-namus borcu, ölümdür; darbe riski- 

Yeri gelir, ölürsünüz, öldürürsünüz; çünkü, sembol/simge, alamet-i farika önemlidir. Hayatı zevk ve eğlence egoizminde yaşamanın propagandasını gayet güzel yapan Batı Kültürü, arka planında daima birtakım sembolleri, vazgeçilmez sembolleri saklar, yeri geldiğinde de propagandasını inkâr edercesine ona sarılır. Bazen de sadece sembolik kıymeti için veya böyle bir kıymet oluşturmak veyahut “dedirtmek” için de yapar bunu.

Ülkemizde de vardır semboller, uğruna can verilip can alınacak alamet-i farikalar ve elbette milletin nazarında! Son senelerde bu değişime uğramaya başlasa da devlet denilen nesne, uzun zaman boyunca milletten ayrı ve onu düşman gördü. Devlet, milletin hassasiyet noktalarından uzakta, eski sistemden intikal etmiş, tek gayeleri de kendilerince içini doldurdukları “vatan toprağını böldürmemek” mevhumuyla hareket edenler kitlesinin ağzı çok laf yapanlarının kontrolünde olarak sembolik noktalarda millete ters aksiyonlar içine girdi.

***

Suriye’ye TSK’nın girişinin 15 Temmuz sonrası olması delildir dediğimize ve mühimdir. Suriye’ye “Fırat Kalkanı” ile girişi, harekâtı -neredeyse tamamına yakınının karşı çıktığı- TSK komuta kademesinin yönetmesi de mühimdir; istihbarat teşkilatının, Suriye operasyonunun kendisine teslim edildiği tek kişinin kontrolündeki istihbaratın da, TSK’dan farklı olmadığını bilin. Bir nevi siyasî irade zorlamasıyla hareket edip operasyonlar yaptıklarını söylemek, gerçeğin bir kısmını dile getirmek olur; tamamını konuşmak ise yıkım olur. Zorla sokulduğu yerde Ordu ve İstihbarat idarecilerinin harekât yönetme ve icat etme kabiliyetlerinin de kadük kalması veya kadük kaldırılması da normaldir.

Düşünün: Ülkeyi dış saldırılardan korumak ve en önemlisi, sınır dışında fırsatını bulduğunda “milletlerarası hukuk labirentlerinden” faydalanarak her şekilde “devlet için hakimiyet kurma aleti” olan Ordu ve destekçisi İstihbarat, 15 Temmuz’dan sonra “ancak” ve “zorla” harekete geçirildi! İş işten geçmiş, tüm sınır bölgelerimize yakın alanlarda kantonlar dizilmiş, Suriye ateşin içine atılmış, iç politik malzeme tedariki tamamlanmıştı!

Şimdi birileri önümüze haritalar koyup, “kocaman kocaman devletlerin” askeri ve ekonomik güçlerini anlatıp, “ne yapabilirdi-k?” diyebilir; ağzı olan konuşur tabii, diyebilir. Ömrü boyunca o gün için beslenen, sınırsız para ve imkana boğulan “alet”, “o gün” geldiğinde mazeret üretiyor deriz hemen!

Düşünün: 15 Temmuz’da ÖKK kapısında öldürülen General Semih Terzi’nin “Irak ve Suriye’ye girişe karşı çıktığı” söyleniyordu. Böyle midir bilmiyoruz, peki karşı çıkıyordu da, o tek başına mı bu stratejik hamleyi engelliyordu? Başka kimler vardı? Suriye’ye girmeyince cereyan eden (ama siyasî iradenin baskısı artınca meydana gelen) “Hendek Savaşları”nı istiyor muydu TSK? “İç operasyon yapamayız, yetki olmalı” diye diretti miydi?

Şu şunu yaptı, bunu bunu yapmadı mevzusunda değiliz. Dehlizlerde neler konuşuldu, neler planlandı bilmiyoruz, “sızıntılar” üzerinden, bunların da sağlamasını (yani yaşananlar!) yaparak yazıyoruz. O kadar!

***

Ordu ve askeriye böyle idareciler gördü de, “monşerlerin” kontrolündeki harici siyaset karargahı bundan uzak mı kaldı? Daha yeni yeni bürokrasiden defedilen büyükelçilerin emeklilik ile nasıl “özlerine” döndüklerini, “yurtta sulh cihanda sulh” tekerlemesiyle hükümete değil Erdoğan’a nasıl saldırdıklarını neredeyse her gün okuyoruz. Bunlar, görevde bulundukları süre içerisinde Erdoğan’ın talimatlarına şu veya bu şekil içinde, mümkün olduğunca zamana yayarak uymuşlardı. ABD ne der, Rusya ne der, Almanya ne der, NATO ne der, BM ne der diyerek ipe un sermeler ile yaptıkları görevlerinden uzaklaştırıldıktan sonra da, Kemalist “nutuk”a hemen dönmüşlerdir. Hariciye, yani Dışişleri koridorları bunlardan temizlendi mi? Tabii ki hayır!

