Hatırat yazmak, günlük tutmak bizde pek yaygın olmayan bir şeydir. Bilhassa batıda basit bir memurun bile yazdığı günlükler, hatıratlar yayınlanırken, biz bu konuda hep çekimser davranmışızdır. Aslına bakılırsa henüz bir nesil öncekilerin yazdıklarını okuyamayan, okusa da anlayamayan bir nesil olduğumuz için, geçmişte bu konunun ne durumda olduğunu da bilmiyoruz. Biz Osmanlı’ya dair gözlemleri bile batılı seyyah veya devlet adamlarından okuduk. O sırada Osmanlı aydınları bu tür eserler kaleme almışlar mıydı, onu bile araştıramadık.

Alev Alatlı bir röportajında bu konuyu şöyle dile getiriyor: 

“Türkiye okuması yapamıyoruz ki, adam gibi kıyaslayabilelim. Türkiye’de kaynaklara ulaşamıyoruz, çünkü gerekli nitelikte Osmanlıca yok. Ne yazık ki, hiç bir zaman bir Rus aydınının kendi ülkesini okuduğu gibi, Türkiye’yi okuyamayacağız biz. (…)

Türkiye’yi muz cumhuriyetine indirgeyen bir trajedi. Oysa, Rusya’da benim gibi bir aceminin bile şansı var, çünkü, araştırılmış, kaydı tutulmuş bir toplum. Rusya’yı sadece kendi aydınları değil, yabancı aydınlar da yazmış. Hâlâ da yazıyorlar. Glastnost’tan sonra peteğe doluşmuş arılar gibi onbinlerce yabancı, cinsellikten, batıl inançlarına varasıya didikliyorlar. Oysa, Edward Said bile Türkiye sınırlarında durmuştur.” (1) 

Tarihi yapanlar, aynı zamanda tarihi yazanlardır da. Geçmişe baktığımızda bunun pek çok örneğini görürüz. Sezar’ın Gallia Savaşı, Bilge Kağan’ın Göktürk Kitabeleri, Babür Şah’ın Babür-name isimli eserleri bunların ilk örnekleri.

Murat Hanilçe, Meşrutiyet dönemi hatıratları üzerine yaptığı bir araştırmada şunları söyler:

“Hatırat bir bakıma hayat tecrübelerinin ve intibalarının bakiyelerinin sonradan tespitidir ve bu yönüyle günlüklerden ayrılmaktadır. Günlük, günün tespiti ya da fotoğrafıysa, hatırat bütün bir hayatın veya bir safhanın, bir tarafının hafızadaki kalıntılarının sonradan çekilmiş fotoğrafıdır. Hatırat kişinin kendi hayat anlayışı ve zihniyet yapısından geçerek kâğıda yansımış bir tasvirdir. Bunun içindir ki insan ruhunun karmakarışık ve bilinmeyenlerle dolu ruh halinin ürünü olan hatırat aynı zamanda tarihin en hassas ve tehlikeli malzemesini teşkil eder.” (2)

Dr. Banu Öztürk ise hatıratın Batı’da gelişimini şöyle dile getirir:

“Tarih yazma ihtiyacı ve kişilerin tecrübelerini gelecek kuşaklara aktarma isteğiyle ortaya çıkan, Batı’da XVI. yüzyılın ortalarına kadar daha çok geçmişin ve kişinin başından geçenlerin anlatımına dayanan hatırat türü, Aydınlanma’nın o ünlü “insanın mükemmelliği” ilkesi çerçevesinde dünyayı keşfe girişen bireyinin kendine yönelmesi ve kendi “ben”ini keşfetmeye başlamasıyla değişim gösterir. İnsanın kendini keşfetme serüveninde, başından beri tarih yazımıyla iç içe geçmiş olan hatırat yazımının tarihle ilişkisi başka bir boyut kazanır; edebî bir tür olarak kabul görmeye başlayan hatırat zamanla tarihin başlıca kaynaklarından biri hâline gelir.” (3) 

İslâm dünyasında genelleme yapacak olursak iki türlü hatırat-tarih anlayışı görürüz. Birincisi, İslâm için fedakârlıklar yaparak büyük mücadele ve eserler vermiş şahsiyetlerin bu özelliklerini parlatarak, gelecek nesiller için örnek olmasını sağlayan türdür. Hata, eksik ve günahlar ise ahlâkî ölçü gereği dile getirilmez. Buna "Ehli Sünnet" tarih anlayışı diyebiliriz. İkincisi de kahramanlık ve fedakârlıkları ile örnek gösterilen şahsiyetlerin günahlarını, hata ve eksiklerini ortaya döken, dedikoducu, hatta iftiraya varan yakıştırmalarda bulunan "Şia" tarih anlayışı... 

Bizim bugün yazdığımız-yazacağımız hatıratlar veya tarihe not düşen çalışmalar elbette çoğu zaman bir tarihçinin elinde malzeme-vesika niteliğinden öteye geçmeyecektir. Bu bakımdan, herşeyi anlatmak ve herşeyi derinliğine ele almak yerine, idrakimiz nereye kadar erişiyorsa oraya kadar yazmak boynumuzun borcudur bizce. Biz belki herşeyi bütün derinliği ile anlatamayacağız, gerekli mânâlandırmayı yapamayacağız ancak, "tarih yazımı"nda tarihçilere ve araştırmacılara lâzım olan "vesika" ve "şâhitlik" malzemesini bizden sonrakiler için hazırlamış olacağız. 

Büyük Doğu-İBDA tarihine şahidlik edenlerin, özellikle mücadele içinde aktif rol alanların bu yaşadıklarını kaleme almaları, gençlere örneklik etmeleri açısından da mühimdir.

Diğer taraftan her ne konumda olursa olsun, memurundan devlet bürokratına, askerinden politikacısına, hukukçusundan maden işçisine, aydınından sanatçısına kadar, eli kalem tutan herkesin, kendi hayat tecrübelerini kaleme aldığını, hatıratlar yayınlayarak şahitliklerini aktardıklarını düşünün. Böyle bir ortamda, yani bu kültürün yaygınlaştığı bir ortamda, iki türlü fayda devşirilecektir kuşkusuz. Sadece yaşadıkları döneme ışık tutmakla kalmayacak, bilgi ve tecrübeleri de kayıt altına alınmış olacaktır. 

Yazılı kültüre geçişini henüz tamamlamamış bir millet olarak hemen elektronik kültüre geçtik. Sanal âlemde yazıp çizdiğimiz kadar, kitaba, kaleme, kâğıda dokunamaz olduk. Kimse üzerinde bulunduğu işin hakkını vermediği için, hatırat yazmayı da aklına getirmiyor. Böyle bir kültür de oluşmuyor. Oysa herkesin anlatacağı bir hikâyesi mutlaka vardır. Özellikle Büyük Doğu-İBDA gibi dünya çapında bir fikir-sanat ekolünün takipçilerinin elinden kalemi düşürmemesi gerekmez mi?


DİPNOTLAR

1- http://www.alevalatli.com.tr/makale.asp?s=detay&ID=132

2- Murat Hanilçe, II. Meşrutiyet Dönemine Dair Hatırat Bibliyografyası Denemesi, Bilig, Güz, 2008, sayı: 47

3- Arş. Gör. Dr. Banu Öztürk, “Tanzimat Yazarlarına Göre Hatırat Türü”, TÜBAR-XXIX-/2011-Bahar.



Baran Dergisi 385. Sayı...