Müslümanların 1071’de Sultan Alparslan komutasında Doğu Roma’yı mağlup etmesinin ardından akın akın intikal ettiği, nice badireler atlatıp destanlık çapta mücadeleler neticesinde yurt edindiği topraklar... Bugün üzerinde yaşadığımız mekân, Anadolu. Bu coğrafyaya sahip olmak için girişilen nice mücadele ve muhtelif toplulukların burada hüküm sürmek için canlar alıp canlar verdiği tarihî vesikalarla sabit.

Anadolu’nun son hâkimi Müslüman Türk, İslâm ile şereflendikten sonra öz benliğine kavuşmuştur. Selçuklu ile beraber yerleştirmeye başladığı sistemli devlet anlayışı, terakkisini Osmanlı ile nihayete erdirmiş, Osmanlı sonrası ise her açıdan hızlı bir gerileme kendisini göstermiştir.

Kendisini İslâm’ın temsilcisi olarak gören ve onu her türlü tarize karşı müdafaa memuriyetini-mecburiyetini iliklerine kadar hisseden Osmanlı, devletin ideolojik zeminini-dünya görüşünü Mutlak Fikre nisbetle şekillendirdi. Müslüman teba için müşterek zemin bu idi; fakat bünyesinde diğer inançlara ve etnik gruplara bağlı insanlar da yaşıyordu. Osmanlı’nın, her yönüyle farklılık arz eden bu toplumu bir arada tutması için bir şeyler vazetmesi ve sistemli bir yapı teşekkül ettirmesi de zaruriydi. “Adalet” mefhumunun merkezde olduğu bir değerler manzumesi ve en girift noktasına kadar hesaplanmış bir devlet sistemi ile Osmanlı her türlü sıkıntıya karşı ivedilikle toparlanabilen bir müessese hâlini aldı.

Osmanlı Devleti, Batı ile Doğu arasında yaşanan ezelî mücadelede, Batı’ya karşı sistemli karşı koyuşun nasılını göstermesi bakımından muazzam bir misaldir. Birçok kavim ve inanç mensubuna hükmeden bu imparatorluk, merkezde Müslüman Türk olmasına mukabil asla (etnosentrik) bir anlayış gütmemiştir. Zaten böyle bir yola tevessül etse yüzyıllar boyunca hüküm süremezdi. “Rumî” kimliği etrafında teşekkül ettirilen bu muazzam yapının çöküşü ise ulemanın “devlet memuru” olmasıyla gerçekleşti; bunu da günümüzle yakından alâkalı bir ihtar olarak belirtelim.

Bir not olarak ekleyelim; bugün gerek ABD’nin, gerekse de Avrupa Birliği’nin oluşturduğu “değerler sistemi” aslından kopartılmış, ikinci sınıf bir Osmanlı taklidinden ibaret... “Hak, adalet, hürriyet” gibi anahtar mefhumlar Batı tarafından sonuna kadar istismar edilmiş, sömürgeci zihniyetin bir enstrümanı kılınmıştır. Mağlubiyetimiz, Batı’nın aslını bizden aldığı değerlerin taklitlerini Batı’dan almaya başlamamızla tescillenmiştir.

Yüzyıllar boyunca Avrupalılar Osmanlı’nın sahip olduğu topraklardan “Türkiye” diye bahsederken Müslüman Anadolu insanı ise bu tanımlamayı asla kullanmadı; “Anadolu” diye tarif etti yaşadığı coğrafyayı. Muhtelif İslâm beldelerinde yaşayan Müslümanlar, Doğu Roma’yı fethedip eski Rum diyarlarında yaşamaları dolayısıyla Anadolu insanına Rumî diyordu. Tâ ki 20. Yüzyılın başına kadar...

Batı Avrupa’da düşmanlık ve hamaset üzerine şekillenmiş ve 19. Asırda egemen güçlerin iktidarını pekiştirmek üzere yeniden tanımlanmış “millet” mefhumunun ilk önce Avrupa’da, sonra İslâm âleminde dalga dalga yayılmasıyla Osmanlı parçalanırken, İstanbul’da da Türk ulus devletinin kurmanın bir kurtuluş yolu olacağı fikirleri peyda oldu. Şemsiye kimlikleri berheva edip hedef toplumların daha kolay yutulmasını amaçlayan Batı tarzı milliyetçiliğin istediği de zaten buydu. Değişen dünya düzenine ayak uydurmak gerekiyordu. Maddî ve manevî olarak dar kalıplar içerisinde hapsedildi Anadolu.

