İnsanlar, içinde bulundukları zamanda kendi tedbirleri ve görüşleriyle hareket eder ama onların her yaptığı işte zamanın ruhu hâkimdir. Bu iddia akla ve maddeye tapanlar için boş laf olsa da, tarih daima onları haksız çıkarmıştır. Eskilerin “takdir tedbiri bozar” diye ifade ettiği mânâ da zamanın ruhu esprisiyle paralel anlama sahiptir. Takdiri tek tek fertlerin işleri üzerinde umumî olarak kullanırız, zamanın ruhu ise daha çok toplumların ve dünyanın değişim ve dönüşümleri hakkında kullanılır.

Nedir bu “zamanın ruhu” denen şey?

Allah kendi imtihan sırrı icabı, dünya üzerinde insanların düzenlerini beklenmedik şekilde değiştiriverir. Nizamlarını muhkem şekilde inşa etmiş olan toplumlar hiç ummadıkları bir anda zelil oluverirler. Kimsenin kıymet vermediği kavimler birden bire yükseliverir. Yıkılmaz denen imparatorluklar da kül olur. İnsanlığın maddi açıdan çok parlak bir dönemi olan Tunç Çağı, henüz anlaşılamamış bir dizi aksilikler yüzünden mevcut düzenin bozulması ve ardından kuzeyden gelen deniz kavimleri tarafından kadim medeniyetlerin ve devletlerin kül edilmesiyle sona ermiştir, tıpkı “tanrı bile batıramaz” dedikleri Titanik’in batışı gibi. Herkesin kendinden emin olduğu bir an içinde her şeyleri yok olmuştur. İmparatorluk mefhumunun en şahane örneği olan Roma da, aniden Doğu’dan kopup gelen Hun saldırısıyla ölümcül yarayı almış ve eski köleleri Germenler tarafından yerle bir edilmiştir. Böylesine büyük, güçlü ve muhkem düzenlerin ve devletlerin çok daha güçlüsü tarafından değil de, beklenmedik ve garip şekilde yok edilmesi Allah’ın takdiridir ve bunu ancak zamanın ruhu ifadesiyle açıklayabiliriz.

Küçük ve büyük ölçekli toplumsal hadiselerde, tarihçiler ve sosyologlar çoğu zaman işin sırrını çözmeye çalışırken basitleştirme yoluna saparak maddî bir sebep bulmaya yönelirler. Buldukları cevap ise çoğu zaman ya gerçekten uzaktır, ya da gerçekle kısmen ilgisi olan ama hadiseyi tam olarak açıklayamayan türdendir. Bir örnek vermek gerekirse; çokları tarafından Sovyetler Birliği’nin Komünist rejimi lağvetmeye karar vermesi, Amerika’nın petrol ticareti üzerindeki üstünlüğü karşısında Sovyetler’in karşı koyamaz hale gelmesi olarak açıklanır. İşin bir yönü bu olmakla beraber, gerek devleti yöneten bürokrasinin ve gerekse yönetilen halkın komünizme inancının kalmamış olması çöküşün gerçek sebebidir. Bu durumda savaşmanın ve inat etmenin de anlamı kaybolmuştur.

Üstteki örnek üzerinden şunu söyleyebiliriz. Zamanın ruhu dediğimiz hadisede toplumların psikolojik dönüşümleri kaderin yeni tecellilerini celb etmektedir. Kurdukları dünyanın yaslandığı ruhî dayanaklarıyla bağı zayıflayan toplumlar her ne kadar kuvvet ve heybetleri yerinde olsa da yaşama sevincini kaybetmiş bir insan gibi pörsür ve içinden çürür. O zaman tek gaye günü kurtarmak olur ve istikbal kaygısı ortadan kalkar. İşte o toplum, kendisini yok edecek hastalığı ve hasmı gözüyle görse de, yağlarını eritmek için her gün biraz koşması gerektiği halde yerinden kımıldamaya üşenen tembel misali oturduğu yerde akıbetini seyreder. Evet, göz göre olur bu. Romalılar hırs ve irade timsali oldukları dönemlerde köle yaptıkları Germenler karşısında göz göre göre yenilip yok oldular. Haz düşkünlüğü içinde pörsüyen Roma için başka bir son olamazdı. Avrasya’nın tek hâkimi Türkler de Ruslar’ın ağır ağır büyüyüp serpilmesi karşısında her şey gözlerinin önünde olup biterken seyrettiler. Bir yürüyüşle Baltık kıyılarına çıkan Altun Orda Hanlığı kendi kendine çürümese Rus’un büyümesi zaten mümkün olmayacaktı.

