"Doğru düşünce olmadan, doğru düşünce faaliyeti olamayacağı" gibi; doğru muhakeme olmadan, doğru hüküm verilmesi de mümkün değildir. Bunun içinde olmazsa olmaz bir husus: ALTYAPI - TEMEL SAĞLAMLIĞI şartı...

Hani Yunus diyor ya:

"Yerden göğe küp dizseler 

 Birbirine bendetseler

 Altından birin çekseler

Seyreyle sen gümbürtüyü"

Bu perspektifimizi başa alarak, şimdi biraz kurcalayalım... Her "keşif" bir "icad" mıdır? Peki her icadı bir keşif sayabilir miyiz? Misâl İslâm tasavvufunda "keşif ehli" vardır, "keşif ehli"nin kalbleri bildiği söylenir, ya "icad ehli"?.. 

Her icad "yeni" midir? Diğer taraftan her "yeni"yi bir icad olarak kabul edebilir miyiz?..

Birkaç dakikalığına da olsa üzerinde biraz düşünmemizi rica ediyorum. Öyle okuyup geçmek değil de, biraz durmak ve düşünmek... Kitle araçlarının zihne "ayar" verme peşinde olduğu bir asırda, öncelikle zihne "nefes" aldırmaya çalışalım.

Devam edelim... "Yeni çay demledim, içer miyiz?" diyen dostumuz, icatçı mıdır, keşifçi mi?.. Yoksa hiçbirisi mi?..

Peki "yeni" nedir?.. Öyle ya, şimdilerde adeta herkes "Yeni Türkiye" diye haykırıyor. İyi de nedir bu "yeni"? Eski olmayan mı?.. Kısmen doğru bir cevab. Ortaya çıkışından itibaren çok zaman geçmemiş olan... Misâl, "YENİ bir haber almak"... Bu satırlar okunurken, dün internetten okunan haberlerin birçoğu, çoktan eskide kalmıştır.

"Teşekkür ederim gerek yok; geçen yıl aldığım ama hiç giymediğim YENİ bir gömleğim var." diyen biri, buradaki "yeni"yi şüphesiz ki "hiç kullanılmamış" mânâsında zikretmektedir. "Kızımız üniversiteye YENİ başladı" diyen anne, "henüz" başladığını kasteder. "Babam YENİ araba aldı" yahut "Babamın YENİ arabasıyla geldik" diyen gencin buradaki kastı da "en son edinilen" anlamındadır. "Son katıldığım toplantıda YENİ yüzler vardı" diyen biri, onları tanımadığını, ilk defa gördüğünü vurgular. "Fenerbahçe'nin YENİ teknik direktörü açıklandı" dediğimizde, eskisinin yerine geleni kastetmiş oluruz. "Bu ürünün satışını arttırmak için YENİ bir pazarlama planına ihtiyacımız var." Bu cümlede de açıktır ki, öncekilerinden farklı olan bir şeye vurgu yapılır.

Bu noktaya kadar kaba hatlarıyla altını çizmek istediğimiz "YENİ", "YENİ DÜNYA"nın bize YEPYENİ bir YENİLİĞİDİR. 

Yeni cep telefonları, yeni arabalar, yeni ürünler, yeni evler, sürekli yenilenen moda (ki "yenilenme" ile "farklılaşma" tam birebir aynı olmasa da, farklılaşmanın olmadığı yerde zaten "moda" olamaz), yeni çıkan kitablar, yeni açılan restoranlar, yeni trendler, yeni AVM'ler ve saire... Etrafımızı saran tüm ürünler, hizmetler, mekânlar hep YENİ... Bu noktada şunun da altını hemen çizelim: "Moda"yı sadece kılık kıyafet ile sınırlı düşünmememiz gerekir, moda tüm tüketim-üretim alışkanlıklarımızı, bir bakıma da düşünce yapımızı ve hayat algımızı kapsayan bir husustur.

İmdi, "yeni"nin büyüleyici gücünün herkes farkında. Reklam ve pazarlama dünyasının sihirli (teshir eden) kelimelerinin en önemlilerinden biri de "yeni"dir zaten. Hiç kimse 10 yıldır aynı ambalajı kullanan şampuanı kullanmak istemiyor. İçeriği-formülü yenilenmese de, illâ ki ambalajı yenilenmeli. 3 S'li telefona sahib bir genç, 4 S'lisi çıkınca, kendini geri kalmış, eskimiş hissediyor. Zira ürün ile şahsiyetini o kadar bütünleştirmiştir ki, kalkıp da, asıl yeniliğin ve yenilikçiliğin üründe değil, öncelikli olarak kendi zihninde başlaması gerektiğini kabul ettiremezsiniz. Ne diyordu Eflatun; "Hakikat fenomenlerde değil, fikir ve ruhtadır." Yeniliği de elbette bu perspektiften değerlendirmek lâzım.

Yenilik ve yenilikçiliğin günümüz piyasa koşullarında "geçer akçe getiren-kazandıran" bir karşılığı da -kısmen- var: İNOVASYON. Süreç inovasyonu, ürün inovasyonu, pazarlama inovasyonu gibi de alt başlıkları... Her şeyin misliyle üretildiği, hızlandığı bir dünyada, tüketimi körüklemenin, "eskiyi hızla değiştirmenin" temel stratejisidir yenilik.

