“BU CESET KİME ÂİT?”

Kâzım Albay

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun eserlerine ve bilhassa “Ölüm Odası”na “anlaşılmıyor” diye haksızlık yapıyoruz; kendimiz anlama çilesinden kaçıp eseri suçluyoruz. İBDA külliyatının doğru anlaşılması için gerekli usulü ise eserler boyunca buluyoruz. Bir dünya görüşünün özümlenmesine dair ölçüler, hem eserlerin takdiminde hem de bahislerin içinde veriliyor.

Kainat ve insan bir kitap ve İBDA bunun açılımı, pencere içinde pencere; BD-İBDA külliyatı zevk ve erginlik sahibine çok şey söylemek amacında, söylüyor da. Okuyucunun bağlantı kuramama zaafına (genel bir hastalık) ve mevzulardan kopmaması için mütefekkir yer yer hatırlatmalara da başvuruyor, parantez içinde göndermeler yapıyor. Aslında bunlar okuyucu seviyesi için ve Ölüm Odası’nda sık sık başvuruluyor.

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu bir mütefekkirin yapması gerekenleri yapmıştır. Fakat bizdeki “önüme pişmiş halde gelsin, hatta lokmaları da yutmama göre ayarlansın” tavrı ve beklentisi yüzsüz ve de çapsızlıkla devam etmektedir. “Dağ düze insin de dağa çıkalım” zihin miskinliği artık yerini pişkinliğe bırakmıştır. Fakat piyasa İBDA’cılarının ölçü olamayacağını belirtelim, çünkü keleşlikle İBDA’cılık bağdaşmaz. Ve hangi yürek ve beyinlerde neler piştiği ve ne zaman zuhur edeceği de bilinmez. Onun için İBDA’cıları değil, İBDA’yı kaynak görmeliyiz her zaman.

İslâmın hasrı dışında hiçbir şey yoktur. Kainat ve insan, Allaha tercümandır. İşte İBDA diyalektiği, alelade görülen bir meseleyi bile tevhide bağlayarak anlamlı kılmakta, “her nakışta o mânâ”yı tecelli ettirmektedir. Aslında sevinmemiz gereken bir şey, çünkü her hususu inancımız yönünden Allaha bağlıyabiliyoruz, menfileri dahil. Böylece hiçbir fikir ve eylemde Allaha şirk koşmaktan korunuyoruz; ılımlı, demokrat, liberal ve sosyalist gibi tehlikelerden, mezhepsiz selefi ve Şiilik gibi  sapkın yollardan kurtuluyoruz. Kuru akıl ve kuru hayalden de kurtuluyoruz, ruh kamaşması tehlikesinden de…

Akıl var, ruh var, beş duyumuz var. Görünür alem ve ötesi var, aralarında hem ayrılık var, hem irtibat var; Berzah sırrı. Sınırlar nerede başlayıp nerede bitiyor? Fena ve beka ne? Bütün bu meselelerin izahları ve İslâm diyalektiğine göre yerleri gösteriliyor, yüzyıl diyalektiği İBDA’da.

“Anahtar “K” Hece” bahsini bir misal olarak ele alalım, Ölüm Odası-Tarih’ten. Levha (rüya)da kabak çekirdeği geçiyor ama tefekkürün getirdiği meselelere bakalım. Hem rüyaların boş olmadığını hem hayatın boş olmadığını görelim. Boşun, sıfır ve beş manalarına ve varlık meselelerine (heba-heyula) çapımızı aştığı için şimdilik girmeyelim. Ve hemen işlenen mevzuları özetleyelim ve bakalım bizle ne kadar yakından ilgili:

Alemde yerimiz. Hayalin hakikati. Allaha yakınlaşan insan. Kainatta insanı merkez edinmenin yanlışlığı... Ve müsaadenizle anlamakta zorlandığım (ki böyle olması işin tabiatı gereğidir) iştikaklara girmek istiyorum. Lütfen cehaletimle birlikte beni takip edin, hepten kara cahil kalmayalım.

