Her şeyin her şeyle ilgisi çerçevesinde; dışarıdaki olamayışın nedeni kendi olamayışımızdandır. “Remz şahsiyet davası” üzerinden yaşadığımız nizamsızlığın yahut bir nizama giremeyişimizin sebebi de yine kendi istidadımız ve bu istidada bağlı hareketimizi ‘remz şahsiyet ve nizami fikir’ etrafında halkalayıp düzene koyamayışımızdır. Dilde olanı bir türlü kalbe indiremeyişimiz, akıldan geçenleri bir türlü kalbe benimsetemeyişimiz, kalbte var olduğunu kabul ettiğimiz ve inandığımızı söylediğimiz şeyleri bir türlü samimiyet ve ihlâsla hayata geçiremeyişimiz hem ruhumuzda hem cemiyet hayatımızdaki mevcut nizamsızlığın asıl sebebidir. Millet olarak mutsuzluğumuzun kaynağı, aile facialarının kökeni, kadın ve erkek cinselliği üzerinden zuhur eden nesillerin çürüyüşü, zihinleri deforme etmekle kalmayıp bir takım uyuşturucu maddelerle körletilen gençliğin geldiği hal, sayısı üç-beş bini geçmeyen sermaye tröstlerinin dünya gelirinin büyük bir kısmına çöreklenmesi vs. hepsi FİKİRDE VE AKSİYONDA YAŞADIĞIMIZ NİZAMSIZLIKTAN kaynaklanmaktadır.

Kurtuluş reçetesi ise Mütefekkir’in “Marifetname” adlı eserinde tuttuğu anekdot’la şu: “Benim için, mesut olmak, bütün melekelerin aynı düşünce etrafında birleşmeleri ve bir düzen içinde bulunmaları halinde mevcuttur.” (Marifetname, s. 109)

Hıristiyan-Yahudi Batı, 500 yıldır, bilhassa da son üç yüz yıldır İslâm coğrafyasındaki ilmî eserleri yağmalamakla kalmamış, FİKRİN NİZAMINI bozucu tüm tahrifat hareketlerini desteklemiştir. Öyle ki, daha önceden zuhur etmiş fakat İslâm âlimlerince tarihin çöplüğüne gönderilmiş eserleri o çöplükten çıkarıp yeniden yeşertmiş, başlarına makamperest duygularını tahrik ettikleri muhteris ve şehvetperest kimseleri getirtmiş ve İslâm coğrafyasının içine salmıştır. Zamanla gittikçe gevşeyen ve çamurlaşma derecesinde vasat bir hâle dönen milletin zihni, sözde âlim ve aydınlar aracılığı ile büsbütün karıştırılmış ve asliyetini kaybetmeye yüz tutacak konuma sürüklenmiştir. 

Evet, son 500 yıldır ‘V’ harfinin başlangıç noktasında olduğu gibi, ilk yıllarda fark edilemeyen ayrılık Büyük Doğu-İbda’nın zuhuruna kadar, aynı ‘V’ harfini oluşturan çubukların en üst noktada birbirlerine uzaklıkları ve ayrılıkları gibi, birbirlerinden büsbütün koparılmaya çalışılmıştır. Fikirleri birbirine bağlayan tutkalı yumuşatmakla başlayan bu süreçte, bir müddet sonra, sayısız başıboş anlayış ve kişi başına din projesi üretilmiş ve keyfilik derecesinde FİKİRLER HARCANMIŞTIR.

