Taraf Dergisi Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü Kazım Albayrak'ın dergimize göndermiş olduğu işkence anısını aynen yayınlıyoruz.
13 02.1995 pazartesi, bir Ramazan günü... İftar sofrasında çoluk çocu­ğumla orucumu açarken, henüz bir tas çorbayı içmemiştim ki, kapının zili ça­lıyor. Gelen, İslamla Mücadele Masası timleri... Evin etrafını çevirmişler... Eşim bir müddet kapıyı açmıyor... Fakat yapacak bir şey yoktu, beni alıyorlar. Timden bir tanesini daha önceki ope­rasyondan tanıyorum ve evden çıkarı­lırken eşime sesleniyorum; "bunlar Şube'den, bunu tanıyorum" diye. Beni, apartmanın önündeki ekip minibü­sünde bekletiyorlar, kendileri evi arıyorlar. Ne kadar yazı çalışmalarım varsa el koyuyorlar. Ve İşkence Şubesi'ne doğru yola koyuluyoruz.
Tam orucumu açarken evimin ba­sılması, dînî asabiyetime dokunuyor ve ekip minibüsünün içindeki İslamla Mücadele Masası Zangoçlarına söyle­niyorum: "Bir müslümanı yakalayacak zamanı iyi tesbit etmişsiniz. Tam oru­cunu açarken, örgütevinde suçüstü yakaladık, diye tutanaklara geçersiniz." Bozuluyorlar, cevaplan, "bize emir verildi, biz de geldik" oluyor. Eve gir­diklerinde de silahlarını kapıda olan eşimin üzerine doğrultmuşlar ve eşimden de "iftar vakti silahlarınızı üzerimize doğrultuyorsunuz. İnşallah bu silahlar sizin üzerinize döner." kar­şılığını almışlardı.
Evdeki arama esnasında, eşim ve üç çocuğumun polislere karşı göster­dikleri tavırlardan bayağı rahatsız ol­muşlar ki yolda bana, "çoluk çocuğun tam bir polis düşmanı olmuş, onları niye böyle yetiştiriyorsun!" diye sitem (!) ediyorlar. Ben de, "evini basıp, içindekileri gözaltına aldığınız bir ev halkının polis dostu mu olacağını zannediyorsunuz!" diyorum...
Evde arama yapan işkenceci polis­lerden biri, "bu su içilir mi?" diyerek sürahiye el atmış. On yaşındaki ikiz çocuklarım hemen müdahale etmiş; "içilmez, o su zehirli" demişler. Polis, beklemediği böyle bir tavır karşısında sürahiyi mecburen elinden bırakmış... Polisler yolda bana, "evde bize bir damla su dahi vermediler" deyince ben mecazî anlamda zannetmiştim. Sonra hakikaten su vermediklerini öğren­dim... Fıkıh kitaplarındaki fetvalar de bu merkezde. Fıkıh kitapları, "zalim biri adres sordumu yanlış adres göstere­ceksin!" diyor. Zalime yardım etmek, zalimle işbirliğine girmek haram... Za­lime su dahi verilmez, şeriat böyle emrediyor...
Evimdeki ruhsatlı av tüfeğimi almak istemişler. Eşim, ruhsatı olduğunu söyleyerek mani olmuş. Elektrikli traş makinem ile bir hesap makinesini ceplerine indirirlerken yakalanmışlar...
Arama yaptıkları yerlerde, yükte hafif bazı eşyaları ceplerine indirdiklerini biliyorum. Dikkat çekmeyecek şekilde olursa altın, kolye, küpe gibi zinet eşyalarını da çalıyorlar. Öyle ki, bun­lardan şef olan biri, gözaltındaki gönüldaşımızdan cebine indirdiği gözlük çerçevesini hala kendi kullanmaktadır... Bunun, mahkemelerde bile mevzuu oldu... Bu kadar çingene bunlar...
Arama bitip evden çıkarlarken eşimin arkalarından, "aradığınız şahsı buldunuz, iyi prim alırsınız artık. Bu kanlı paraları çoluk çocuğunuza nasıl yedireceksiniz?" diye seslenmesi bun­lara dokunmuş olacak ki, yolda bana "biz prim için mi bu işi yapıyoruz?" diye söyleniyorlardı. Ben de, "dergilerdeki işkence anılarında böyle anlatılıyor, eşim de oradan okumuş ve buna da­yanarak size söylemiş" diyorum... İş­kence Şubesi'ne yaklaşırken beni ev­den alan polislere, götürüldüğüm yer ve göreceğim muameleyi kastederek, "İlahi adaletten kaçış yoktur!" diyorum.,. Ses çıkarmıyorlar. Hatta ilahi adalete inandıklarından dem vuruyorlar. De­mek ki, yarın birgün başlarına gele­ceklerden dolayı ağlamayacaklar!.. Yine arabanın içinde Fetoş "Hocaefendi"den laf açıyorlar. Ben, Fetoş'un hâin olduğunu belirtmem üzerine söyledikleri şu söze kahkaha ile gül­memek için kendimi zor tuttum: "Siz Fethullah Hoca'nın eline su döke­mezsiniz!" İşkencecilerin, bu dereceye varan Fetoş aşkı üzerine söyleyecek söz bulamıyorum, sadece tebessüm ediyorum.
***
İşkence' Şubesi'ne varıyoruz... Üzerimden çıkanların tesbitinden sonra bir masanın başına oturtup, göz bandımı aralıyorlar. Benden bol bol el yazısı örneği istiyorlar. Birinci de­recede delil olduğu için gözaltındakilerden el yazısı örneği alıyorlar... Ko­ridor kalabalık, başka İBDA'cıların da gözaltına alındığını hissediyorum. Tuvaletten dönerken koridorda bir polis yanıma yanaşıyor ve şöyle diyor: "Gidip Bosna'da savaşsana! Orada Sırplar Müslümanlara her türlü zulmü yapıyor. Akşam televizyon gösterdi. Burada Müslümanlara zulüm yapılıyor mu?" Gözüm bağlı yürürken, içinde bulunduğum İşkence Şubesi'ni kaste­derek, "burada Müslümanlara zulüm yapılıp yapılmadığını sen daha iyi bi­lirsin!" diyorum. Laik-dinsiz devletin Müslümanlara yaptığı zulmün bizzat şahidi olarak... Ayrıca bu devletin, Birleşmiş Milletler (Domuzlar Diktatoryası) ve Batı ile birlikte hareket ederek, Müslüman Boşnakların katli­amında parmak izi varken...