Kırgızca caz kat, mektup yazma, yazı yazma demek. Cazz katt: Nefsi yazan… “Ben kimim?”. “İnsan memuriyetim ne, nasıl?” arayışı ve bu arayış içinde Salih Mirzabeyoğlu’nun kainatı lisanda bütünlemesini ve Allahın dervişi vasfını görüyoruz. Türkün mânâsının Allah dostu, Allah adamı, Allah askerî olduğunu da görüyoruz. Kavim üstü ümmet esasını da görüyoruz. Necip Fazıl’ın umudu ve beklenen fikir kahramanı vasfını da hissediyoruz.

Devam ediyoruz: Engare, tamamlanmayan eksik kalan iş. Allahın arşı da denen KALB hakikati. Şehadet alemi ile ruhlar alemi arasında hayal alemi. Ruham, mermer, iki deniz. Zahir ve Batın. Berzah. Merhamet. Ve, Öfke’den çabuk anlayışlılığa geçiyoruz. Harbden ise mekre. Komedi, gülmek ve mekri ilahi. Aktör, anahtar, harf-kavun koparma, kaf-kâfî-dil-lisan-hece-yarmak-delmek diye devam edebiliriz. Her insanın kainatta aktör olduğunu, rolünün anahtarının lisanda olduğunu ve yarmak-delmek-bulmak gerektiğini, kavun gibi pişmek (şiir ve secde) ve kaf-kafiye ulaşmak diye yorumluyoruz.

Ne kadar İBDA’cı olduğumuzu anlamak için, İBDA’nın şu tanımına bakalım aynı bahisten: “İBDA’-Parça parça, hisse hisse etmek. Sorulan şeye-meselelere-güzel cevap vermek. Doyurmak, kandırmak, ikna etmek. Birisine kâr tamamen kendisine ait olmak üzere sermaye vermek…”

İBDA sermayesini batıran müflislerden olmamak edebiyle, öyle ki bu durum ahiretimizle de yakın alakalı, yine aynı bahisten, yazımıza başlık olabilecek bir başlık:

“Bu cesed kime âit?” Ruhun hangi cesede ÂİD olduğunu sormak bile mümkün değil diye izah edilerek, ruh-beden zıtlığı içinde ikiliğe değil BİR’e irca zaruretine dikkat çekiliyor. Aslında İBDA’nın geniş dili ve iştikak ve ebcedi kullanışı, her mevzu ve meseleyi BİR’e irca zaruretinin beklenen fikri kahramanı elinde gösterilişidir.

“Bu cesed kime âit?” İşin ruha delil oluşu ayrı, aslında her İBDA’cının bu soruyu kendine sorması lazım. Üstadın, “siz hayat süren leşler, sizi kimler diriltecek” şiirini dışımızdan ve dışımızdakilere okumak değil, bizi diri tutan fikriyatı içimizde pişirmek zorundayız. “İdeolojik eğitimi başkası yapsın ben de şu işleri yapayım” diyemeyiz, çünkü “şuurlanma iş bölümüne girmez” ve o işleri yapmak için de şuurlanmak ve bu soruyu her zaman kendimize sormak ve kendimizi didiklememiz gerekiyor. Edepsizler panayırından, dedikodu ve ukalalıktan uzak durmamız, iş ve oluş humması içinde olmamız gerekiyor.

Allah Sevgilisi’nin “ebcedi öğrenin!” diye buyurmasındaki sır ve varlığın bir sır noktasında düğümlenmesi ve İBDA Diyalektiği’nin temel ölçülerinden “sır idrakı”. Allah bir Kutsi Hadis’te, “İnsan benim en büyük sırrım, ben insanın en büyük sırrıyım” diye buyurmuş. Kainattaki çetrefil meseleleri diyalektik-edep, tevil ve tabir ölçüleriyle “sır idrakı” içinde çözerken Allaha varacak yolda yürümenin alemi oluyor İBDA.

İBDA külliyatını bir nevi Kur’an’ın tefsiri ve tefekkürü olarak görebiliriz; “İBDA, Kur’an sırrındandır” deriz. Tabiî ki Allah Sevgilisi’nin gösterdiği yoldan, çünkü Kur’an, Resûlün nefsidir ve Resûl, Kur’an ahlâkıdır.