İdrâk ve algılardaki fikrin nizamı yeniden aslî hüviyetine Büyük Doğu-İbda Dil ve Diyalektiği ile kavuşmuştur. Bunda en büyük âmil, dine dış yüzden tamir yapma ahmaklığını gösteren reformacıyı ve dini içten çökerttiğini anlamayacak kadar güdük yobazı ‘İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir’ ifadesini ölçü bilip ayıklamaktı. Evet, İslâm coğrafyası bir çok zulüm gördü, birçok zalimden çekti, ama hiçbiri bunların yaptığı kadar hinlik, pislik gerçekleştirmedi. Bu sebeble 500 yıldır beklenen Mütefekkir, 500 yıldır özlemini çektiğimiz nizamı yeniden ihsas edecek ve ruhumuzda ki FİKİR ve AKSİYON boşluğunu asliyetiyle yerine oturtmaya vesile olacak şekilde zuhur etmiştir. Remz şahsiyet davası ve remz şahsiyetin etrafında halkalanma, nizam alma meselesi; buraya özel dikkat...

Bu meselenin nasılına dair özü, dergimizin önceki sayısında ‘İslâm’a Muhatap Anlayış Davası’ ve onun örgüleşmiş hâli Büyük Doğu-İbda olarak işaretlemiştik. Ve Büyük Doğu Mimarının ‘İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir. Anlayış mı?.. Nurun aynadaki aksi... Aynayı yenilemek...” (İdeolocya Örgüsü, 503) ifadesinden hareketle kendi idrâk ve anlayışımızı zorlamaya çalışmıştık. Bu çerçevede konu bütünlüğü oluşturması açısından mevzuya ek babında; “Evet, yenilenen İSLÂM’A MUHATAP ANLAYIŞ’tır, bunun her iş ve verim sahasına ulaştırıcı ve kavuşturucu bütün yolları kapsayıcı mânâsına nisbetle de, hikmet ve mihrak noktasını KENDİNDEN ZUHUR karakteriyle ifşa eder… Bu yüzdendir ki, «kesrette vahdet-çoklukta birlik» zaruretini ifadelendiren İÇTİMAÎ ALAN, her iş ve verim sahasının ayrı usul-esas-gaye-hedef-kural-kaide ile ele alınabilir olma özelliğine nisbetle, «CEM-TOPLULUK» görünüşünde mühürler… Burada şahıs, bu topluluğun remzi ve temsilcisi hüviyetindedir. Bahsimizin terkibî hükmünü bir tarassut kulesi halinde böylece koyduktan sonra, bu mevzudaki geliş-gidiş yönlerini değerlendirebilir ve sahtelikleri enseleyebiliriz.” (S.M. Necip Fazıl'la Başbaşa, 299)

“İslâm’a Muhatap Anlayış Davası”nın genel karakteri KENDİNDEN ZUHUR DİYALEKTİĞİ…

Hatırlayalım!

Diyalektik; “fikri kendi zıddı olan fikirle karşılaştırarak, fikirden fikire yükselmek” (S.M., İslâm'a Muhatap Anlayış, 137) 

Ve yine İbda Mimarından öğrendiğimiz veçhile diyalektik; fikrin kendisi değil, düzeni ve nizamıdır… 

Bir nevi batılı haktan ayırma müessesesi, fikir damıtma işi. Saf fikre doğru yolculukta necis ve bozuk olanı arındırma metodu… 

Mütefekkir’den devam edelim; “Her inanılan şey zıddıyla ilişkili olduğuna göre, FİKİR KENDİ ZIDDINI DIŞARIDA BIRAKMA hadisesidir ki, mevzuundaki «esas»a giden yolun düzeni olarak diyalektik, dışarıda bırakmanın da düzeni olur. Bu düzen yerine ve mevzuuna göre, “metod, usul, çizgi, biçim, şekil ve nizâm” ifadesindedir. Burada şu kadarını söyleyelim ki, “diyalektik”, fikir balının döküldüğü petektir.” (İbda Diyalektiği, 164)

Fikir ve aksiyonda zafiyetimizin geldiği nokta; bilmem kaç yüzyıldır düştüğümüz, düşürüldüğümüz bu kuyudan çıkmak için ilk kez bu çapta bir fırsat doğdu. Müjdecinin ‘hiç beklemediği bir anda, hiç beklemediği bir yerden’ mücerred fikir istidadı tamam olmuş bir genç zuhur etti. Esrarengiz bir cazibe merkezi üzerinden inşa edilen dil ve diyalektik bir anda yerli yerini buldu; KENDİNDEN ZUHUR