“Demirel’in Yetimleri”nden olan, onun ölümü ardından cumhurbaşkanının yanına monte edilen Feridun Sinirlioğlu mesela! Yine aynı siyasî kökten gelen, Sinirlioğlu’nun yetiştirmesi Mevlüt Çavuşoğlu. Mavi Marmara davasında İsrailli sanıklar hakkında mahkemece verilen tutuklama kararlarının “yayınlanmasına” (İnterpol’e gönderilmesine) engel olanlar, isim isim elbette bilmiyoruz (veya biliyoruz!) ama, 15 Temmuz’un hemen akabinde, çok daha öncesinde hazırladıkları o onursuz anlaşmayı idarecilerin önüne koyarak imzalatanlar da, o dönem “Fetö engelledi” diye yaygara koparılsa da, mahkeme tarafından Adalet Bakanlığına gönderildiği gün hemen imzalanarak önlerine konulan evrakları sümen altı ederek bekletenler de bu dışişleri bürokratlarıydı.

2002 ile 2013 yılları arasında ülkenin dış siyaset (dışişleri bakanı, AB müzakerecisi) ve maliyesinin Ali Babacan’ın elinde olduğunu yazmak yeterlidir herhalde bu bahiste. (Makaracı Egemen de ayrı fasıl!) Ardından gelen Ahmet Davutoğlu’nun bakanlığı (2009-2014/2015) da tüm monşerler tarafından “çizgiden sapmak” olarak görülmektedir.

“Cumhurbaşkanı Erdoğan-Başbakan Davutoğlu dönemi”, “aktif dış siyaset” denilen şeyin “şiddetli şekilde” yapılmaya başlandığı, devletin eski topraklarımıza ve dünyaya açılmaya başladığı dönemdir. Davutoğlu’nun sonradan ortaya çıkan “rahatsızlıkları” konu dışıdır. Erdoğan, bu politikayı devam ettirmiştir. Bugün (ve 15 Temmuz’da!) hesabı emperyalist güçler tarafından ödettirilmeye çalışılan işler, temeli o dönemde atılan işlerdir. 15 Temmuz’un “Yurtta Sulh Konseyi”nin bildirisi, içten çok dıştaki rahatsızlıklar üzerinedir!

Davutoğlu, Erdoğan’ın 2014’de Cumhurbaşkanı seçilmesi sonrasında “başbakan” olmuştu. M. Çavuşoğlu AB ilişkilerinden gelerek dışişlerine geçti, 2015 seçimlerinde kanun gereği görevi bıraktı, yerine Feridun Sinirlioğlu atandı, Kasım 2015 seçimi ardından kurulan hükümetle tekrar Çavuşoğlu başa geldi. 2016’nın Mayıs’ında da Davutoğlu “pelikan bildirisi” ile indirildi.

İşte bu kısa süre içerisinde de olanlar oldu: Feridun Sinirlioğlu’nun görevini devretmesinin son günü, Rus savaş uçağı düşürüldü!

“- 13 Kasım günü Suriye hükûmetine bağlı Suriye Ordusu, Rusya Hava Kuvvetleri'nin havadan bombardıman desteği ve Hizbullah'a bağlı silahlı milisler ile Lazkiye ilinin muhalif güçlerin kontrolündeki kuzey bölgesinde büyük çaplı bir operasyona girişti. Bu bölge Türkmen unsurun yoğunlukla bulunduğu Lazkiye kırsalındaki Bayırbucak bölgesiydi. Gımam ve Hancağız köylerine doğru saldırıya geçen ordu, ilk çatışmalarda Dağmışlı, Celiliyye, Ez Ziveyik, Pınar Almer ve Tel Zahiye köylerini ele geçirdi. 24 Kasım günü bölgede bombardıman düzenleyen iki uçaktan biri 17 saniye boyunca Türk sınırını ihlâl etti. Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığı'nın yaptığı açıklamaya göre Türk hava sahasını ihlal eden uçak, beş dakika içerisinde on defa uyarılmasına rağmen sınır ihlalini gerçekleştirince angajman kuralları gereği iki Türk F-16 uçağı tarafından vuruldu. Uçak, Suriye Türkmen Ordusu'nun kontrolündeki Bayırbucak bölgesine düştü. Uçaktaki iki pilot paraşüt ile atladı. Suriye sınırları içerisinde karadan açılan ateş sonucunda paraşütle atlayan iki pilottan biri öldürüldü.”