İlk gece, İslamla Mücadele Şubesi Müdür Muavini A.O.A'nın yanına çı­karılıyorum. Gözüm açık sohbet edi­yoruz... Manken suratlı, parfüm ko­kulu, saçları kırlaşmış, 40 yaşlarında gösteriyor fakat yaşı daha az, bürokrat-müdür tipli, kravatlı, takım elbiseli, Dev-Sol masasından gelme biri... Beni "buyur" ettikten sonra ilk sözü, "İB­DAcılar yine gece üç yeri bombala­mışlar!" oluyor... Ben içeride iken İbda Cepheleri'nin illegal örgütlerinin birçok eylemi olmuş; Kemalist düzenin sembolü olan Manukyan da bomba­lanmış... Fikri ve siyasi mevzular ko­nuşuyoruz, sorguluk mevzu yok. Kendisinin bazı yazı çalışmalarını bana gösteriyor. Vatan toprağını parselleyen balkondakilerin çocukları Doğu'ya as­kere gitmezken, bir karış vatan toprağı olmayan gençlerin yine bu vatanın evlatlarına karşı birbirlerine kırdırıldıklarının farkında... Hikâye tarzındaki çalışmasında bunu konu etmiş...
İslâm anlayışı çok çarpık olmasına rağmen laikliği de sevmiyor. % 99'u Müslüman olan bir ülkede laikliği fitne çıkarmak gibi görüyor... Gözaltına alı­nanlara, işkence ile alakasız rastgele küfür edilmesine mani olmak için Şube'de mücadele ettiğini ve bunda % 80 başarılı olduğunu belirtti.
Türkiye için Şeriat'ten başka kurtuluş yolunun olmadığını söylemem üzerine müdür muavini A.O.A. şu en­teresan (!) gerekçe ile bana karşı çıkı­yor: "Türkiye'ye şeriat gelmez. Çünkü mini etekliler mini eteklerini çıkar­mazlar"... Devletin ümidi nereye kalmış!..
Müdür muavini, "İbda Cepheleri'ni bana izah et!" diyor. "Tabii, memnuni­yetle" diyor ve anlatıyorum: "İbda Cepheleri İBDA fikriyatına bağlı, Kumandan'ın dışında, hata ve sevabı kendine ait faaliyetlerdir... İbda Cep­heleri birbiriyle organik bağı olmayan legal ve illegal cephelerin umumi adı­dır. İBDA Cephelerinin zümre adıdır, belli bir cepheyi ve kişiyi kasdetmez. "İbda Cepheleri terör örgütüdür" de­mek İbda Cepheleri'ni anlamamak­tır."... Anlattıklarımı anlamadığı, ya da anlamak için gayret göstermediği veya işine öyle geldiği için sözümü keser: "Devlet, İbda Cepheleri'ne terör örgütü diyor, benim için bu yeterli..." Yanlışta ısrar etmek kendilerinin bileceği bir şey. Daha İBDA ile İBDA Cepheleri'nin farkını anlamak istemiyorlar. 150 cilt eserden meydana gelen bir fikir hare­ketine (BD-İBDA) terör örgütü demek devletin işine ve kolayına geliyor. Ama nereye kadar!..
İzahlardan, operasyona yarar bir şey çıkaramayan İslamla Mücadele Şubesi müdür muavini bu sefer benden "şema" istiyor. Ben de, "diğer örgütler gibi İbda Cepheleri'nin bir şeması ol­madığını" söylüyorum. Kafasında bir şema kuramadığı için bu cevaptan pek memnun kalmaz. İbda Cepheleri'lerin örgütlenme modelinin hiçbir örgüte benzemediğini ve tamamen orijinal olduğunu biliyorlar; fakat kafalarındaki yılların verdiği şablonu da bırakmak işle­rine gelmiyor...
İbda Cepheleri'nin, aralarında or­ganik bir bağ olmayan, birbirinden bağımsız cepheler halinde faaliyet göstermesi ve kendinden zuhur halin­de, bir kişinin dahi cephe olacağının anlatılması üzerine çaresizliklerini şöyle ifade ediyorlar: "Ne yani, kafası bozulan bir kişi, eline bombayı alıp sağı solu bombalayacak. Biz bunu nasıl bulacağız, hangi biriyle baş edece­ğiz?"... Bu onların sorunu... İBDA'nın tesir ve cazibesiyle başetmeleri müm­kün değil...
Kendinden zuhur halinde fışkıran tek kişilik cepheye bir misal, Cahit AYAZ'dır. Tutuklanıp cezaevine gön­derildiğimin 3. günü Cahit AYAZ'ın, Atatürkçü Düşünce Demeği'ne bom­balı bir saldırı esnasında şehit düştü­ğünü televizyondan öğrendim. Gönüldaş Cahit Ayaz, Ramazan ayının Kadir Gecesi'nde şehit düştü. Cahit Ayaz, tek kişilik cepheye misal bir kendinden zuhur örneğidir. Zaten polis, ailesini gözaltına almaya kadar işi vardırmasına rağmen herhangi bir şey çıkaramadı. Üstelik Cahit Ayaz, Boğa­ziçi Üniversitesi Matematik Bölümü mezunu ve Devlet İstatistik Enstitüsü'nde memur iken bu eyleme girişti. Bu durum, laik kâfirleri ayrıca korkut­tu... Allah, mekânım cennet etsin ve şefaatından bizi mahrum etmesin! Amin!.. Şunu da belirtelim ki, Cahit Ayaz, yaralı olmasına rağmen üzerine tuvalet kapısı kapatılarak 40-50 dakika bekletilmiş ve Kemalistler tarafından kan kaybından öldürülmüştür... Zalim ve katillerle elbette hesaplaşacağız!..
Yine bu müdür muavini ile mev­zulara devam ediyoruz. Ben, Türki­ye'nin bağımsız olmadığını izah eder­ken sözümü birden keserek şöyle güzel bir laf etti: "Biz sömürgeyiz!'... Mana­sına ne kadar malik olarak söylediğini bilmiyorum fakat muradımı tam ifade etmişti. Bir polis müdürü, Türkiye'nin sömürge olduğu gerçeğini ifade ediyor ve bundan şikâyetçi. Fakat ne acıdır ki, sömürgeleşmeye karşı mücadele et­mesi gerekirken, sömürgecilerin (Amerika, İsrail) TC hükümetlerine, hükümetlerin de kendi amirlerine verdiği emirleri bize karşı uyguluyor. Yani hem şikayetçi, hem sömürge polisi…
Bu çelişkinin üzerine gittiğimde veya sıkıştıklarında cevap hazırdır: "Biz emir kuluyuz!.." Neyin emir kulları ol­duklarına bakalım: TC, bir ABD-İsrail devletidir. Amerika ve İsrail'in emir ve menfaatlerinin dışına çıkmaz. Sömürge durumu... Hıristiyan-Yahudi Batı em­peryalizminin parya devletidir TC... Yani, papazlar (ABD-Batı) ve haham­ların (İsrail) kontrolünde ve emrinde­dir. Papaz ve hahamların emirleri sömürgelerin üst kademelerine ulaşır, onlar da emir kullarına (memurlar) iletir. Demek ki, bu silsileye şuurlu olarak bağlı olanlar, papaz ve haham­ların emir kullarıdır. Bunlara dergi­mizde neden "Zangoç Timleri" dediği­miz açıkça anlaşılıyor.