“KENDİNDEN ZUHUR-FÜTUHÎ HİKMET”

İslâm coğrafyası inanılmaz bir tahrifata uğramış, hem madden hem manen perişan vaziyette… Yeniden bir dirilişe, yeniden bir fethe deyim yerindeyse yeniden bir yaradılışa muhtaç… Herşeyin her şeyle ilgisi malum. Keyfiyet sahibi Müslümanlar İslâm coğrafyasını yeniden fethe, fikirleri yeniden inşaya memur. Aksi, ya büsbütün yok oluş ya da her daim küfrün yedeğinde ve esaretinde ömrünü sürdürüş. Mü’min kimse her ikisine de razı değil, O ya tam OL-mak yahud ÖL-mek derdinde…

Bu minval üzere his iptaline uğramış kimselere bir çift söz;

Dua’dasın; Allah yeni fetih orduları yaratsın tamam yahut Allah yeni Fatihler yaratsın, tamam. Peki, sen, senin varlık sebebin ne? Dua’nın kabulünü icrada aramak için ne bekliyorsun? Kim ve istidadının ne olduğunun farkında mısın? Mesuliyet ve mecburiyet hissini harekete geçirecek TATBİK FİKİR ne, nerede? Niçin ve nasıl bu hâle düşürüldün ve yine niçin ve nasıl bu hâlden çıkabilirsin, hiç düşündün mü?

Fetih mevzuu “Kendinden Zuhur” la yakın ilgili. Hem dağınık zihinlerde nizamı yerli yerine oturtacak hem de yüzyıllardır işgal altın bulunan toprakları asli sahibine iade edecek. Açıkçası yepyeni bir FİKİR ve AKSİYON hareketi ile zuhur edecek ve 500 yıldır yitirdiğimiz ve kaybettiğimiz hüviyeti meydan yerine dikecek büyük zuhur; KENDİNDEN ZUHUR…

  “Kendinden zuhur-fütuhî hikmet… Salih Peygambere nisbet edilen Fütuhî hikmet: Salih kelimesindeki “Fütuhî” hikmetin aslı… Bu hikmetin ona nisbet edilmesinde ki sebep, hiç beklenmedik zamanda dağın yarılarak içinden bir deve çıkması ve böylece ümmetinin ona inanmak için istediği mucizenin gerçekleşmesi, bu suretle fethe mazhar olması… “Fütuhî hikmetin aslı”, aynı zamanda “kendinden zuhur” hikmetinin mânâsını kapsar.” (İbda Diyalektiği, 111)

Burada şuna dikkat; “Kendinden zuhur” ile “kendiliğindenlik” çok farklı şeylerdir. Kendinden zuhur İbni Arabi’nin zarif ifadesiyle belli bir “teslis-üçleme” dairesinde gerçekleşir. Yani “Bir şeyin olması için[emir veren] Zât, onun iradesi ve bir de “Kün” yani “Ol” emri lazımdır. (…) Bu gerçekleşme de, önce kendisine emrolunan şeyin, Allah bilgisindeki suretine, sonra bu suretin “Kün” emrini işitmesine ve daha sonra işittiği emre itaat etmesine bağlıdır”(Arabi, Füsüsul Hikem, 114)

Oysa kendiliğindenlik, tesadüfî bir oluşumu tedaî eder. Bu da bağlı olduğu nizamı ve fikri inkâr anlamında rastgeleliğin ve başıboşluğun önünü açtığı için bir yere varıcı değil. Kendiliğindenlikte sanki de dıştan bir emir-istek yahud müdahale yoktur. Oysa KENDİNDEN ZUHUR dediğimizde hem bir müdahale söz konusu hem de kendinden gelen İTAAT sonucu ortaya çıkış-ZUHUR söz konusu. İstidadında ne varsa VAROLMA o yönde gerçekleşiyor. O diledikten sonra EMİR ‘muhatab’ını buluyor. Ve yaratılışın hiç durmadan ‘zuhurunun şiddetinden gâib’ bir şekilde sürüyor olduğu göstermektedir ki KENDİNDEN ZUHUR KESİNTİSİZ BİR ŞEKİLDE SÜRMEKTE.