Külliyatta iştikakın güzelliklerini ve kelam zevkini duymak-yaşamak gerekiyor ve bu durum ebced tevafuklarıyla zenginleşiyor. Bir misal, “Vefa-Vefat” bahsinden: Vefat kelimesinin vefa’dan gelmesi. Müminin vefası ile Allaha gidişi yani vefatı, kelime iştikakında bile ne güzel.

Bu bahis, İBDA’nın vefakar kızı Nuray Zor’un vefatını (şehadetini) hatırlatarak başlıyor. Allah’a ve Resulüne ve O’nun davası olan İBDA’ya vefamızı son nefesimize kadar gösterenlerden olmak duasıyla okuyoruz. Allah ayaklarımızı kaydırmasın, vefasızlardan eylemesin. Amin.

Ve aynı bahis içinde “Vafî-Vafiye” başlığı. Vafî, vaadini mutlak yerine getiren Allah. Üç kelimenin münasipliği ve münasebeti anlaşılır şekilde açıkça görülüyor: Vefa-Vefat-Vafî… Ve bu münasebetin tevafuk ve tedailerinin getirdiği bir çok mevzu, anlamasak da orada duruyor.

İBDA külliyatında bir çok mevzuyu es geçiyoruz, satıhtan okuyoruz ve sadece siyasî dile yakın kısımlarıyla ilgileniyoruz. Halbuki kendi oluşumuzu (ideolojik eğitim) yapmadan başkasına bir faydamız olamaz. İBDA dil ve diyalektiğinin gücünü dışımızdakilere karşı kullanırken eğer bunu içselleştirmezsek, bilerek veya bilmeyerek İBDA’ya da ihanet etme tehlikesine düşeceğimizi hatırlatayım. Vefamızı doğru yerine getirelim ki vefat ettiğimizde Vafî bizden hesap sormasın. İBDA’nın istediği, herşeyden önce ihlas ve samimiyet, dava aşk ve ahlakıdır, bunlar olmadı mı İBDA olmaz, Müslümanlık da olmaz.

Herkesin anlayacağı bir şey vardır Ölüm Odası’nda. Biraz dikkatle okuyunca en azından zahirî bağlantılar yakalanıyor ve temel meseleler görülüyor. Yoğunlaştıkça da esrarını sunuyor eser. Tıpkı sualtına dalan bir dalgıcın daldıkça yeni güzelliklerle karşılaşması gibi. “Ölüm Odası B-Yedi” esrarengiz güzellikler sunuyor. Pek azını görebildiğimi fakat ötesinde hazineler olduğunu hissettiğimi belirtmeliyim. “Anlaşılmaz” diye tembelliğimize bahane yapmadıktan sonra.

Şunu da ilave edeyim ki, Baran dergisinde tefrika edilirken parça parça okumak ile kitaptan bütün olarak ve daha geniş bir zamanda konsantre olarak okumak arasında fark var. Kitaptan okumak daha faydalı.

“Abdülhakîm Koltuğu” bahsi ve ismi kitabın şifresi gibi. Allahın kulu derken Zat alemine, O’nun kulu hakîm ise Emr alemine (ruh ve idrak) ve koltuk ise Halk alemine temsil edilebilir ve eser boyunca bir bütünlük halinde mevzularda işlenmektedir. İBDA külliyatının, Salih Mirzabeyoğlu’nun 1979’da çıkan “Bütün Fikrin Gerekliliği” eseri üzerinde yükseldiğini de belirtelim. Hakîm’in, Allah’ın ve Allah Sevgilisi’nin ismi de oluşunu göz önünde tutalım. Vahdet-i Vücut hikmeti de görülüyor, diyebiliriz.

Koltuktaki deliğin dünyayı maddî ve manevi imar olduğunu ve Berzah sırrına işaret olduğunu düşünüyorum ve koltuğun yanındaki Bursa ve Eskişehir yazılarını da bu manada algıladığımı belirteyim.

