’nin 8, 9, ve 10. Ayetlerinde de bu yönde görüşler vardır.

Kur’an’daki ayetler ve Allah’ın Sevgilisi’den varid olan hadisler, Sahâbenin yerini kesin bir şekilde tesbit etmiş, herhangi bir kimseye, onları ta’dil etmek hususunda en küçük bir ihtiyaç bırakmamıştır. Bu itibarla İslâm uleması, onların adaletine taalluk eden hususlarda münakaşa kapısının açılmasını lüzumsuz, adaletinin ispatı hususunda yapılan gayretleri fuzuli addetmişlerdir; çünkü Kur’an ve hadis ortada dururken söylenecek başka ne olabilir ki?

Son sözümüz Allah Resûlü’nün siyeri olmak üzere başta dört Sahâbînin daha sonra da diğer Sahâbîlerin hayatlarına canı gönülden muhatap olmanız ve ebediyet yolunun şifrelerine malik olmanızdır.

Allah’ın selâmı üzerinize olsun.


Baran Dergisi 648. Sayı