Sorgu esnasında, ağlamaklı bir ses tonuyla bir işkenceci bana dert yanıyor: "Biz Zangoç muyuz? Zangoç kime denir biliyor musun’ kilisede çan çalanlara Zangoç denir. Bize niye Zangoç Timi diyorsunuz?" Benzeri şikâyetlere bir kaç kere şahit oldum. Fakat zangoç­luktan geri kaldıklarına hiç şahit ol­madım.
TC, Hristiyan-Yahudi Batı emper­yalizminin ileri karakolu bir devlet. Parya bir devlet... Batı, İslam devrimine karşı Türkiye'yi bir dalgakıran olarak kullanmak istiyor. Bunlar da bu dev­letin gözcüleri, bekçileri. Aman Türki­ye'ye Şeriat gelmesin, batının ileri ka­rakolu görevi bozulmasın, Manukyan düzeni yıkılmasın diye uğraşıyorlar. Bu uğurda; puthane, patrikhane, birahane, mason locaları, Amerikan kuruluşları, Yahudi ve Ermeni işadamlarının evle­rinin önünde bekliyorlar. Yine bu uğurda, operasyon düzenleyip, yaka­ladıkları İBDA'cılara işkence yapıyor­lar. Bu husustaki binlerce misalden küçük bir misal: Bir imam (!), camii de kullanarak pezevenklik yapıyormuş. Cami cemaati, müftülüğe ve karakola şikayet etmesine rağmen bir netice alamıyor. Malum, Manukyan Düzeni gerçeği... Sonunda cemaat İBDA'cı mililtanlara başvuruyor. Militanların sapık imama haddini bildirmesi üzerine İslamla Mücadele Masası zangoçları operasyon düzenliyor ve gözaltına alman İBDA'cı üç gence işkence yapı­lıyor. DGM de hemen tutuklayıp ce­zaevine gönderiyor. Malum, Manukyan Düzeni...
Bütün bu gerçeklerden sonra, İş­kence Şubesinde "biz zangoç muyuz? Biz de müslümanız" timsah gözyaşla­rı... Aslında Taraf dergisi bunlar için az bile yazmış. Zaten Taraf dergisince bunlara Zangoç denmesinin sebebi, Fener patrikhanesine yönelik eylem­lerden sonra, Yunanistan Kiliseler Bir- liği'nin isteğiyle, İslamla Mücadele Masası'nın operasyon düzenlemesi ve İBDA'cı gönüldaşlara işkence yapma­ları üzerindedir.
Bunlar, % 99'u müslüman olan bir ülkede İslamla Mücadele Masası'nda çalışmak gibi talihsiz bir işi yapıyorlar. Taraf dergisi tarafından "İslamla Mü­cadele Masası" olarak tanımlanmaları ve bu ismin camiamızda tutmuş olması bunlan psikolojik olarak yıpratıyor... Bunlar, bir domuzdan duyulan tik­sintiyi uyandırıyorlar... Zaten işken­ceci, domuz sıfatına kemaliyle layık değil mi? Gördüğüm kadar, İBDA fikriyatına bağlı dergilerin işkenceci­lere karşı yayınları onları kurşun ye­mekten beter etmiş. Devamlı savunma psikolojisi içindeler: "Biz zangoç mu­yuz? Biz Şeriatla Mücadele masası mıyız?" diye bana dert yanıp duruyorlar.
İslamla Mücadele Masası en dinsiz, en Allahsız, en kitapsız polislerden meydana gelmektedir. Oruç tutma­malarına rağmen hepsi oruçlu gibi gözükmektedirler. Zaten içlerinde oruç tutanlar olsa bunlarınki Hadis-i Şerifin "öyle oruç tutanlar vardır ki, yanlarında sadece açlık kalır" şeklin­deki işaretine girer... Zaten zerre imanı olan patrikhane, puthane, meyhane, sinagog, mason dernekleri v.s. için bir müslümana işkence yapabilirim ki? "Mü'mine, mü'min olduğu için işkence eden kafirdir."...
İlk iki gün ruhi işkence ağırlıkta... Zaten ruhi işkence, fiziki işkenceden daha mühim... Çünkü ruhî direnç ye­rinde ise fizikî işkence ile gözaltındakinden bir şey almaları zor. İşkence bir irade dayatmasıdır. İş­kenceciler kendi iradelerine boyun eğdirmek isterler, gözaltındaki ise bunu kabul etmez, kendi iradesini gösterir. Beden ezilse bile, irade ezil­mez. Kumandanımızın şiir diliyle özlü bir şekilde ifade ettiği gibi: "Tenimizi ezebilirsiniz... Ama... Ruhumuzu as­la... Onu ne işkence zapteder, ne ke­lepçe, ne pranga... Gülümser durur inancımız, hürriyet buudunda son­suzca... Bizi edebilirsiniz, evimizden, tenimizden... Ama dinimizden?.. Çok şükür... Pişmanlık uğramadı semti­mizden... Ya siz?.. Ezelî pis, hayvancıklar... Neye yaradı işkenceniz?.. Dünyanız kara, ahiretiniz zift... Sizi bekliyor cehenneminiz!.."
Arkadaşların "papaz" ismini tak­tıkları ince, hain ve korkak sesli olanı, ruhî işkence yöntemiyle sorgu yapı­yor. "Beni tanıdın mı?" diye söze baş­ladı. Tabii gözüm bantlı. "Hayır!" de­yince, "sesimi tanıdın mı?" diye tekrar soruyor. Ondan sonra da, görülme ihtimaline karşı göz bantlarının altına konan kartonları, emin olmak için bizzat elleriyle kontrol ediyor. Daha önceki operasyonlarda görüldükleri için olsa gerek, şimdi göz bantlarının altına ayrıca karton koyuyorlar. Gö­rülmekten çok korktukları belli. Çün­kü yaptıkları iş, hayvanların en aşağı sınıfından daha aşağılık...
Hücremde yalnızım... Çocuklarımı düşündükçe gözyaşlarıma mani ola­mıyorum. Burada Allahla benden başka kimse yok. Gözyaşlarımın başıma ge­lenlerle doğrudan ilgisi yok. Çünkü üzerimde kesinleşmiş mahkumiyet kararları olduğunu ve arandığımı bili­yordum. Şube de yabancısı olduğum bir yer değildi. Fakat hislerime engel olamıyorum, olmak da istemiyorum...
Karanlık ve iki metrekare civarın­daki hücrelerde, Bursa'daki Somuncu Baba Türbesi ziyaretini hatırlıyorum. Bir-birbuçuk sene önce, bir Bayram tatilinde ailecek Bursa'ya ziyaretlere gitmiştik. Somuncu Baba'ya da uğra­mış, orada duvar içinde bir oyuk gör­müştüm. Türbedara sorduğumda, bir insanın yatarak zor sığdığı bu oyuğun, Somuncu Baba'nm çilehanesi olduğu­nu ve bu oyukta 40 gün çile doldur­duğunu öğrenmiştim. Eşim ve çocuk­larıma dönüp, "bakın böyle daracık bir yere Somuncu Baba gönüllü olarak girip, 40 gün çile dolduruyor. Biz ise, gözaltına alındığımızda, buradan daha büyük hücrelerde, biz istememize rağmen 15 gün zorunlu bir çileyle karşılaşıyoruz. Allah dostları ise, gö­nüllü giriyor." demiştim. Şimdi bu olay gözlerimin önüne geldi. Allah, din büyüklerinin şefaatından bizi mahrum etmesin! Amin!..