İBDA külliyatına bakacaklar için, Vahdeti Vücut ve Vahdeti Şuhud mevzu önemli. Eserde müessiri görmek ve müessirde derinleşmek diyeceğimiz bu iki yolu da hall ve fasl ediyor BD-İBDA külliyatı. Salih Mirzabeyoğlu eserde derinleşirken (Vahdeti Vücut) usta bir şekilde iki yolu mezcediyor, vahdeti şuhuda uygun olarak. Bu açıdan İBDA Mimarı’nın “İnsan”a getirdiği açılımlar dikkat çekici. Ezel ve ebedi birleştiren insan? Vahid ve vahîd şeklindeki ayırım ve nisbeti içinde Allah Sevgilisi’nin hem varlık, hem bilgi birliğimizi gösterici oluşu, eserde işleniyor, yani sahici insan olmak isteyenlere bir rahmet bulutu gibi yağıyor.

İBDA külliyatı malumat-bilgi için yazılmadı, inanmak, gelişmek ve insan oluşumuza vasıta olması için kaleme alındı. İnsan olarak, “alıyor muyuz, veriyor muyuz, kim kimi etkiliyor, pasif bir ayna mıyız?” sorularına karşı insanın Allah ve Resûlü karşısında emme-basma tulumbası gibi oluşuna misal verebiliriz. Biz mutlak değiliz ama pasif bir oyuncu değiliz. Aslında İBDA Külliyatı da bu vazifeyi görürken bizden de katılımcı ve kendinden zuhurumuzu istemektedir. İslâm kalbin yoludur.

Abdülhakîm Koltuğu’ndaki delik, boşluk, beş, sıfır, sır manalarına, heba-heyula-esir kavramlarına ve bugün kuantum ve astro fiziğin ilgilendiği meselelere, Einstein’in izafiyet teorisine ve biyolojinin temeline kadar iniyor. Eserden: “ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU: İnsanda kalb hakikatinden başlayan, zahir ve bâtın hakikatlerine remz-sembol.”

Salih Mirzabeyoğlu’nun ortaya koyduğu dünya görüşü İslâmî gelenekte ve fikir, ilim ve sanatta olmayan bir yenilik arzediyor; hem muhteva olarak hem ele alış tarzı ve işleyişi olarak, yeni usul ve üslup olarak… Kopmuş olan İslâmî düşünceyi sistemleştirecek ve fikir ve aksiyonu mezcederek ve çağımızın getirdiği karmaşık sorunlardan dolayı daha önceleri örneği olmayan bir şekilde bütünleyerek gerçekleştiriyor bunu. İBDA’ya  kelime mânâsındaki“benzersiz” derken kuru övgü değil, bir durum ve hal tesbiti yapılmış oluyor aslında.

BD-İBDA yenilikçi sistemini İslâm külliyatına bağlı olarak yürüttüğü gibi dünya irfan yemişlerini de kendi dil ve diyalektiğine silkeleyebiliyor. Yani hiçbir fikrin, hiçbir kimsenin hakikatini ihmal etmiyor; tüm eserlerinden görüldüğü üzere Batıdan ve Doğudan…

Bir hoca (Milat Gazetesinden Ramazan Kayan Hoca) “Öncelikler Fıkhı” başlıklı yazısında şöyle soruyordu:

“Ehemden mühime, ahsenden ehvene, büyükten küçüğe bir yol haritamız var mı? Fıkhûl-evleviyat/öncelikler fıkhının günümüze, gündemimize yansıması nasıldır, bilmek durumundayız…

Takdim ve tehir neye göre olacak; bunun kriter, kıstas ve kuralı nedir? Netleştirmeliyiz… Akide, ahkam, adalet, ahlak neyi gerektiriyor, bunlar bilinmeden doğru tesbitlerde bulunamayız…

İslâmın doğru anlaşılması, doğru yaşanması ve toplumsal sorumlulukların doğru bir zeminde sürdülmesi buna bağlıdır…”

Bütün bunların dünya görüşü demek olduğunu ve BD-İBDA’nın bu ihtiyaca cevap olduğunu ve esasen başka bir sahih yol da olmadığını ve bunu görmezden gelip sadece ihtiyaçtan bahsetmenin kolay yol olduğunu belirtmeliyiz. Tabiî İBDA‘yı sunacak ve mevzu ve meselelerde örgüleştirecek olan bağlılarının yetersizliğini de vurgulayalım ki bu yazının bir ıstırabı da bu.