Bu hususu biraz açalım. 1970'lerde dünya üzerinde 140 araç modeli vardı, 1990'larda 260, 2000'lerden sonra ise 500'ün üzerinde... 1970 yılında hiç PC modeli yoktu, 1990'larda ise 400, 2000'lerden sonra 1000'den fazla... Bu hususu su markasından, kek markalarına kadar birçok üründe söyleyebiliriz. Yani, çeşitlilik artmıştır.

Diğer taraftan bir otomobil üretmek için 90'larda 8-10 saat gerekirken, günümüzde bu süre 5-6 saate kadar düşmüştür. 90'larda EFT ve havale işlemleri için bankada 30 dakika beklememiz gerekiyordu, bugün ise yerimizden kalkmadan, internet üzerinden birkaç dakikada para transferleri yapabiliyoruz. Yani, üretim hızı artmıştır.

90'larda Türkiye'nin bir ucundan diğer bir ucuna ürün dağıtımı, 2-3 gün sürüyordu. Bugün ise çoğu şirket ve markanın yerel dağıtım ağları var, verdiğiniz siparişi gün içinde istediğiniz kadar temin edebiliyorsunuz. 2000'lerin başında Türkiye'de yaklaşık 50 "alışveriş merkezi" varken, bugün sadece İstanbul'da 70'ten fazla AVM bulunuyor. Yani, hem dağıtım ve yayılma ağı, hem de nihai tüketiciyle buluşma noktaları hızlanarak artmıştır. (İnternet üzerinden yapılan erişimler de apayrı bir husus.)

Kısacası, üretimin bu kadar hızlandığı, birim maliyetinin ucuzladığı, çeşitlendiği ve yayıldığı bir zaman diliminde "yeni" ve "yenilikçilikten" vazgeçmek, ihtiyaçların temininden öte, isteklerin tatminine odaklanmış, "tüketim" eksenli piyasa için intihar sebebidir. İnsanların büyük bir bölümünün 10-20 yıllık tüplü televizyonlarını kullandığını bir düşünelim, 3D plazma üretenler ne hâle gelirdi... Satın alınma potansiyeli olduğu için üretilir, üretildiği için de satılır (bu iktisadın "görünmez el" teorisi midir bilmem ama) bu ikisi de birbirini besler.

Osmanlı'nın yeniliklere açık olmadığı söylenir hep, matbaa vesaire... Ve kesip atılır. Ancak, her yeniliğe açık olmak iyi midir diye düşünülmez. "Getirdiği ile götürdüğü arasında muhasebesi yapılmayan hiçbir şeyin kabul edilemeyeceği" ölçüsü yanında, şunu vurgulayalım: "Yeni", yeni olduğu için değil, iyi-güzel-doğru olduğu için makbul sayılır. Bir toplumda faydalı olan şey, diğer topluma zarar verici de olabilir. Ve yenilenmenin sırrı, taklit etmek değil, kendine mâl etmektir. Bünye içinden gelmesi, büyümesidir. Kendi derisi içinde uzamayan tırnağın bile hayrı yokken, ilk sert rüzgâr kel başı örten perukları savurur.

Bir sual daha: "Yeni" harfler?.. Her kutsalı deviren Sovyet Devrimi, örneğin niçin alfabeye dokunmamıştır, "yeni bir alfabe" getirmemiştir?.. Yahut şöyle de düşünebiliriz: Hangisi daha barbarcadır,  kütübhaneleri talan eden, yakan emperyalist devletler mi, yoksa kitablara el sürmeden, harfleri değiştirenler-yenileyenler mi?.. 

Ezcümle her yenilik hayırlı değildir. Her yeni de bünyeye uygun değil. Elbette bunu sadece maddî olarak da düşünmeyelim.

Diğer taraftan, bir hayat kaidesidir; yenilenmemek çürümektir, ölmektir. İnsanın hücrelerinin belli bir yaştan sonra yenilenmediğini hatırlayalım. Yahut 1980 yılında tıp fakültesinden mezun olan bir kişinin, -üzerine hiçbir şey eklemeden, yenilenmeden- o yılların bilgisiyle bugün hastalarını tedavi ettiğini bir düşünelim, ne feci sonuçlar doğurur. İnsanın eskiyen ceketinin yerine yenisini alması kötü değildir, gereklidir... Hızlı trenin çalıştığı bir zamanda, sırf "yenilikçiliğe" karşı olucam diye (ki bu da hakikati başka türlü iğdiş etmektir), deve sırtında seyahat etmek de çok aklî olmasa gerek. Eğer spor amacımız yoksa, boğazı geçmek için, yüzmek yerine, Marmaray'ı tercih etmek gerekir. 

"Eski" bazen kötü olabilir, bazen de çağın icabına cevab verme hususunda yetersiz kalabilir, tıpkı ulaşım örneklerinde verdiğimiz gibi. Ama her eskiyi de kafadan kötü saymamız gerekir: Süleymaniye eski midir? Ayasofya?.. Eski dostlar, eski kitablar, eski şiirler?.. Onların güzellikleri, zaten yıllara meydan okumaları yüzündendir.

Demek ki, kaba genellemelerden ziyade, her mevzu, her mesele, kendi özel durumuna binaen, belli bir metod içinde, estetik davayı da başa alarak, öz mahiyeti içinde muhakeme edilmelidir. Ne kuru kuruya "eskicilik", ne de ezbere soydan "yenilikçilik"... Önce kafa hesabı...

Baran Dergisi 399. Sayısı