Bu duygular içerisindeyken, hüc­remin kapısı açılıyor ve sorguya götürülüyorum. Mahzun halimi görünce işkenceciler soruyor. "Hücrede çocuk­larımı düşünüp kederlenmiştim. Tam o esnada çağırıldım." diyorum. Beni, çoluk çocuğumdan daha fazla ayırmak için sorgulayanlar, kendilerinin de ço­luk çocuğu olduğunu söylüyorlar. Ve bu işi ekmek parası için yaptıkları hikâyesi... Zehir zıkkım olası ekmek­leri, gözaltına aldıkları Müslümanların ve o Müslümanların ana-baba ve çoluk-çocuklarının gözyaşlarından sağ­lanmaktadır. Müslümanların kan ve gözyaşları onların ekmekleri olmakta­dır. Yani ekmeklerini kanlarımıza ba­nıp yemektedirler...
Sorguyu yapan "papaz"ın sesi vaiz gibi... Konuşmasında da sık sık İslami lafızlar kullanıyor; sanki bu onda tabii hal değil de buna gayret sarfediyor. Seyrek bıyıklı olduğunu tahmin edi­yorum. Kumandan'ı soruyor. Nerede olduğunu bilmediğimi ve kendisiyle görüşmediğimi söylüyorum. "Zaten İBDA'da, kendinden zuhur var. Herkes gerektiği yerde gerekeni yapar" diyorum.
Refah Partisi'nden laf açılıyor. Refah tabanının Şeriat istediğini ve bize açık olduğunu söylüyorum. Bunun üzerine, ne söyleyeceklerini bilmez bir tavır sergiliyorlar. Refah'ın ne aleyhinde olabiliyorlar, ne de sahip çıkabiliyorlar. İki buçuk sene önce (13.11.92) gözal­tında bana, "Milli Gazete sizinle ilgili haberleri basıyor. Biz söyledik bundan sonra sizinle ilgili haberler yayınlan­mayacak." demişlerdi. Bunun üzerine ben, Şube'den çıktıktan sonra cezae­vinde çektirdiğimiz işkence fotoğraf­larını Milli Gazete'ye göndermiş ve bu fotoğraflar da basılmıştı. O zaman ba­na, "sizinle ilgili haber çıkmayacak" diye hava basmışlar, fakat haber ga­zetede çıkmıştı. Şimdi ise bu olayda küçük düşmenin ezikliğiyle kem-küm edip duruyorlar. Ben ise bu halleri karşısında tabiri caizse bıyık altından gülüyorum...
Mahmut Efendi'yi soruyorlar... Kendisiyle sık sık görüştüğümü ve her mevzuyu konuştuğumu söylüyorum. Tasavvuf büyüğü olan Mahmut Efen­di'yi kendi çirkef ağızlarına alet etmeye teşebbüs etmeleri üzerine, hem Mah­mut Efendi'yi böyle bir şeyden tenzih, hem de bir İslamcı karşısında laiklerin küçük düşmeleri için şunları söylüyo­rum: "Mahmut Efendi'ye her gittiği­mizde duasını alıyoruz. "Size duacıyım, arkanızdayım" diye bizi uğurluyor." Küfrü küçük düşürmek için, Mahmut Efendi'yle aynı safta olduğumuzu yüz­lerine karşı özellikle söyledim. Bu sözlerim üzerine bozuluyorlar, Mah­mut Efendi'ye de bir şey söyleyemi­yorlar. Gözlerim açık olsa da suratla­rının halini görsem diye düşünüp ke­yifleniyorum... Bazı İslâmî grupları kendi yanlarında gibi gösterme gayretlerine itiraz ediyorum ve kaybeden taraf yine onlar oluyor. Hain olmadık­tan sonra hiç bir Müslüman’ın bu laik-kâfirlerin yanında yer almayacağını pekâla biliyorum.
Birçok mevzuda çaresizlikleri her hallerinden belli oluyordu. Hadiseleri seyrediyorlar... Devletin acziyeti sak­lanamaz vaziyette... Ellerinden, işkence yapmaktan başka bir şey gelmiyor.
Şube'de her ne kadar 1500 kişilik polis ordusu içinde esir isem bile, bü­yüklerin himmetiyle, işkencecilerle gücümün yettiğince boğuşuyorum. Her mevzuda, laikler karşısında bir İBDA'cı olmanın üstünlüğünü yaşıyo­rum. Hele hele tasavvuf çevreleri, Re­fah Partisi, İslamla Mücadele Masası gibi mevzular boş kaleye gol atmak gibi oldu. Çünkü bu mevzular konuşulur­ken düşecekleri durum başından belli idi.
Ben sadece sonucunu bildiğim bir müsabakanın keyfini yaşadım. Ayrıca önceki gözaltında eksik kalan yerleri doldurdum. Bana böyle bir fırsat (ve çile) verdiği için Allah'a ne kadar şükretsem azdır... "Müslümanım" deyip dünyalık uğrunda yaşayan olmaktansa, İslam'ın kavgası uğrunda çile çekmek ne güzel!.. Allah bizi yolundan ve kavgasından uzak tutmasın! Amin!..
Hücremin kapısı açılıyor... Nöbetçi, işkenceye çıkarılacaklara karşı takın­dıkları, yere bakan mahzun bir yüz ifadesiyle beni çağırıyor. Sesi de bu role uygun... Yani nereye gideceğim belli. Şube'de devamlı söylediğim "Allah büyüklerin ruhaniyetini üstümüzden eksik etmesin!" duası merdivenlerde dilimde... Ruhi işkenceden bir netice alamayınca üçüncü gün fiziki işken­ceye başvuruyorlar. İlk gece konuştu­ğum müdür muavini A.O.A. geliyor. Şeriat'a ağır bir şekilde küfrederek benim maneviyatımı kırmaya çalışıyor. Burada Allah, din, kitap, Şeriat yok demeye getiriyor. Bir diğeri Kuman­dana küfrediyor. Tam karşılığını veremesem bile bir şeyler söylüyorum. Müdür muavini A.O.A., işkenceden başka çareleri olmadığını, mecburen (!) işkence yapacaklarını, bunu anlayışla karşılamam gerektiğini bana izah (!) etmekten de geri kalmıyordu. Yarın bu­gün başlarına geleceklerden dolayı da bizi anlayışla karşılayacağını umarım... Malûm "Kısas'ta Hayat Vardır" ilahi emri... Polisin en önemli yöntemi iş­kence... İşkenceyi elinden al, polis cascavlak ortada kalır. İşkence, polisle özdeşleşti artık. Savcılar, hâkimler bu­nu biliyorlar. Aslında savcılar gözaltı süresi verirken, işkence süresi verdik­lerinin farkında. Yani işkenceye bile bile "evet" diyorlar...