İşin diğer tarafında ise adeta yokluktan çıkıp gül gibi açan yahut yanardağ gibi patlayan toplumlar da sanki karşı konulmaz bir var olma arzusuyla birden ortaya çıkıvermiştir. Bu halleriyle üstte bahsettiğimiz çürük toplumların aksi kutbudurlar. Yok edilmeyi bekleyen çürükleri süpürerek varlıklarını ilan ederler. Genç aslanın yaşlı aslanı meydandan kovmasına benzer bu. Bir tarafta yaşama sevincini kaybettiği için son çırpınışlarını yapan, diğer tarafta ise yaşama ve büyüme hırsıyla kıvranan iki bünye. Zamanın ruhu her ikisine istidadında olanı verir. Fertler gibi toplumlar da istidadlarıyla kaderlerini kendilerine çeker. Zamanın ruhu da tecelli eder. Kimsenin kıymet vermediği ve itip kakmaya baktığı Selçuklular’ın Dandanakan Kalesi önünde kazandıkları zafer tarihin topyekûn seyrini değiştirmiştir. Müslüman olduktan sonra 80 yıl boyunca bozkır ve çöllerde büyük zorluklar içinde yaşayan ve var olma arzusu sürekli kamçılanan Selçuklular’ın zuhuru bu açıdan benzersizdir.

İşin bir de bambaşka cephesi var ki, insanlar ve toplumlar Allah’ın tasarrufu altında bilmeden değişik yönlere sevk olunurlar. Kalpler, bakışlar, idrakler, şuurlar değişir. Sevilen ve inanılan değerlerden uzaklaşılır. Tamamen zıt yönlere bile yelken açılır. Devletler ve medeniyetler, terbiye ve geleneklerinin sağlamlığına rağmen gün gelir kendilerini tükenmiş veya dönüşmüş bulabilirler. İnançlar ve fikirler kandan tevarüs etmediği için değişimler kaçınılmazdır.

Dünya şartlarının toplumları mahkûm eden değişimleri de Allah’ın takdiridir ve zamanın ruhu esprisi içindedir. Mesela Çin genişlemesi karşısında çözülen Hunların kendilerini kurtarmak için Batıya yönelmeleri Avrupa’nın tarihini değiştirmiştir. Kimilerine göre Orta Asya’da değişen iklim şartlarının elverişsizliği Hunları Batıya sevk etmiştir. Yine örnek olarak, Avrupalı bir seyyahın Amerika kıtasını keşfetmesiyle dünyanın adeta ekseni değişmiş ve o güne kadar dünya ticaretinin merkezinde olan Osmanlı ister istemez kenar ülke haline gelerek fakirleşmiştir. Büyük tabiat hadiseleri de bu cümledendir. Bazen ölmesi gerekenin sonu ve doğması gerekenin zuhuru için tabiat hadiseleri de amil olurlar.

İman ve küfür kutupları arasında devam eden mücadelede de zamanın ruhu dediğimiz şey aktiftir. Kader bazen iki taraftan birinin önünü açar, diğerinin de önünü kapatır. Hatta bakarsınız sanki iki kutuptan birinin gözleri bağlanır da diğeri zahmet etmeden muvaffak olur. Osmanlı karşısında aciz kalan Avrupa’nın yeni dünyanın keşfi sayesinde kuvvet bulması, Osmanlı’nın ise Avrupa’daki Rönesans’ı anlayamayıp düşmanın yeni bir ruhla gelişmesine seyirci kalması böyledir. 14. asırda Avrupa’da veba salgınının nüfusu eritmesi karşısında Osmanlı’nın rahat hareket edecek fırsat elde etmesi bu dediğimize kısmen uyar. Ne gariptir ki, veba salgını Avrupa’da psikolojik olarak büyük değişime sebep olarak Rönesans ve sonrasının amilleri arasında yer almıştır.

“Allah böyle istediği için oluyor, o halde insanın sorumluluğu nerede kalıyor” diye sorulabilir. İnsanlar sahip oldukları istidadla Allah tarafından zaten bilinmektedir. Allah insanları “kâlû belâ”da seçtikleri tarafa yerleşecek şekilde toplumlar halinde yeryüzünde dağıtmış ve kaderini takdir ederek dünya sahnesine çıkarmıştır. Aralarındaki her karşılaşmada kazanan ve kaybeden kutuptakiler, aslında içlerinde barındırdıkları istidadın karşılığını almıştır. İnancı, hırsı ve iradesi üstün olan kesim, zamanın ruhundan yardım görmüştür. İçten çürümüş Doğu Roma’nın dipdiri Selçuklular karşısında tek savaş sonunda Anadolu’yu kaybetmesi, 30 yıl savaşlarının korkunç yıkımına rağmen yeniden doğuşunu yaşamakta olan Avrupa karşısında idealinden uzaklaşarak eski doğu imparatorluklarına benzemeye başlayan Osmanlı’nın Viyana kapılarında bozguna uğrayarak tek darbede alt üst olması bu cümledendir. Hepsi de kendilerinde olanın karşılığını almışlardır. Zamanın ruhu, kazanacak ve kaybedecek olanları hak ettikleri akıbetlerine hazırlamıştır. Özellikle ikinci misal bu bahiste çok açıklayıcıdır. Veba salgınıyla iyice dibe vuran ve İslam karşısında yok olmamak için kıvranan Hıristiyan Avrupa bu hırsının karşılığında yok olmamayı başarmış ve pörsüyen Osmanlı karşısında galip gelmiştir.