Mübadelelerle birlikte her inanç ve kavimden azınlıkların ortadan kalkması, Türk kavmine dayalı bir nüfusun oluşması sağlandı. İsminden başlayarak etnosentrik bir anlayış üzerine bina edilmiş yeni bir devlet ortaya çıktı. Güneş Dil Nazariyesi gibi teorilerle Türkçe’nin tüm dillerin atası olduğu ve yine Akdeniz medeniyetlerinin atasının Türkler olduğu gibi iddialar ortaya atıldı. Koskoca bir Kürt milleti, hem de Türklerle aynı kaderi paylaşmayı gönüllü olarak istedikleri halde, yok edilmeye, olmazsa yozlaştırılmaya çalışıldı. Millet, milliyeti ile alakalı bir problemi varmışçasına dayatmalara maruz bırakıldı. Oysa öyle bir problem yoktu; sadece Osmanlı, İslâm ile şereflendikten sonra aslî hüviyetine erişen Türk’ü ve Kürt’ü, bir kavim olarak yerli yerine koymuş, “İslâm milleti”nin şerefli mensupları ve sancaktarları olarak görmüştü.

Yeni devlette, kaba bir kavmiyetçiliğin merkeze alınmasıyla yetinilmedi, dine karşı da bir hesaplaşma sürecine girişilerek Anadolu insanı, İslâm’dan uzaklaştırılmaya, müstevlilerin vekili yeni Türkiye’nin idarecilerinin tanımladıkları, adı İslâm, ama kendisi İslâm ile uzaktan yakından ilgisi olmayan yeni bir dinin müntesibi yapılmaya çalışıldı. Coğrafya daralırken medeniyet, kültür ve idrak zemini de sığlaştırıldı.
Tüm bunların üzerinden geçen yaklaşık 100 senenin ardından, o zamanlar daralmak zorunda kalan, buna mecbur bırakılan Anadolu, bugün yeniden genişleme zarureti hissediyor. Üstelik bunu yapmadığı takdirde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacağını da biliyor.

Türk ordusu, tabiî uzantımız olan topraklarda İslâmî motiflerle operasyonlar yaparken gaza ruhu cemiyetin geneline sirayet ederek toplumun yüzyıllık ideal boşluğunu yavaş yavaş dolduruyor. Müslüman Anadolu halkı, tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi, kendisini İslâm’ın temsilcisi olarak görmeye ve onu her türlü tarize karşı müdafaa memuriyetini-mecburiyetini iliklerine kadar hissetmeye yeniden başlıyor. Tabiî olarak böyle bir süreçte, tahrif edilen kavramlarımızın da yeniden yerli yerine oturtulması gerekliliği kendisini dayatıyor.

Son dönemlerde Türkiye’nin Batı’ya karşı göstermiş olduğu mukavemet neticesinde içeride doğan Ak Parti-MHP ittifakı ile içtimaî hafıza yeniden canlanıyor ve ifadesini İslâm’da bulan, Üstad’ın oluşmasında büyük emek sarf ettiği “milliyetçilik” yükseliş yaşıyor. Şimdilik İslâm motifleriyle bezeli, yavaş yavaş aslına rücu eden milletimizin milliyetçilik anlayışınca, “Türk, Müslüman olduktan sonra Türk’tür” ve her kavmin büyüklüğü İslâm’a ettiği hizmet nisbetindedir.

İslâm, kaldırılmaya çalışıldığı ideal tahtına yeniden otururken, asıl meseleye; sistem meselesine geliyoruz. Yüz yıl önce maddî olarak Anadolu’ya hapsedilip, mânâ olarak İslâm’dan koparılmaya çalışılmamızla üzerimize geçirilen kavim merkezli üniter rejim kalıbına artık sığmıyoruz. Zaman bizi ihtar ediyor: Bu vatan Anadolu’dur. Millet Anadolu milletidir. Türk’ün lokomotif olduğu Anadolu, sadece Asya kıtasının Avrupa’ya uzanan ucu değil, İslâm sancağını yeniden dalgalandırmaya ve mazlum milletlere kol-kanat germeye namzet insanların meskûn olduğu vatandır! İslâm dünyasının günümüzdeki sembolüdür Anadolu!


Baran Dergisi 584. Sayı