Beni aşağıya indiriyorlar... Allah'a şükür çok rahatım... Domuzlarla he­saplaşacağız... Dört bir yandan saldırıyorlar, akrep ve çiyanların ortasına düşmüş gibiyim... Hepsi bir yandan ısırmaya çalışıyorlar... Bedenimde bazı izler meydana getirseler bile, ruhuma ulaşmaları mümkün değil...
Filistin askısından sonra defalarca soğuk duşla işkenceye devam edilir­ken, şu mübarek Ramazan ayında ağzı leş gibi içki kokan bir işkencecinin pis sesi kulağımın dibinde yankılandı: "Bunu tekrar askıya alın!"... Bu ayyaş işkenceci polisin isteği üzerine, kolla­rımın tekrar filistin askısını çekemeye­ceğinden dolayı, bu sefer düz askıya alınıyorum... Devamlı "La Havle..." çe­kiyorum. Ve Allahsızlara karşı "Allah bir!" nidası... Ne yapacağı belli olmaz diye, bu ayyaş işkenceciden korktuğumu belirtmeliyim...
Aleyhimde olan bazı şeyleri bana kabul ettirmek için, askıda iken şöyle enteresan (!) taktiklere de başvuru­yorlar: "Müslüman yalan söyler mi? Sen ne biçim Müslümansın? Konuş, kabul et!" Sanki karşımdakiler Müslümanmış gibi...
Bir de, "delikanlı adam yalan söy­lemez. Sen delikanlı değil misin? Hadi kabul et!" şeklinde delikanlılık dama­rına basma taktiği (!) vardı ki, bir de bunda öyle ısrar ettiler ki mümkün olsa askıda gülecektim... Sapıkça tehditleri de ihmal etmiyorlar...
İslamla Mücadele Şubesi Müdür Muavini A.O.A. Gazi Mahallesi olayla­rından sonra tenzili rütbe ile Beyoğlu Emniyet Amirliği'ne atandı.
Taraf dergisine olan hınçlarından dolayı, operasyon bana karşı bir komplo gayesi güdüyor... Aleyhime verilen-verdirilen ifadeyi bana zorla kabul ettirmeye çalışıyorlar. Bütün malûm yöntemlerine rağmen kabul ettiremeyince, hakkımda verilen ifa­deden şüphe etmeye başlıyorlar. Çünkü mühim olan kişinin kendi iradesiyle kabulü, itirafıdır; başkalarının hakkın­da söylediği değil... Savcılıkta her şeyi reddetme imkanı varsa bile, savcılar davayı polisteki ifadeye göre açıyor ve mahkemeler de buna göre uzadığı için polisteki ifadeye dikkat etmek gerek. Polisteki ifade hukuken geçerli olmasa bile Türkiye'de hukukun durumu malûm... Savcılıkta reddetme hakkı baki olmak üzere, polisteki ifadede aleyhdeki unsurlara karşı koymak en faydalı yol...
***
El yazısı ne varsa evimden topla­mışlardı. Öyle ki, ilkokula giden ikiz çocuklarımın el yazıları bile Şube'ye gelmiş ve mevzuu olmuştu. Şöyle ki: Daha önceki hapis günlerimde, o za­man 8 yaşında olan, biri oğlan diğeri kız, ikiz çocuklarım, hatıra defterlerine bazı şeyler yazmışlar. Bu günlükleri polisler evde ele geçirip Şubede oku­yunca, 8 yaşındaki ikiz çocuklarımın polisler hakkındaki illegal düşüncele­rini de öğrenmiş oldular. Ondan sonra da gözaltındaki İBDA'cılara bu gün­lükleri gösterip benim çocuklardan şikâyetçi olmuşlar. Polislerin hoşuna gitmeyen -gitmesi de gerekmiyor- bu günlüklerin her sayfasını çocuklarım şöyle bitirmişti: "Polislere ölüm, yaşasın İBDA! Ya Şeriat, ya ölüm!.." Savcı, bu suç (!) unsurlarının bana ait olup ol­madığını nedense sormadı...
İşkenceci sapıklar, giydiğim Baha­riye malı tüwit ceket için, açıp baktıkları astarın içindeki bir yazıdan dolayı, "İtalyan ceket giyiyorsun" diye tuttu­ruyorlar. Ne kadar "yok!" dediysem bile inandıramadım. Israrlarının sebebi, akılları sıra, "hem İtalyan ceket giyi­yorsun, hem de İslamcısın, bu nasıl oluyor?" demek için... Ne cinlik (!)
Şunu da belirteyim ki, Şubede kal­dığım 12 gün boyunca (Şube, Vatan Caddesi'ne taşınmaya başladığı için Gayrettepe'de 12 gün tutuldum.) iş­kence gördüğüm bir gece hariç, küfür ve hakaret işitmedim. Bana hitapları "Kâzım bey, Kâzım efendi" şeklinde idi. Kutsal bildiğim değerlerime de küfretmiyorlardı. Belirttiğim gibi bir gece hariç...
Eski tanıdık işkenceciler bu sefer göze hiç görülmedi. Etrafımda dola­şıyorlardı, fakat seslerinden tanınır diye hiç konuşmuyorlardı. Mekânlarına gelmeme rağmen eski tanıdıklar tanış vermediler bana. Yani, ayıp et­tiler... Yeni bazı tipler tanımış ol­dum...
Tanındığı için kendini saklamayan (Şef) Piç Mahir'e şunları söylüyorum: "Devlet kendi kendine çöküyor. Siz, enkazın altında kalacaksınız... Senin İsviçre'de hesapların, Amerika'da vil­laların var mı?" Cevaben "yook!" diyor. Ben de, "yukarıdakilerin villaları, gizli hesapları var. Özel havaalanları var. Onlar sıkışınca kaçacaklar. Siz burada Müslüman halkın elinde kalacaksınız. Bir arkadaşın dediği gibi, Kapıkule'ye doğru otostop yaparken enselene­ceksiniz!" diyorum... Tabiî, o zamana kadar yaşarsa... Bana, "onların kaç­masına mani oluruz" diyor. Nasıl ola­cak ki?.. Piç Mahir lakaplı M.S. Çorum Alevilerinden. Çorum'un Alaca kazası Sincan köyünden... Fakat kendini di­ğer polislere Sünni diye yutturuyor. Hatta elinde doksandokuzluk tesbihle dolaşıyor. Göz boyamak için odasını cami gibi süslemiş, duvarlar ayetli panolardan geçilmiyor.