Başta söylediğimiz gibi Allah’ın imtihan sırrı gereği kaderin cilvesi dediğimiz bazı şaşılacak şeyler de gerçekleşmiştir. Bu noktada akıl ve fikir acizdir. Almanya’ya kadar ilerlemiş Moğol ordusunun, Avrupa’yı tamamen istila etmek üzereyken Ögeday Han’ın aniden ölümü üzerine geri çekilmesi ve tarihin gördüğü en büyük liderlerden olan Yavuz Sultan Selim’in bir çıbanla ölüp gitmesi işte böyle şaşılası hadiselerdendir. 300 yıl Müslümanlarla savaş halinde olup İslam’la şereflenemeyen Türklerin 10. asırda birdenbire imana gelerek ümmetin kurtarıcısı ve lideri olmalarının hiçbir aklî açıklaması yoktur, Allah böyle istemiştir.

Büyük liderlerin zuhuru, onları doğuran toplumların o liderin şahsında cisimleşmesidir desek hata etmiş olmayız. Her ne kadar büyük liderlerin şahsî cazibeleriyle insanları peşlerinde sürüklemeleri hakikat ise de, o liderlerle toplumları arasında ruhî mutabakat olduğu da gerçektir. Lider ve toplum arasındaki kan uyuşması karşılıklı olarak yankılanmıştır. Fransa’ya hâkim olup Moskova’ya kadar yürüyen Napolyon’un çıkışı, Fransız milletinin devrim hengamesinde yaşadığı maddî ve manevî depremin sonucudur. Makedonyalı Alexander denen adam, bir zamanlar Yunanistan’ı işgal ettikten sonra güçlükle durdurulmuş olan zamanın süper gücü Persler’e karşı Yunan milletinin intikam ve zafer arzusunun ete kemiğe bürünmesidir. Tuğrul Bey ve Alparslan, İslam’la yeni şereflenmiş Oğuz Türklerinin heyecanının doğurduğu çocuklardır. Lider ve toplum arasında böylesi bir ahenk olmazsa lider görünüşte lider olur, toplumu sürükleyemez, bilakis o toplum tarafından kenara itilir. Çürümüş Osmanlı toplumunun tepesindeki Abdülhamid, o toplumun lideri gibi görünse de, Osmanlı toplumundan aksiseda göremeyen eski idealin yalnızlığının sembolüdür.

Lider ve toplum arasındaki ruhî uyum sadece büyük aksiyonlar için değil, pörsüme ve düşüş için de geçerlidir. Kanuni’nin sonuçsuz seferlerle gittiği her yerden eli boş dönmesi ve Avrupa’yı çökertecek hırsı gösterememesi, Osmanlı toplumundaki durgunluk ve pörsümeyle paraleldir. Abbasîler döneminde görülen gerileme ve düşüş, sadece Abbasî halifelerinin çapsızlığının değil, aynı zamanda İran ve Roma kültürleri içinde değişime uğrayan Arap milletinin asliyetinden uzaklaşıp bozulmasının sonucudur.

Zannederim zamanın ruhu dediğimiz hadise içindeki unsurları iyi kötü açıklamış oldum. Öncelikle, toplumlardaki ruhî değişimler, müsbet veya menfî mevcut psikolojik amillerin kuvveti, kaderin tecellisini çabuklaştırır. “Eşyanın tabiatı” ve “hadiselerin tabiî akışı” şeklinde takdim edilen önermeleri toplumsal alana uyarlarsak daha anlaşılır olabilir. Nitekim İbni Haldun, pörsüyüp yozlaşan toplumların akibeti hakkında bu tarz teoriler ileri sürmüştür. Bu, falcılık değildir, İbda Mimarı’nın deyişiyle hadiselerin mihrak noktasını yakalamaktır. İkinci olarak, Allah tarafından umulmadık tecellilerin gelmesi her zaman mümkündür. Toplumların sonunu getiren veya doğumunun önünü açan bu tarz garip tecelliler dünyada iman ve küfür kutuplarından birinin kesin zaferini daima engelleyerek savaşın ve imtihanın devamını sağlamıştır. Oktay Sinanoğlu’nun tarih hakkında yaptığı, mealen “Doğu ve Batı arasında tahterevalli” benzetmesi boşuna değildir. İnsanlık tarihte okuduğu halde bu iniş çıkışa kendi zamanında farkına varmadan şahitlik eder ve ne yapsa önüne geçemez. Öte yandan yaşama ve kazanma hırsının galip olduğu kesimin bu denklemde inen tarafta yer aldığı görülmemiş olup, pörsüyen tarafın zirveden inerken yukarda duruşu geçicidir. Sonuç olarak her iki taraf, her türlü halde kendi ruhî istidadının hakkı olanı zamanın ruhundan almıştır.