Savaş tarihine, “Bayır-Bucak Saldırısı”, “Lazkiye Taarruzu” olarak geçen, Ehli Sünnet Türkmenlerin yaşadığı Bayır-Bucak bölgesinin Şii hakimiyetine alınmasını amaçlayan saldırılar esnasında gerçekleşti uçağın vurulma hadisesi.

2012 yılında Bayır-Bucak’da başlayan direniş, 2013 olduğunda Keseb’e inmiş, Akdeniz’e ulaşmış, Lazkiye’yi tehdit etmeye başlamıştı. Lazkiye, Trablusşam ve Tarsus bölgesi, 1920’den 1946’ya kadar Fransızlar tarafından icat edilmiş “Alevi Devleti” bölgesiydi üstelik. Bayır-Bucak bölgesi Şam’a “kısa yoldan” inmenin ve savaşı bitirmenin rotasıdır. İşte Rusya’nın ABD sonrasında bölgeye gelmesi bu noktada başladı; Lazkiye bölgesindeki “askeri üs” de tehlikeye girmişti çünkü. Hizbullah ve bilumum Şii örgütlerle birlikte Bayır-Bucak’a saldırılarının arka planı, budur; uçağın düşürülmesinin de!

Bu noktadan sonra (15 Temmuz darbesine, Yurtta Sulh Konseyi bildirisine kadar devam eden ve sonrasına sarkan) tartışmalar ve iç politikada “boğulma”, tabiatıyla da dışarıda yetersiz faaliyetler başlar! Uçağın düşürülmesi, Bayır-Bucak Türkmenlerini “IŞİD” olarak görüp acımasızca bombalayan Ruslara karşı yapılması gereken ve ödenecekse de bedeli ödenecek bir aktiviteydi. Dışarının faaliyetlerinden çok, içerideki fırsatçılık devletin başına bela oldu. Uçak meselesinden sonra ortaya çıkan “silah satma” olayları, daha sonradan Ukrayna üzerinden Arjantin’e kaçan ve “Fetö Borsası” hakkında “itiraflar”da da bulunan Serdar Kurtuluş çetesinin işiydi (Ukrayna’da yakalanan “sauna” çetesi üyesi, ÖKK eskisi Nuri Bozkır apayrı ele alınması gereken kilit şahıştır), düşen uçaktaki pilotu katledenler de bunlardı, (diğer pilot teslim edildi), bunlara “yol veren” İstihbarat çetesi de belliydi, o günler Türkmen Dağı’nın el değiştirip durduğu günlerdi, sosyal medyada “bi’simit”e kendini satanlara “elhamdülillah Türkmen Dağı düştü” diye yazdıranlar da bu İstihbarat Çetesi idi. Ama tüm bunlar, geldi ve Erdoğan’ın başına kaldı!

Bölgenin güçlü savaşçı birliklerinden olan “Abdülhamid Tugayı”, birkaç tugayın birleşimi ile 2015 yılının başında teşekkül ettirildi, başına da “Ömer Muhtar Tugayı” komutanı Ömer Abdullah geçti. Reyhanlı saldırısının akabinde kurulan tugay, “Anadolu’nun güvenliği ve topraklarımızın emniyeti için savaşıyoruz” deklarasyonuyla ilan edildi. Abdülhamid Han’ın öz torunu Yakup Alemşah Osmanoğlu, komutan Ömer Abdullah’a Sultan’ın kendi üniformasına taktığı tuğrası ile bilekliğini “tevessülen” hediye etmişti. Düşürülen Rus uçağı, işte böyle bir tugaya sahip Bayır-Bucak bölgesi savaşçılarını ve köylerini bombalarken mükemmel bir şekilde düşürüldü. Türkiye’nin yaptığı, arkasında durulması gereken harikulade bir aktif savunma hadisesiydi Bayır-Bucak’ı bombalayan uçağın düşürülmesi. Durulmadı! İç siyasette hareketlenme başladı, sanki kabahatmiş gibi üstü örtülmeye çalışıldı, bu yapıldıkça da daha çok üzerlerine gelindi ve Ulusalcı Kemalistler ile Gülenistlerin işbirliği halinde 15 Temmuz Darbesi gerçekleşti.

***

Ve günümüz.