Bize bakan yönüyle; Mimarlarınca yenilenmiş ‘Muhatap Anlayış’ çerçevesinde KENDİNDEN ZUHUR DİYALEKTİĞİ KESİNTİSİZ BİR DEVRİM HALİNDE ÇAĞIMIZI İNŞA ETMEKTEDİR.

Peki, nasıl?

Yüzyılın Diyalektiği yani İbda Diyalektiği ile…

O diyor; “Bu yüzyılın İslâm Diyalektiğini, -İbda diyalektiğini-, doğrudan doğruya “Yüzyıl Diyalektiği” başlığı altında gösteriyoruz; mevzuları bu başlıktan topluca seyrettirerek aşılama ve uyarma…

(..)

Her şeyden önce bilinmelidir ki, İBDA, yakıştırma bir isim değil, zamanın mânâsıyla mutabakatı olan ve bu yüzyıl İslâmcı diyalektiğini temsil eden bir “netice-oluş” hakikatinin belirtilişidir. Emri duyuş ve ona itaat hüviyeti ki, vasıflandırılış hikmetini “kendinden zuhur” ifadesinde bulur.” (İbda Diyalektiği, 212)

“Önce kendimizi yetiştirmeliyiz, henüz zamanı değil, şimdi vakti değil, batının ilmine yetişemeyiz, yahut ilmini alalım falanı kalsın, bizim gücümüz yetmez, önce güçlenelim, bizde fikir adamı yok yok, ulema susmuş konuşmuyor” vs. gibi içi boş dışı kof daha çok bir iş yapmamak için mazeret arayanlar ve kapladığı makamda adiliği ve sahteliği deşifre olmasın diye çabalayan sahtekârlar yukarıdan beri bahsini ettiğimiz ‘kendinden zuhur diyalektiği’nin işleyişinde elenir, dökülür… Çünkü bu diyalektik donmayı ve yavaşlamayı kabul görmeyen bir hareketliliğe sahip. Sende olmazsa başkasında zuhur edecek, burada olmazsa ötede zuhur edecek. Bu diyalektik sana muhtaç değil sen bu diyalektiğe muhtaçsın. Ve yine bu diyalektik muhatabından ‘İŞ İÇİNDE EĞİTİM’ gibi zaruri bir OLUŞ PRENSİBİni şart koşar. Bütün mesele OL-mak yahud OL-mamakta… İstidadında OL’mak olan üstüne ölü toprağı da serpilse emri duyduktan sonra OL’mak için hamle yapar, harekete geçer; kendinden zuhur.

“Gerektiği yerde gerekeni yapmak” ânı kaçırmadan, aksatmadan, zamanında ve yerinde… Yoksa olması gerekenden fersah fersah uzağa düşüş. Yani yerinden ve zamanında yapılmamış işi, ertelenmiş ve ötelenmiş bir zamanda yeniden yapmaya kalksan, beklenenin ve arzu edilenin gerçekleşme ihtimali milyon kat düşük. Günümüz ‘inkılabçı’larının ve ‘İslâmcı’larının düştüğü keleşlik ve yapıştıkları ucuzculuk. Hem yerinde ve zamanında yapmıyor hem de artık yapsa da olur yapmasa da olur hesabı bir zamanda büyük bir radikal!lik örneği sergileyerek yapmaya kalkışıyor. Fikirde ve aksiyonda hem ahlaksızlar hem de parsacı ucuzcular…”Manasına sahip olmadıkları işin cakasını satmak için sıraya giren”  hödükler.