M.S., Uğur Mumcu suikastı ile ilgili Ankara polisi ile aralarında geçen şu enteresan sürtüşmeyi bana anlatır; Mumcu suikastinden bir kaç gün önce, başka bir olaydan dolayı İstanbul'da gözaltına aldıkları bir şahsı Ankara polisi ister, bunlar da gönderir. Ankara polisi bu şahsı Mumcu'nun katili yapar ve teşhis dahi yaptırır. M.S. haklı olarak şöyle der: "O zaman ben bu adamı Ankara'ya götürdüm. Cinayet işlettim ve sonra İstanbul'a getirdim" ... Bu çelişkiden dolayı Meclis Araştırma Komisyonu'nun Refah'lı üyesiyle Şu­bede tartıştığını ve Refah milletvekili­nin kendisini mahkemeye verdiğini söyler. "Sorumlu sen misin? Senin üstlerin niye sorumluluğu üzerlerine almıyorlar?" diye sormam üzerine, "suçlama bir şey oldu mu alt kademe sorumlu olur. Ama iyi bir şey oldumu onlar sahiplenir, çıkar konuşurlar.“ der. Devletin işkenceciliğini yapan M.S., devletin kendisine yaptığı başka kelekleri de bana anlatır. Devletin, kendisine hizmet edenlere dahi nasıl zulmettiğini biraz da hoşuma giderek dinledim. Ve devlete hala nasıl hizmet ettiğine hayret ettim.,.
Erzurum'lu A.K... İşkencecilerin en göze batan ve gayretlilerinden... Şef M.S.'yi kıskanıyor. Terfi için didiniyor. Orta boylu, yüzü traşsız, etine dolgun, vücudu boyuyla orantısız bir şekilde, kaba bir konuşması var, (g) harfini kaba bir şekilde telaffuz ediyor. Sor­gularımda vardı...
Gözaltına alınmamın 5. gününde kimliği belirsiz bir kişi babamlara te­lefon açmış ve şöyle demiş: "Kâzım, işkence esnasında öldü. Gelin cena­zesini alın"... Telefona annem çıkıyor ve annemin telefondan sonraki hali malûm... Hemen harekete geçen ya­kınlarım Şube'ye geliyor ve bana gön­derdikleri pusulanın altında el yazımla cevabımı görünce rahat ediyorlar... Kim açtı, tepkimizi mi ölçüyorlardı, gözaltında kaybetmeye teşebbüs mü?.. Burada şunu belirteyim ki, beyaz ke­fenleri giymeden Şeriatın zaferi gelmez.
Sorgularımın birinde, Tansu'ya orospu dediğinden dolayı Taraf dergi­sini bana şikayet ediyorlar. Ben de, TC Başbakanı Tansu'nun Clinton'a kravat hediye etmesi, elini beline attırması gibi Clinton'un kırığı olma teşebbüslerin­den bahsettim. Daha başka şeylerini de anlattım. Kimse bir şey diyemedi. Sonunda bir tanesi, "Başbakanımız Tansu Çiller'dir" diye, pezevenk gibi övünerek mevzuyu kapattı. Amerikan vatandaşı Tansu, onlara layık bir baş­bakandı... Bunlar Amerikan köpeği... Bu kadar köpeklik ediyorlar, ondan sonra gözaltındaki bir gönüldaşa, "Kâzım'a kötü davranıyoruz dikleniyor, iyi davranı­yoruz yine dikleniyor." diye benden şikâyetçi oluyorlar. Bir başka gönül­daşa da benim hakkımda aynı yollu eleştiriler... Fatih'in Yavuz'un bize bı­raktığı bu topraklarda Amerikan piç­lerinin cirit atmasına bir Müslüman’ın sessiz kalması düşünülemez. Bir İBDA'cı olarak tabii ki başka türlü dav­ranamazdım.
Bunlar sadece Katoliklerin değil, Ortodoksların da zangoçluğunu yapı­yorlar. Şöyle ki: Rusya'nın Çeçenistan'ı işgali mevzuunu konuşuyoruz. Ben Çeçen Müslümanları desteklerken, İs­lamla Mücadele Masası polislerinden biri Rusya'nın Çeçenistan'ı işgalini sa­vundu. TC'nin Rusya yanlısı politikasını açıkça müdafaa etti. Diğerleri de sustu. Zaten; burada İslam devleti kurulma­sını isteyenlere işkence eden bir devlet Çeçenistan'da İslâm devleti kurulma­sını tabiî ki istemez. Laik-dinsiz TC, Çeçenistan'da Şeriat Devleti kurulmasındansa Rus çizmesini tercih eder. Ediyor da!.. Evde arama yaparken ço­cuklarım bunlara, "siz Sırp'sınız, siz Rus'sunuz!" diye bağırırken ne kadar haklıydılar... Bu kadar açıkça Rusya'yı müdafaa etmeleri beni de şaşırttı. Yani, her zaman yaptıkları, "devlet politikası, biz ne yapalım, emir kullarıyız, bizi aşıyor" gibi yavelere bile başvurmadı­lar.
Avrupa kapılarında ise bunların zangoç kadar bile değerleri yok. Tür­kiye'nin Avrupa kapısında düştüğü rezil ve zelil durumdan bu apaçık an­laşılıyor. Köpek gibi kovuluyorlar, tekrar kuyruk sallayarak kapıya daya­nıyorlar... Namaz için hücrelerden dışarı çıkarıldığımızda bu durumu bir konuşma esnasında nöbetçi polislere şöyle ifade etmiştim: "Türkiye'nin ba­tıda ve dünyada at pisliği kadar kıymeti yok." Nöbetçi polislerin tepkisi ise, "haklısın!" olmuştu. Zavallı bir tanesi de piç Mahir'in iyi bir Müslüman ol­duğunu söyleyince ben de ona Mahir hakkında bazı şeyler anlattım. Çok şa­şırdı...
***
Polislerden, "siz gelin, sizle çalışa­lım!" teklifleriyle sıkça karşılaşıyorum... Sorgular esnasında, Şef pozisyonun­daki biri bana çay ikram ediyor ve şöyle diyor: "Gün olur ikram ettiğimiz bu çay lehimizde hatırlanır. Belki bize faydası olur." Ben de çayımı yudumlarken, "düşmez kalkmaz bir Allah" diye teyid ediyorum.. Gün olur, devran döner... Tabiî ki, bugün samimî ve faydalı yaptıkları bir şey, yarın bir gün haklarında şefaatçi olabilir... Onlara mekânlarında şunu tekrardan hatırlatıyorum: "İlahi adaletten kaçış yoktur!" Bu sözüm üzerine biri elimi tutup sıkıyor... Aslında bunun korkusu hepsinin üzerine sinmiş. Bir yanda, her tarafından çatırdayan ve kurtulmasına imkân olmayan laik-dinsiz kemalist düzen, diğer yanda da dalga dalga gelen İSLÂM DEVRİMİ... 2,5 sene önce gözaltında gördüklerime nazaran şim­di, daha dağılmış, ne yaptıklarını bil­mez, şaşkın ve çaresiz halleri var... İBDA'nın otoritesini dayatması ve dalga dalga gelişidir bu... "Askıda devamlı La Havle'yi okuyordun" diyeninden, me­kanlarında onları tehdit etmeme rağ­men beni tebrik edenine kadar tepkiler gördüm...