Suriye arazisinde “karakollar” kurup “devriye atan” bir TSK var; hiçbir şey yapmasa bile sadece varlıkları bile yeterlidir ve elbette bedel ödenerek. Bu bedellerden belki de en büyüğü 27 Şubat 2020’de İdlib’e bağlı Balyun köyünde TSK’ya ait karargâh ve konvoyun Rus uçakları tarafından bombalanmasıyla ödendi.70’e yakın şehit verildi TSK’dan. Ardından “Barış Kalkanı Harekâtı” gerçekleştirildi hemen. Rejime ait çok sayıda hedef imha edildi, 5 Mart’ta Erdoğan ve Putin tarafından imzalanan “Moskova Mutabakatı”yla da bitirildi. Fakat sonuç? Daha önce giremediği bölgeye Rusya bu mutabakat ile girmiş ve “Türk-Rus Devriyesi” atılmaya başlanmıştı. Ardından da bu devriyeye muhalifler tarafından saldırılar başladı! Rusya, hem TSK’yı bombaladı hem de giremediği bölgeye girdi kısaca!

Ve şimdi yeni bir söylenti ortaya çıkarıldı; Vatan Partisi/Perinçek gözetimindeki asker eskisi ve Ergenekon sanığı E. A.’nın Bayır-Bucak bölgesini Rusya ve Esed’e bırakıp, Kobani (Ayn-el Arab) ve İdlib’in küçük bir kısmında TSK hakimiyetinin kurulması için “çalışmalara” başladığı, Rusya ile anlaşma safhasında olunduğu iddia ediliyor. Geçen gün meclisten geçirilen tezkerenin de “bunun” için olduğu söyleniyor. Kendisine asla uygulamadığı “Fetömetre”nin icatçısı Cihat Yaycı isimli amiral eskisinin de “durumdan vazife çıkararak” Bayır-Bucak’a gittiği, “ikna faaliyetlerine” giriştiği de iddia ediliyor.

Bunun ne anlama geldiğini anlayabiliyor musunuz?

İhtimaller içerisinde yazmak gerekirse, bu plan uygulamaya sokulursa, Bayır-Bucak bölgesi yoğun bombardımana tabi tutulacak, katliam gerçekleşecek, Rus ve Rejim askerleri tarafından işgal edilecek. TSK da Kobani’ye girecek, şiddetli çalışmalar gerçekleşecek. İdlib, tamamen ama kelimenin tam anlamıyla yalnızlaştırılacak, açlığa ve ölüme mahkûm edilecek, TSK kontrolündeki küçük bir kısmına tahliye sağlanacak, geri kalan bölge Rejimin eline geçecek. Kobani TSK tarafından ele geçirildiğinde sınırlarımızdaki diğer kanton bölgeler ne olacak? Veya sınırımızın içinde, “büyükşehirlerde” neler olacak, tahmin etmek hiç zor değil. Anadolu, “Kürt meselesi” ile tekrar uğraşmaya başlarken, İdlib’de, Suriye’de terkedilen muhalif savaşçılar Türkiye Cumhuriyeti devletini de hedef alacak, ikinci bir “mesele”miz daha peydahlanacak kısaca!

Niye? Sebep?

Esed yerinde dursun, Rusya deniz üslerinde otursun diye! Şunu unutmamak gerekiyor ayrıca: Suriye’de “barış görüşmeleri” başladığındaki bu planın tabiî neticesi odur, ülkede yeni “15 Temmuz”u beklemek gerekir!

Yukarıda kronolojik olarak anlattığımız 2015 seçimlerine denk gelen, Rus uçağının düşürüldüğü, Bayır-Bucak’ın işgal edilmeye çalışıldığı dönem tatbik edilen planın aynı ve hatta çok daha şiddetlisidir bahsettiğimiz iddia. O gün nasıl direnildiyse Bayır-Bucak’da, Türkmen Dağı’nda, şimdi de direnilecek. Bölgedeki siviller, kadınlar ve çocukların büyük kısmı Türkiye’ye gönderildi. Savaşacak koçlar kaldı orada. Heyet Tahrir el-Şam/HTŞ da savaşacak. Bölgeye HTŞ’yi sokmayan ama Kemalistlerden bizzat ültimatom alan “Abdulhamid Tugayı” da, savaşta olur, direniş esnasında HTŞ ile birlikte hareket etmek mecburiyetinde kalacak! Ergenekon artığı, “Yurtta Sulh Konseyi Bildirisi” kopyacısı Ulusalcıların, Anadolu’yu ateşe atma planına, Bayır-Bucak direnişçileri ölümüne direnecekler.

***

Bayır-Bucak, sultan Abdülhamid’in emanetidir. “Şahsi eşyaları” da oradadır. Tüm Suriye cehenneme dönse dahi, o bölgenin güllük gülistanlık olarak kalması, devleti idare edenlerin vazifesidir; sadece bu sembolik önemi sebebiyle dahi oradan Rus ve Esed güçlerini uzak tutmak, namus borcudur! Bayır-Bucak cehenneme dönecekse, bilin ki Anadolu da ardından cehenneme dönecektir! Görmeyen gözlere yuh olsun!

Baran Dergisi 774. sayı