Tohum ‘kendinde’ ne ve nasıl olması gerektiğine dair bir tatbik fikir barındırır. Toprağa düşer, sulanır, güneşlenir ve toprağı çatlatarak içerisinden fidelenerek çıkar. Güneş, toprak ve yağmur tohumun istidadına göre ona fayda sağlar. Diğer deyişle, her bir tohum istidadına göre güneş, toprak ve yağmurdan istifade eder. Eğer tohumun istidadında acılık varsa (acı biber gibi) güneş, toprak ve yağmur onda bu istidadın açığa çıkmasına vesile olur. Yok tatlılık varsa (üzüm, şeftali, dut gibi) bu defa güneş, toprak ve yağmur onlarda bu istidadın açığa çıkmasına vesile olur. Ekşi ise bilahare, siyah renkli ise, beyaz renkli ise, boyu uzun kısa, yerin altı yerin üstü ise vs.: KENDİ İSTİDADINDA OLANI ORTAYA ÇIKARMA-KENDİNDEN ZUHUR…

 “Kendinden zuhur hikmeti, askerlik sanatında, ordusu toprağa gömülmüş bir kumandanın trajik hikâyesine benzer. Kumandan tek başınadır, ama vardır; kendi sanatını, kendini, toprağın sâkit cüssesinde görmek ister; ve şöyle bir sayha koparır:

Kalk!..”

Bu sayha, bozkırların böceklerine ve çiçeklerine yapılmış sonuçsuz bir hitap değildir. Kumandan, ordusunun toprağın altında olduğunu bildiği için, böyle bir trajediyi oynar. Ve inanılmaz son: Ordu onu işitir ve ayağa kalkar!..” (Feyyaz Aksakal, 1999 Akademya, sayı 12, 79)

Yeri gelmişken; SİNEK gibi güzelden yani saf olandan hazzetmeyen, her çöpe konan sonra dönüp bir çöpte larvalarını bırakan, topladıklarını zehre tahvil eden biri olmaktansa yine bir “sinek türü” olan arı gibi -iyi doğru güzel- olan ne varsa her “saf-arı” olana konan, oralardan kendi terkibine uygun “fikir-öz” devşiren sonra peteğine-kovanına dönen ARI olmak lazım. Meseleyi kendi dünyamıza yorumlarsak; bizim peteğimiz-kovanımız Ehli Sünnet Ve’l Cemaattir, Büyük Doğu İbda peteğimizdir. Kendini bu anlayışa muhatab kabul eden ve belli bir mensubiyet hissi ile hareket eden herkes, nerde ne otladığını getirip göstermek yerine  ‘kendi istidadınca’ devşirdiğini, terkibi hükümler halinde peteğe boşaltmak zorundadır. Muhatap Anlayış çerçevesinde cepheleşmenin ve cephelerin kendinden zuhur diyalektiği çerçevesinde hem nasıl bir rahatlık ve serbestliği sağladığı hem de nasıl bir hikmet barındırdığı bu misal iyi tefekkür edildiğinde daha iyi anlaşılacaktır.

Nihaî olarak; “CEM – TOPLULUK davasının bir keyfiyet ve mânâ işi oluşunu anlamak için, İBDA DİYALEKTİĞİ – KURTULUŞ YOLU isimli eserimizin anlaşılmasını dileriz… Çevre ve kemiyet ifadesi de, orada uzun uzun izah ettiğimiz «topluluk hakikati»nin iş ve şahıslarda tek tek tezahürü davasının temin ettiğidir… Kuru kalabalık değil!..

Her iş çevresi ve şahıs, KENDİNDEN ZUHUR diyalektiğinin kendi öz ruh yuvasındaki karşılığını, mimarisini, muhasebesini, yankısını ve tatbikini gösterecek, böylece «topluluk hakikati»nin cemaat ifadesi belirecektir… Bunun günündeyiz.” (Salih Mirzabeyoğlu, Necib Fazıl'la Başbaşa, 300)

Baran Dergisi 398. Sayı...