Gelenekçi veya gelenek karşıtı hocaların anlamadığı husus şudur: İslâm’da ilm-i ledün kavramı vardır ve şerî olmayan meseleler bile kendi esas usul ve kurallarıyla ele alınıp İslâm’ın müsaadesi dahilinde işlenebilir. Ve böylece dinamik planda çağın meselelerine el atılmış olur. Geleneğe bağlı ve yenilikçi olan ilm-i ledün sahibi Salih Mirzabeyoğlu’nun, kuantumdan iktisada, tarihten biyolojiye, mitolojiden estetiğe  kadar bu ilimleri, kendi disiplinine de saygı duyarak tefekkurî boyutta incelemiş ve “üstdil-üst mânâ”ya bağlamıştır. Zaten İslâm düşüncesi donuklaşmayı kabul etmediği gibi İslâm fıkhı da değişmez kurallar baki  kalmak üzere yeni çözümler geliştirmeye açıktır, ama modernizmin veya şunun bunun tesiriyle İslâmı reforme etmeye değil. BD-İBDA bütün bu meseleleri vuzuha kavuşturmuş olarak sistemleştirmiştir. Fıkıh geniş anlamıyla anlayış demektir, BD-İBDA İslâma muhatap anlayışı demektir.

Ölüm Odası’nda varlık ve bilgi problemi birlikte ele alınıyor ve felsefenin bu iki temel mevzu bütünleniyor. Bir tarafta varlık dereceleri (Zat, Emr, Halk âlemi) diğer tarafta bilgi problemi (his, akıl, ruh vs.) irdelenirken, varlık ve bilginin basamaklar arasındaki ilişkileri de gösterilir.,, Eserden: “Kalbte VARLIK ve BİLGİ bir arada, varlık olmadan şuuru olmaz.”

Varlık ve bilgi nefste birleşiyor. “Kendini bilen nefsini bildi” ölçüsünde bu görülüyor. Ölüm Odası-Tarih’te varlık ve bilgi meselelerin birleştiğini ve temel meseleler (Varlık-oluş, hayat-ölüm, zaman-hürriyet…) izahını bulduğunu görüyoruz ve tarihi de halihazırımızla-şuurumuzla bütünleyerek, İstikbal İslâmındır ölçüsüne de bağlanıyor.

İktisadın insanın “canlı kalma arzusu”na bağlı olması, ve ruhî zarureti göstermesi, Keşfüz Zunun bahsinin iştikak ebced, levha ve yevmiyelerle “ihtimaller alemi”nden olarak işlenmesi ve şu hatırlatmanın yapılması: “İnsanın asıl davası, karnı doyduktan sonra başlar!”

Sa’y (çalışma)ın kelimesinin bile iştikaklarında gölge varlık ve vahdet sırrı’nda billurlaşması ve Amel kelimesinin tefsiri. (Sh.855)

Telegram vesilesiyle ruh-beyin-düşünce muhasebesi yapılırken, telegramın şehadet aleminden gelmesi ve Emr aleminden olan ruhun buna üstün çıkması, beynin düşüncenin doğuran-kaynağı olamayacağının anlatılışı. Telegram-zihin kontrolü vesilesiyle varlık ve bilgi problemlerine el atması, zehri şifaya tevil edişi… İnsanın beyin kutusuna hapsolunamayacağı hakikati. Beyin düşüncenin kaynağı olsa idi, neyi düşünüp düşünmediğini değil, neyi düşünüp düşünmeyi istediğinin de bilinmeli idi. Halbuki buna değil teknoloji, insan bile hakim değil. Bu mevzuyu şu tesbitle de izah edebiliriz: “Hatırlamak da ruhî aksiyon.”

Kainat lügatta toplu. Salih Mirzabeyoğlu, iştikaklarla manaları toplarken, insan ve kainat muhasebesine vesile yapıyor ve ebcedle de dünya görüşünün sağlamasını ve yenilenmesini yapıyor. İBDA’nın mübdî vasfı gereği, mehdilik misyonu gereği.