Şube'de, kendini İslâm davasına adayan İBDA'cılarla, vur patlasın-çal oynasın davasına (!) bağlı laiklerin arasındaki fark açıkça görülmekte... Bilhassa, 5 vakit namaz için hücreler­den çıkarıldığımızda, nöbetçi polislerin yüzlerinde, bu farktan dolayı bir saygı edası görmek mümkün. Polislerin ço­ğunun kendi aralarındaki mevzular karı-kız, para, kumar, meyhane... v.s. Karşılarındaki İBDA'cılar ise, İslam davasına inanmış, bunun için anasından-babasından ayrı düşüp burada iş­kence gören ve 5 vakit namaz kıldık­larını gördükleri kişiler...
İşkence Şubesi'ndeki işkenceci do­muzlar, sokakta görsem suratlarına tükürmeyeceğim yaratıklar. 3. sınıf mahluk bunlar. Belhüm adal- hayvan­dan aşağı sınıfını temsil ediyorlar. Al­lah, mahlukatı şöyle sınıflandınyor: 1- İnsan (Mü'min) 2- Hayvanlar 3- Hay­vandan aşağı- Belhüm adal (Laikler, putperestler, hristiyanlar, Yahudiler v.s.) 4- Nebat 5- Cemad
Onlar sormadan ben Tekbir Giyim mevzuunu açıyorum. Bu giyim mağa­zaları, ben dışarıda iken 2 kere bom­balandığı gibi, ben içeride iken de bombalanmış... Tekbir Giyim'in sahibi Mustafa Karaduman'ın, orospu man­kenlere tesettürlü kıyafet giydirip müslüman kadın ve erkeklerin önünde kıvırta kıvırta defile yaptırdığını ve buna da tesettürlü (!) defile dediğini anlatıyorum. (İslam'a göre cinsel hayat" adlı kitabın sahibi Ali Rıza Demircan da en ön sırada orospu mankenleri süzüyor.) Mustafa Karaduman adlı bu pezevengin bomba­lanması ile ilgili -belki mevzuu benim açmamdan- bana bir şey sormuyorlar. Tekbir Giyim ve M. Karaduman'ın avukatlığına da teşebbüs etmiyorlar. Nedense O'nu savunmuyorlar. Belki de bu mevzudaki hassasiyetimi gö­rünce, her zaman yaptıkları gibi İBDA'ya karşı pisliklerin yanında yer alma taktiklerinden bu sefer vazgeçiyor­lar...
***
Hücreler... Hücreler.. İlk gece bir ranza üzerinde üç kişi (PKK, Dev-Sol ve İBDA-C) kaldık, ikinci gece bir PKK'lı ile, daha sonraki gecelerde yalnız idim. Şube'de İBDA'cılardan başka kimse kalmamıştı. Bizi de ayrı ayrı hücrelerde tutuyorlardı. Hücrelerde ya sorguya alınmayı bekliyorsun; ya düşüncelere dalıyorsun, zor geçen zamanın geç­mesini bekliyorsun... Namaz vakti ge­lince nöbetçilere sesleniyoruz ve teker teker namaza çıkarılıyoruz. Ramazan olması münasebetiyle orucumuzu tu­tuyorduk; iftar ve sahur yemeklerinde ekmek, peynir, zeytin, su ve meşrubat bulabiliyorduk. O sıkıntılı şartlara rağ­men hücremde önüme açtığım iftar sofrasından, yukarıda saydığım yiye­cekleri afiyetle yerken çok ayrı bir tad aldığımı belirtmeliyim. Ramazan'ın bereketinden ve Allah'ın kafirlere karşı müslümanlara rahmetinden olsa ge­rek... Allah, kuru bir ekmek ve birazcık katıklı esaret şartlarının bu sofrasında bana böyle bir haz veriyordu... Bu Ramazan benim için "bereketli" idi. Yarıya yakın kısmı evde, bir o kadarı Şube'de, geriye kalanı da cezaevinde geçti. Yakalanmadan bir kaç gün önce, benim ve eşimin gördüğü rüyalar belâ habercisi idi. Ramazan girer gir­mez yaptığım duayı hatırlıyorum ve ondan dolayı "bereketli" diyorum. Mevlâm neylerse güzel eyler. Şerleri hayreyler...
***
Gözaltındaki bir İBDA'cının abisi şubeye ziyarete geldiğinde Piç Mahir ona aynen şöyle demiş: "Taraf dergi­sinin bilgisayarını almanın kanun­suz olduğunu biliyorum. Ama dergiye darbe olsun diye aldık. Kâzım Albayrak'ın da, işlerinin de bir ilgisi olmadığını biliyoruz, ama ona darbe olsun diye bu işlere karıştırıyoruz." Eski Dev-Sol'cu, şimdi ise CHP'nin İstanbul'da bir ilçe yönetim kurulu üyesi olan bu kişi cezaevine ziyarete geldiğinde bu sözleri bana bizzat nakletmişti... Biz, hesaplar üzerinde Allah'ın bir hesabı olduğuna inanmı­şız... Kafir kafirliğini edecek, mü'minse müminliğini... Bu şahıs ayrıca, ilçe teşkilatlarına gelen Adalet Bakanı Mehmet Moğoltay'a DGM'lerden şika­yet edince bakandan "DGM'lere biz de karışamıyoruz" cevabını aldığını da nakletti. Adalet Bakanı karışamadığına göre DGM'lere kim karışıyor acaba?
DGM'ye sevkedilme günlerimiz yaklaşınca bizi teker teker çağırıp vü­cudumuzda bir işkence izi kalıp kal­madığını kontrol ettiler. Adli Tabip'e çıkarılacağız ya, iz göstermek istemi­yorlar. Gözaltı süresinin bu kadar uzun olması, işkence izlerinin kaybolması içindir aynı zamanda... Güya kendileri işkence yapmıyorlar da, biz üzerimize iz yapıp Adli Tabiplik'ten rapor alı­yoruz şeklindeki laflar etmeleri üzeri­ne, "vücudumda 2,5 sene önceki gö­zaltından kalma işkence izleri var" diyor ve ayakkabı ve çorabımı çıkarıp ayak bileğimde kalan pranga izlerini gösteri­yorum. Beceriksizliklerine hayret edi­yorlar ve hangi işkence yönteminden izlerin kaldığını soruyorlar...
24.02.1995 Cuma günü DGM'ye çıkarılıyoruz. Bir gün önce basına teşhir edilmiştik... DGM'de bir Adli Tabiplik kurmuşlar. Adli Tabip'in odasına götürüldüm. Üstümü çıkar­mamı istedi ve baktı. Adli Tabip'in, "istersen seni hastahaneye sevkedeyim" teklifini, bir şey çıkmaz umu­duyla, "beni uğraştırma!" diye redde­dince Adli Tabip korkmuş bir halde şöyle dedi: "Bir yanda siz, diğer yanda polisler baskı yapıyor." Meğer, polis­lerle işbirliği yapıp rapor vermediği için, İBDA'cılardan ana-avrat küfür işitmiş, tehdit almış. Korkutulmasının faydası oldu. Beni muayene etti... Sırtımda, benim farketmediğim bazı işkence izlerini tesbit etti ve rapor verdi. Daktilo yazmakta nedense huysuzlanan sekreter hanıma (!), "üç günlük iş göremez" diye söylemesine rağmen, raporum "bir günlük iş göremez" diye çıktı. Yoksa işkenceciler mi müdahale edip bir güne indirdiler, bilmiyorum.
