Yoğurdum kara diyen olmaz!
Alışkanlıklarımızın esiri olmuş, otomatlaşmış gidiyoruz. “Allah herkese tesellisini bir türlü verir” hesabı halimize de razıyız!
Dünyayı değiştirmeye talip bir dünya görüşü mensuplarına, kendi otomatlaşmış alışkanlıkları içinde yaşamak yakışmaz.
Üstüne üstlük, otomatlaşmış-kalıplaşmış (yobazlaşmış da denilebilir) hâlleri ideolojiye mensubiyet ile örtmeye kalkmak, işi riyakârlığa vurdurmak demektir. Yapılacak faydalı bir sürü iş varken, faydasız işlerle vakit geçirmek, bir akıncıya hiç yakışmaz, bir gönüldaşa hiç uymaz.
İdeolojik mastürbasyonla ancak sistemin ömrü uzar.
İBDA’cılığın arkasına sığınıp, kendi nefsini, huy ve alışkanlıklarını tezahür ettirmek, İBDA’nın aksiyon mizacına ve yenilik sırrına uzaklık demektir; bu da İBDA’ya uzaklık mânâsına gelir. Kendisinden hayırlı bir şeyi zuhur ettiremeyenler, şerlerine ortak arama derdindeler.
İBDA’nın her dem yeni olma sırrını anlamadan, ne kadar ideolojik bilgiçlik taslarsak, ne kadar geçmişimizle övünürsek, netice aynıya çıkar: Bilmek itikadın aynı değildir; dava senin seviyene inmez.
Bir de, bilmeden bildiğini sanmak var! Ukalalıkla vaziyeti idare edeceğini sanmak, lafa lafla işi götürdüğünü zannetmek. Ukalalık da iki türlü: Cahilin ukalalığı, âlimin ukalalığı.
İBDA’yı anlamadan keyfine göre yorumlamak ve bilgiçlik taslamak; cahilin ukalalığı. Diğerin misâl ise “filan İBDA’cı derginin yazarı, hocam, ağabey, muhterem” diye takdim edilmekten zevk alan ve mirasyedi gibi geçinerek ahkâm kesenler ise, alimin ukalalığına dahil olur; ve bu durum ise cahiller sınıfına düşmeyi icap ettirir.
Kimsenin cennet garantisi yoktur ve insan devamlı tekâmül halindedir; müsbet veya menfi… Ve, insan yapıp ettiklerinin toplamıdır. Unutulmamalıdır ki, haset duygusu, ateşin odunu yemesi gibi insanın amelini yer bitirir. Hadisle sabit olduğu üzere…
Olumsuz alışkanlıklarımızı yenmek ve aşkımızı ve heyecanımızı her dem taze tutmak.
Dava yerinde ama biz yerli yerinde miyiz? Yani, şu ânki hâlimiz ne durumda?
Namaz mevzuunda Üstad Necip Fazıl’ın güzel bir tesbiti var; dava aşk ve heyecanı bahsine de güzel bir misâldir:
-“Eski şekilde, hep yeni ruh…”
İnancımızı aşkımızı hayat alışkanlıklarının monotonluğundan kurtarmak. Şekil olarak aynı davranışlarda bulunsak bile, “her gün yeniden doğarız!” hesabı hep yeni ruh ve heyecanı duymak. Kendimizi her dem tazelemek.
Bir zaman sonra ideolojimizi tekerlemeye döndürmek ve sohbetlerimizin çeşnisi yapmak istemiyorsak, önce nefs muhasebesi ve ardından olumsuz hallerimizden uzaklaşıp, içimizde ve dışımızda müsbet değişimi sağlamak.
Şu ân aklıma gelen bir misâl: Dergi okumak kitap okumak yerine geçmez. Sadece siyasî ve aktüel kavga haberlerini merak ile, kültürel alt yapımızı oluşturamayız.
İnternette gezerek de ideolojik eğitim elde edilemez. Buna bir misâl: Avrupa’daki bir gönüldaşta oradaki haberleri (İsrail’e yapılan yardımlar, ahlâksız yasalar vb.) göndermesini istiyorum. O ise, internette gönüldaşlar arasındaki laf yarıştırmalarından vakit bulup, istediğim çalışmayı gönderemiyor. “Biri bizi gözetliyor” merakı, faydalı işe engel oluyor.
Değişiklik içindeki değişmez kural… Alışkanlıklarımızı yıkıcı alışkanlık… Rahatı, rahatsızlıkta bilmek; bunu hayat tarzı bilmek.
Rahatı rahatsızlıkta bilmek ve bunu hayat tarzı haline getirmek; hatta alışkanlık yapmak. Burada alışkanlığı müsbet mânâda kullanıyorum. Şekil eski olsa dahi, ruh hep yeni; çünkü her daim Allah’ı zikirle mesulüz!
Kurban Bayramı’nı idrak etmek üzereyiz. Kurban, nefsi fedâ demek… Cezaevinden gelen bir eski (eskimez) bayram kartı ile sizlere veda etmek istiyorum:
“Kurban bayramınızı tebrik ederiz.
Başyücelik burçlarından dalgalanacak Gökbayrak’ın parıltısı, tüm dünyada zuhura geldi. Savaşın sürdüğü her cepheden tekbir nidâları yükseliyor. Kumandanımız’ın önderliğinde, BÜYÜK DOĞU mücadelemiz, nihayet en güçlü devrine ulaştı… Zaman nihayete eriyor ve ufukta ZAFER var!..
‘GELİYORUZ… BUNA MEMURUZ!.. BUNA MECBURUZ!..”
C 8-91
İBDA-C Akıncıları
Ethem, Tayyar, Yahya
Her sene Kurban bayramı var, ama bizlere hep yeniden hitap ediyor. Hayatın her ânının bize memuriyetimizi ve mesuliyetimizi hatırlatması gibi…
Sözü, istemeden de olsa uzattım galiba…
Son cümlemin tedaisini de vermek istiyorum. Hayat mı bizi sorguluyor, biz mi hayatı?! Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun son çıkan kitabı “İnsan”dan:
HAYATTAKİ HER DURUM, İNSANA MEYDAN OKUDUĞU VE ÇÖZÜLECEK BİR MESELE GETİRDİĞİ İÇİN, HAYATIN MÂNÂSI MESELESİ GERÇEKTE TERSİNE ÇEVRİLEBİLİR. NİHÂÎ MÂNÂDA KİŞİNİN, HAYATIN MÂNÂSININ NE OLDUĞUNU SORMAMASI, BUNUN YERİNE SORULAN KİŞİNİN KENDİSİ OLDUĞUNU KAVRAMASI GEREKİR. TEK KELİMEYLE, HER İNSAN HAYAT TARAFINDAN SORGULANIR VE HERKES SADECE KENDİ HAYATI İÇİN CEVAB VERİRKEN HAYATA CEVAB VERİR; SADECE SORUMLU OLARAK HAYATA KARŞILIK VEREBİLİR. BU SEBEBLE LOGOTERAPİ, İNSAN VAROLUŞUNUN ÖZÜNÜ SORUMLULUKTA GÖRMEKTEDİR.



Aylık Dergisi 51. Sayı
Aralık 2008