Bütün bunlardan sonra Türkiye’nin durumuna bakacak olursak Doğu’nun yeniden doğuşuna şahitlik etmekte olduğumuzu görebiliriz. Üstad Necip Fazıl’ın verdiği Büyük Doğu ismi ütopik bir hayalin adı değil, bizzat realitenin öngörülmesi ve kurulmasıdır. 15 Temmuz’da şahit olduğumuz gibi, Kemalizm’in her türlü saldırısına ve yabancılaşmış yığınların varlığına rağmen, ciğerine sinmiş imanın gücüyle tankların önüne dikilen Anadolu insanı, hırs ve iradesiyle karşı taraftan üstün olduğunu ispat etmiştir. Her türlü yenilmiş ve zayıf bırakılmış haline rağmen uzun yıllar boyunca garip bir ferasetle CHP karşısındaki partileri tutup kendisini uyuttuğunu sanan bütün siyasetçileri yine kendisine el açmaya mahkûm eden tavrıyla bile istikbalde zafer umudunu hak ettiğini gösteren bu millet, 15 Temmuz ihaneti karşısında hem kendisine aksiseda veren Erdoğan’a hem de vatanına sahip çıkarak yürek ve bilekle savaş meydanında kazanmayı bilmiştir. Ne garip tecellidir ki, saldıran düşmanı Allah şaşırtmış ve kazanamayacakları saçma bir taarruza sürüklemiştir. Belli ki, Erdoğan’ı ekarte edip ülkeyi karışıklığa sürüklemek isteyen hain kesim, bunu başaramayınca işi umutsuzca kamikaze hücumuna döndürdü ve mağlup oldu. Bu saldırıdan medet uman yabancılaşmış yığınlar, zafer umutlarını yükledikleri tankların silahsız insanlar tarafından durduruluşu karşısında suspus olup oturmaktan öteye gidemedi.

Kübalı bir savaş teorisyeni, bence iki kere iki dört eder katiyetiyle sabit bir teorisinde der ki; “İki ordu savaş için karşı karşıya geldiğinde daha çok kan dökme hırsı olan taraf kazanır.” Tarih bu teoriyi ispatlamıştır. Ve bu teori zamanın ruhu dediğimiz espriyi de gayet açık şekilde ispatlar. 15 Temmuz’da, bir tarafta yabancılaşmış ve küspeleşmiş yığınların bön bakışları karşısında imanlı Anadolu insanı çok daha hırslı olduğundan bu savaşı kazandı ve kazanması için zamanın ruhu tarafından önü açıldı. Güya halk hareketi olma iddiasındaki uyduruk Gezi Ayaklanmasında her türlü iç ve dış desteğe rağmen birkaç meydanı güçlükle tutabilmiş hain kesimin kalkışmasıyla 15 Temmuz’da Müslüman milletin destansı cesareti kıyas kabul etmez. Bu iki kesimi iki zıt kutup olarak karşı karşıya düşündüğünüzde kimin galip geleceğini kestirmek gayet kolaydır. Belli ki, zamanın ruhu asırlarca birikmiş hesabı toptan sormak hırsıyla yanıp tutuşan Müslüman Anadolu insanının yanındadır. İslam’dan intikam almak isteyen Batı ve işbirlikçilerinin gözü karalığı karşısında ruhu yaşlandığı için yenilmiş Anadolu bugün geri dönme arzusuyla yanardağ gibi enerji biriktirirken, Batı kuyrukçusu yabancılaşmış kesim, efendilerinin nasıl olsa yardımlarına geleceğini bekleyerek hazıra konmaktan başka bir şey düşünmemektedir. Uzun bozgun zamanlarından sonra zaferin tadını almış ve daha fazlasına hırslanmış milletin bu ülkeyi onlara bırakmayacağı açıktır. Erdoğan işte bu yüzden bu millet tarafından benimsenmiştir. İş daha fazlasına geldiğinde zamanın ruhu Anadolu’nun önünü açacaktır. O zaman başkan Erdoğan ve devlet kadrosu, tarihin ve talihin getirdiğini kucaklamaya mecburdur. Aksi halde lider ve toplum ruhunun uyuşması icabı yeni ve büyük zuhurlara şahit oluruz.

Aylık Baran Dergisi 5. Sayı

Temmuz 2022