Tanzimat’tan sonraki Türk edebiyatına bir göz atacak olursak Tanzimat Edebiyatı’ndan günümüz Cumhuriyet Edebiyatı’na kadar olan zaman içerisinde yaşamış olan birçok yazar, şair ve aydının bazı yazı ve şiirlerinde orijinallikler görebiliriz. Fakat her nedense bu orijinallikler sınırlı sayıda olmuşlardır. Bu dönem aydınlarının bir çoğu bazı eserlerinde yakaladıkları bu ender orijinallikleri bir anlık coşkuya mı borçludurlar yoksa heybelerindeki sadece bu kadarına mı yetmiştir, bilemiyorum. Başta Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil Meriç, Peyami Safa, Yahya Kemal olmak üzere Reşat Nuri Güntekin, Sait Faik Abasıyanık, Sabahattin Ali’yi de sayabileceğimiz bu yazarlar bazı güzel şeyler yakalayabilmişlerdir. Tabi sadece bunlarla sınırlı değil fakat listeyi uzatmanın da bir anlamı yok.
Bir de onların çağında yaşamış olan Necip Fazıl Kısakürek’e bakacak olursak; gerek şiirlerindeki insanı nerden vurduğunu kestiremediğiniz telkin gücüyle gerek piyeslerindeki ruha işleyen coşkularla gerekse de diğer fikir-sanat eserlerindeki tutarlılık ve dilindeki pürüzsüzlük ve akıcılıkla hem zamanının hem de zamane münekkitlerinin tenkitlerine mahal bırakmamıştır. Zira bir müellifi tenkit edecek olan münekkit o müellifin ayarında olmalıdır. Bu açıdan baktığımızda Üstad’ı tenkit edecek bir münekkidin niçin olmadığını ve fikir-sanat açısından kusursuz denilebilecek bir güzellikte ve orijinallikteki bu eserleri okuduğumuzda da çağdaşlarının niçin onun ayarında olmadıklarını anlayabiliriz. Fakat fikir ve sanatın kimde ne kadar olduğu ayan beyan ortadayken bazı çevrelerin bu alanlarda tabiri caizse Necip Fazıl’ın aşık kemiğine yetişemeyecek olan bazı kişileri Necip Fazıl’a rakip ve onun ayarında göstermesi eblehliktir. Özellikle edebiyat alanındaki birkaç çalışmasından dolayı Ahmet Hamdi Tanpınar’ı bu şekilde pohpohlayıp sahneye çıkarma çabaları gözden kaçacak bir hadise değildir.
Elimizi vicdanımıza koyup Ahmet Hamdi hakkında konuşacak olursak; Ahmet Hamdi, gerek ‘’Beş Şehir, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Huzur’’ gibi okunması gereken eserleriyle gerek ‘’Edebiyat Üzerine Makaleler’’ ve ‘’XIX.  Asır Türk Edebiyatı Tarihi’’ isimli çalışma eserleriyle Türk edebiyatına büyük hizmet vermiş ve eline kalemi alan herkesin yazar-şair olduğu bir dönemde artılarıyla doğal olarak kendini gösterebilmiştir.
Lakin bu birkaç güzel eserine bakıp onu Necip Fazıl’ın ayarında biriymiş gibi göstermek vicdansızlıktır. Bunun yanı sıra edebiyat ve sanat dışındaki sahalarda –mesela fikir ve aksiyon sahasında- Ahmet Hamdi’nin ismini Üstad’ın isminin bulunduğu yerde zikretmek bile muhaldir. Gerçekten de o zamana bir göz atacak olursak insanlara liderlik edebilmiş ve İslam davası için mücadele vermiş yegane insan yine Necip Fazıl’dır. Bu mücadelesinin meyvalarını da başta İdeolocya Örgüsü olmak üzere 101 eserden müteşekkil Büyük Doğu Külliyatı’yla insanların nazarına sunmuştur. Şunu da unutmamak gerekir ki Necip Fazıl fikir çilesi çekerken Ahmet Hamdi şüphe bataklığında kıvranıyordu.
Tarih tekerrüre mahsus demişler. Yine aynı bir durum zamanımızda da cereyan etmektedir. Soldayken verdiği birkaç orijinal şiiri dışında hiçbir şeyi olmayan ve hayatını o birkaç şiir sayesinde ense yapıp göbek büyütmekle geçiren İsmet Özel’i günümüzün en büyük entellektüeli olarak göstermeye çalışanların şiir ve sanat kumaşından ne kadar anladıklarına şahit olmadık değil.
Mesela Türk edebiyatına atılan en büyük kazıklardan biri olan İkinci Yeni’nin ateşli bir savunucusu olan ve Konya’da amatör şairlik oynayan Vural Kaya’nın; hece şiirinin vaktinin geçtiğini, hece şiirinin Necip Fazıl’la son bulduğunu, Necip Fazıl’ın, baş talebesi(!) olan Sezai Karakoç’un heceyle yazmasını istemediğini vb. sözleri söyleme gafletine düştüğünü bilirim. Sadece bu sözünden Salih Mirzabeyoğlu’nu tanımadığını ve Kayan Yıldız Sırrı’nın ismini bile duymadığını anlayabiliriz. Zira Necip Fazıl’ın baş talebesi de Necip Fazıl’la bütünleşen de Salih Mirzabeyoğlu’dur ve Kayan Yıldız Sırrı da Çile’nin menbaından akan bir ırmak misali heceyle yazılmış şiirleri içerir. Sokrat ve Eflatun’un arasındaki bağı gerçek anlamıyla bilen birisi Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun arasındaki bağın da ne demek olduğunu anlayabilir.
Ortaya koyduğu fikir ve sanat eserleriyle çağımızda entelektüel kavramının en bariz tecessümü Salih Mirzabeyoğlu’dur. Mirzabeyoğlu’nun fikir ve sanat konseptinin (derinliğinin) ağırlığı altında ezilen, her türlü fikir ve sanat kumaşına yabancı keyfiyetsiz bir “heveskâr” sürüsünün insafına terk edilemeyecek bu hakikat de, Necip Fazıl tarafından, değişik vesilelerle defalarca ifade edilmiştir.
Dolayısıyla bugün bir takım isimlerin “popüler” olması veya değişik maksatlarla “popülerleştirilmesi” orijinal bir fikir ve sanat kumaşına malik olmalarından değil, gerçek “fikir, sanat ve aksiyon” mihrakını perdelemek içindir.
Mesela; “Kayan Yıldız Sırrı” gibi bir “şaheser” ortada dururken, bu heveskârların bu ŞAHESER karşısındaki durumları, kendi ‘kalitelerini’(!) göstermeye yeter. Maalesef bu “derin sessizlik”(!)in sebebini açıklamak da bize düşüyor… Bugünkü fikir ve sanat açısından çölleşmiş ortama rağmen, ortalıktaki yazar, çizer ve sanatçı bolluğunu(!) başka türlü nasıl açıklayacağız?..
Bu yüzden de, gerçek Müttefikkirlere, gerçek sanatkârlara ve sahici aksiyon adamlarına sırtını dönen bir toplumda, ne gerçek sanat olur ne de gerçek sanatkâr!
Aslına bakarsan Kumandan’ın dediği gibi;  ‘’göz önünde taze sır’’  fakat  ‘’idrak cüce, dil kısır’’  olduğu için anlaşılmakta zorluk çekiyoruz galiba.