İnsan bilerek veya bilmeyerek Allah’ı zikrediyor, bunun lisan, fikir, his, hayal, rüya, akıl, fizik, metafizik vb. mevzularda gösterilişi. Bütün insanlık Allah Resûlünün kadrosu oluşu, dil ve diyalektik içinden bize ispatı. Karışık mevzuları karmaşıklaştıranlara mukabil vahdet sırrında toplamanın ve bunu da delillendirerek ifade etmenin ve sistem bütünlüğünde sunmanın adıdır İBDA ve bunun için bizim kurtarıcı reçetemizdir. Yoksa ortalıkta güya fikir serdedenler bol ve dağıtmaktan ve kafa karışıklığından başka bir şey yapmıyorlar. Fakat bizim kafamız o kadar dağınık veya gerçek meseleden uzak ki İBDA’yı anlamakta zorlanıyoruz. Çözümler orada ama bizler polemik seviyesinde kalmayı seviyoruz.

Yerinde doğruları merkezileştirmeden ve yerinde hakikatleri de inkar etmeden, bir bütüne ahenkle bağlanması, İBDA diyalektiğinin gücü olsa gerek. Mertebelere göre düşünmek? Yetersizliklerin işaretlenmesi ve farklılıkların künhüne doğru gidiş…

Kafasında sorular olanlar cevaplarını bulur, hatta sormayı düşünmedikleri bile onlar adına İBDA eserlerinde akıl yürütülerek sorulur ve cevaplanır. Zıttının mantığını da en uç noktaya kadar götürüp oradan da doğrusunu göstermek, bağlı olduğu fikrin haysiyetinden ve kendisine güveninden olsa gerek; İmam-ı Gazalî metodu.           

“Ölüm Odası-Tarih” eseri, tarihi hal muhasebesi vesilesi kılmanın benzersiz örneği. Kuru tarih malumatı değil, hadiseleri raks ettiren keyfiyeti göstermek, aslında gerçek bir tarih okumadır. İnsan ve kainat muhasebesi açısından tarihe bakmak, tarihe doğru bakmanın da yoludur, faydalı ve ibret alıcı kılmanın da yoludur. Ve hiçbir zaman unutulmaması gereken, tarihe bakan hali hazırdaki şuurdur. Şu andaki şuurumuz nedir ki tarihten ne yorum çıkaracağız?

Tarihi gaî (gayelilik) açısında yorumlamak zaruri. Tarafsız diyen ne kadar tarafsız ki? O da kendi açısından veriyor, çünkü herkesin bir şuur süzgeci vardır, insana ve kainata bir bakış açısı vardır.

Gaî açıdan İslâm galiptir ve her zaman İslâm galiptir. İsterse dış yüzden mağlubiyet görülsün. İslâm hakikattir, insan ve kainatın hakikati İslâm’dadır. Çünkü yaratıcı Allah’tır ve insanî hakikatin merkezinde Allahın Resûlü ve O’nun mucizesi Kur’an vardır. Ve Müslüman bir kafirin elinde esir olsa dahi hâkimdir. Mesela, Salih Mirzabeyoğlu’nda olduğu gibi, zindandaki diğer İBDA erlerinde olduğu gibi. İmanını her şartta su üstünde tutan tüm çilekeş Müslümanlarda olduğu gibi.

“Ölüm Odası-Tarih” eseri, Devlet-i aliyye-i ebed müddet’in halen Anadoluda yaşadığını bize hissettiriyor. İdeolojik ve aksiyon derinliğinde tarihi günümüze ve istikbale bağlayarak bu ideali yaşatıyor. Anadolu bu idealin binek taşıdır ve Selçuklu ve Osmanlı bu ideali yaşattığı gibi BD-İBDA bu bayrağı devralmış ve Allah ve Resûl aşkını Anadoluda nakşetmeyi ne pahasına olursa olsun bir îman davası olarak göze almıştır. Bunun aleti BAŞYÜCELİK devleti ile. Çünkü, bu cesed bu kimliğe âittir. Bizim de aktif olarak katıldığımız üzere…         

  Baran Dergisi 344. Sayı