Kalemim, ifademi alan savcıya ta­kılmadan geçemeyecek. Bu savcı (M.A.) 2,5 sene önce, yine polisin bu seferki gibi bir komplo sonucu hazır­ladığı fezlekeden dolayı beni tutukla­yan ve beş ay yatmama sebep olan savcı. O zaman da büyük bir gayret­keşlik örneği göstererek Şube'den gelen bütün İBDA'cıları tutuklatmıştı. Öyle ki, Şubedeki ifadesinde, kimlik tesbitinden başka bir şey olmayan gönüldaşlar da tutuklanmış ve ilk mahkemede (4-5 ay yattıktan sonra) tahliye olmuşlardı.
Savcının hukuk haysiyetine misal şu olayı nakledeyim: Savcı bana so­ruyor, "1 ila 30 numara arasındaki evrakı kabul ediyor musun?" Ben de cevaplıyorum: "Nerede bu evrak, gö­reyim de ona göre cevaplayayım." Savcı diretiyor: "Canım kabul ediyor musun, etmiyor musun?" Ben de haklı olarak diretiyorum: "Hakkımdaki id­diayı bilmeden nasıl cevap vereyim!" Yine aynı pişkinlikle karşılık veriyor: "O zaman kabul etmiyorum de!" Bu şeytanlığa karşı tepem attı: "Ne oldu­ğunu bilmediğim bir şeyi kabul edip etmediğimi soruyorsun. Kabul ediyo­rum desem belki bana ait olmayan ve beni haksız yere suçlayan evrakı kabul etmiş olacağım. Kabul etmiyorum de­sem, belki bana ait bir el yazısıdır. Bu sefer kriminoloji laboratuarında el ya­zım olduğu ortaya çıkacak ve ben ya­lancı durumuna düşeceğim. Açıkça bana, iki ölümden birini seç diyorsun. Bir savcı olarak kendine böyle bir şantajı yakıştırabiliyorsan, benim di­yecek bir sözüm yok. Bu nasıl hukuk haysiyeti?" diye öfkeyle cevap verdim.
Savcı mecbur kalınca işkenceciler­den birini çağırıyor ve sözkonusu ev­rakı istiyor ve mesele kolayca halloluyor.
Şunu da belirteyim ki; polis, iş yapar görünmek ve DGM'leri etkilemek için, ilgili ilgisiz şeyleri dava dosyasına dol­durup şişkin bir dosya hazırlamaktadır. İşkenceci polislere boyun eğmeye me­yilli ve belki de mecbur savcılardan güya imanlı bilinen bir savcı, "müslüman gençleri (İBDA'cıları) niye tutuk­layıp cezaevine gönderiyorsunuz?" diye çıkışan bir tanıdık avukata, dosyaların kalınlığını bahane olarak göstermekte­dir. Dosyalar kalın da içinde ne var? Dava delillerini, dosyadaki sayfa ağırlı­ğıyla tartan adaletin terazisi tabiî ki bozuktur...
DGM'ye gelince, Taraf dergisinin sahip ve yazı işleri müdürlüğünden dolayı, benim için 5 yerde alelusül mahkeme kuruldu. İki masalı bir odada 3 mahkemem görüldü; masalarda ha­kimler otururken karşı koltukta da savcı oturuyordu. Sanki, yargılı infaza uğra­tılıyorum... Hakimlerden birinin tavrı, hukuk adamına yaraşır şekildeydi. Bu­nu da belirteyim...
Derginin sorumlu yazıişleri müdür­lüğünden dolayı ifademi alan hakim, nöbetçi olduğu için, tutuklu getirildiğim İbda Cepheleri davasından da ifademi aldı. Polis, Sağmalcılar Cezaevi'ndeyken slogan yazılı koğuş duva­rında çektirdiğim bir fotoğrafı dava dosyasının başına koymuştu. Nöbetçi hakim, sanki önemli bir şeymiş gibi bu fotoğrafı sorunca ben de, "devletin ce­zaevinde çekilmiş bir fotoğraf, neyi gösterir ki?" diye cevaplamıştım. Bu sefer bana, "sen ilahiyat mezunusun, karinenin ne olduğunu bilirsin. Bir kaç karine biraraya gelirse delil olur." dedi. Demek ki, İBDA ile ilgili slogan yazan bir kaç duvar altında daha resim çektirsem benim örgüt üyeliğime delil (!) olacak. Karinenin ne olduğunu İslam fıkhından biliyordum; fakat böyle an­laşıldığını bilmiyordum. Demek DGM'lerde böyle anlaşılıyor.
DGM'de çoğumuz tutuklanınca İs­lamla Mücadele Masası (Tim-8) polis­lerinin yüzünde bir keyif belirdi. Onları böyle keyifli bir halde görünce daya­namadım ve şöyle dedim: "Bizim hak­kımızda içinizden ne geçiriyorsanız, biz de sizin hakkınızda aynı şeyleri düşü­nüyoruz." Ben böyle söyleyince birden bozuldular ve keyifleri kaçtı. Onlar hakkında kötü niyetli olduğumu, hal­buki kendilerinin öyle olmadığım, ar­kadaşlara dönerek söylediler. Biz de inandık!!! Bizim arkamızdan iyi konuşmadıklanm biliyordum. Şube'de kaldı­ğım günler boyunca yüzüme karşı söylediklerini gücüm yettiğince iade etmiştim. Şimdi ise, gıyabımdaki kötü söz ve düşüncelerini aynen onlara iade etmiş oldum...
İBDA Miman Salih Mirzabeyoğlu'nun "İŞKENCE" adlı eserinden bir paragraf: "İşkence, işkence... Dava adamını bilemekten başka ne işe yarar?.. İntikam duygusunu beslemekten?.. Dava, ona katılanların kanları ve canlarıyla denendiği zaman, gerçek haya­tiyetini de gösterir!.. Dava, dava ada­mından, her şart altında mânâsım su yüzünde tutup boğulmamasını ister!.."
Metris Cezaevi'ne doğru yol alırken iftar vakti giriyor, oruçlarımızı arabada, su ve bisküvi ile açıyoruz... Metris Cezaevi'ndeki gönüldaşlar, bizi slogan­larla karşılıyorlar... Bedenimiz esir edilse bile ruhumuzu esir edemezler... İşkence ve zindana rağmen, "gülümser durur inancımız, hürriyet buudunda sonsuzca"...
Şeriat düşmanlarıyla kavga maceram şimdilik bu kadar... Son sözüm, canlar canı uğrunda can vermeyi cana minnet bilen İBDA'nın gösterdiğidir: "Ya Şeriat, Ya Ölüm!.."
Kâzım ALBAYRAK
Akıncı Yolu,  Sayı 2
1 Haziran 1995